Türk Bilgeliği
EĞİLMEYEN BAŞLARA !..
Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocakŞefika BOZER
Adıyaman Orhangazi İlköğretim Okulu Türkçe Öğretmeni
(Gazi Üniversitesi Kastamonu Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümünü bitirdim. Ortaokuldan beri şiir, deneme ve makale yazıyorum. Hayatın alfabesinde bir harflik yerim olsun diye duygularımı kelimelerin sırtına yükleyip zamanı ve mekânı aşması için yazmayı seçtim. Severek okumanız dileğiyle…)
Bu yazı susmalara yazılmıştır. Bu yazı yıllara rağmen eğilmeyen başlara, çatık kaşlara, ayakta kalma mücadelesi veren ruhlara yazılmıştır.
Edebi yok sayan, edebiyattan anlamayan gençlerimizin içinde, dik başlı olan, sorgulayan, daha yapacak işler var diyerek sarp dağlara tırmanma kararlılığında olan yüreklere yazılmıştır.
Bu cümleler, hayata ait bilgece söylenmiş üç cümleden yoksun olup da nutuklar atanlara kulaklarını kapatan onurlu insanlara yazılmıştır.
Eğer kendinize yazıldığını düşünmüyorsanız okumayın devamını. Çünkü bu yazı zalimin çok olduğu şu dünyada adil olana, Hak yemeyene, Hak’tan ayrılmayana yazılmıştır. Bu satırlar öfkelerimizin tavan yaptığı zamanlarda kiminin bir of çekmesine, kiminin bir sigara dumanına bağışladığı ömrüne, kimine de “yalnız değilmişim benim gibi deliler de varmış” dedirtmek adına yazılmıştır.
Zamanın değerlerine çanak tutmayan, moda söylemlerden uzak, sade ve çalkantısız hayatının içinde derin düşünen ve derinliğine yaşayan insanlara yazılmıştır. Sokakta düşen tanımadığı çocuğun elinden tutup kaldıran, bir sokak köpeğine nefretle değil de sevgiyle bakan, komşusunun adını değil derdini bilen insanlara yazılmıştır.
Taaa dört kıta ötedeki insanların acısıyla yüreği kanayan, maddeden çok manayı anlayan güzel ülkemin 21. yüzyılda tüketim kültürüne yenilmemiş bileklerine yazılmıştır. Bu satırlar “Ata”sına dil uzatanlara sadece bedenini değil ruhunu da siper etmekten çekinmeyen, bilgiye nerede olursa ulaşıp da özüne yabancılaşmayan, duldalarda yaşamayı seven ancak güneşe de sırt dönmeyen kişiliklere yazılmıştır.
Yani bu satırlar söylenmemiş bütün güzellikleri içinde yaşayıp da keşfedilmemiş, uzak dağ köylerinde küçük elleriyle boyundan büyük bidonlarla su taşıyan kınalı kuzulara yazılmıştır. Ya da her derdi içinde taşıyıp da bizim gibi bir ooff bile diyemeyecek kadar zorda olanlara yazılmıştır… Ya da içinizden ne geçiyorsa uzayıp gidecek, ne kadar güzellik varsa hayata dair bu satırlar onlara yazılmış olsun.
Varsın da bu yazı özlemlere adanmış olsun… Yaşatamadığımız, kaybettiğimiz, özlemle andığımız, ardından bir Fatiha okuduğumuz, bu dünyadaki bütün güzellikleri tadamadan aramızdan ayrılanlara adanmış olsun. Bu yazı varsın da bir yerde son bulsun, yüreğinizin bir köşesine konsun…
************
UMUTLAR BAYRAM OLSUN…
Sen her sabah pencereme konan yurtsuz güvercin,
Sen çağları aşıp gelen henüz dinlemediğim gurbet türküm,
Sen soğuk kış geceleri ellerimi titreten poyraz,
Sen yüreğimin gizli köşelerinden akıp gelen dilsiz nağmelerim
Şahit olun bu feryadıma…
Bugün yıllara meydan okudum, zamanı durdurdum öfkemi söndürdüm. Ülke adlı yalnız ceylanım!
Her gün bir kanadına namert okunun değdiği ve her yaraya bir merhem aradığım çaresiz derdim…
Lokman Hekime bağlamışken bütün umutları ve bırakmışken Yaradan’a bütün sırları, susturamadığım iç sesime ve zehir damlatan dilime şikâyetimdir bu yazı…
Bu yazı sahipsiz mezar taşlarına asılı kalsın… Kimliksiz ve kişiliksiz yaşarken bu hayatın içinde söyleyecek sözü, anlatacak derdi olmayanlara dert olsun… Ömrü boyunca cehalete dost, aydınlığa düşman olanlara ibret olsun… Sözleri saçma, bestesi gürültü olan bunca ahmaklığın içinde yapılacak iyi işlere yolları tıkayanlara sır olsun… Bu yazı vatana hizmeti ibadetten sayan insanlara sevinç, hakikatin gizli penceresinden zehir sunanlara yas olsun… Tevazuu elden düşürmeden karınca misali çalışıp bir çocuğun elinden tutup bir ihtiyara saygıyla eğilen başlara taş atanlara har olsun… Dilimizden düşürmediğimiz ne kadar güzel değer varsa önünde set olanlara kış olsun… Uykusuz gecelerde yeniye ve güzele açılan kapılara kilit vuranlara duvar olsun… Ve elimiz ve dilimiz döndüğünce bu dünyada başımız dik yaşarken dalımızı kıranlara zindan olsun…
Göç yolları tutulurken bu yazı merhameti içinde unutanlara hatırlatacak bir ilham olsun… ve dilim bütün bunları söylerken;
Gece feryadıma yıldızlar şahit olsun, gündüz güneş ışık olsun…
Sabah rüzgârı mürekkebim olsun, tan yeri kâğıdım
Her doğan günde yapraklarım dolsun, yaşanan bütün kötülüklere rağmen;
Umudum olsun…
Umutlar bayram, bayramlar umut olsun…
************
VEFA ÜSTÜNE
Selamı sabahı kesmiş yine dostlar. Alıngan bir çocuk gibi bitmeyen işlere, yoğunluklarla geçen zamanlara kızıyorum. Bir merhabayı çok görürken, elvedaları bile söylemeye vaktimiz kalmadan dönüyoruz iç dünyamıza. Bizi üzecek kıracak ne kadar anı varsa zihnimizde tazeleyip yeni ve bitimsiz kederlere kucak açıyoruz.
Hep bahanelerle geçen ömrümüzde, güzelliğin lale gibi çabuk solduğu şu zamanda, bir an için kapatsak mazeretlerin kutusunu. Öyle yazması kolay da gel de kapat dediğinizi, yeni bir mazeret geliştirdiğinizi duyar gibiyim.
Zaman ne dün, ne yarınken, bugünden öte zaman yokken biz ertelenmelere kucak açıyoruz. Hastalığımızın adını, toplantının saatini, yeni gelen evrakları kayıt altına alıyoruz da doğum günlerini hatırlamakta cep telefonlarımızın hatırlatmalarını bile kuramıyoruz.
Bu gün bütün toplantıları iptal ettim, kuralları bozdum, yasaları çiğnedim. Kalabalıklar içinde yalnızlığı, yoğunluklar içinde mazeretleri taşırken sırtımda kambur misali, bütün güzellikleri yaşamak istiyorum doyasıya.
Ne kadar zaman oldu bir kuşun kanat çırpınışını görmeyeli, ayaklar altında ezilen kır çiçeğini koklamayalı, bir ağaç altında oturmayalı? Ne kadar zaman oldu bir arkadaşın açtığı telefonla dertleşip ağlamayalı veya ne kadar komik hikâye varsa, yaşadığımız anıların sihirli dünyasında yol almayalı?
Yıllar acımasızken, mola vermeden ilerlerken, sadece bir nefes bile bize yaşadığımızı hatırlatırken öyle derinden bir iç çekip kapıya gidiyor ayaklarım. Bütün kalabalığından kurtulup ömrümün, ailemi ve dostları arıyorum çevremde. Uzak diyorum hayat çok uzağa atmışken beni, ben telefonuma sarılıyorum yeniden. İçli bir aloo diyorum, içimde biriktirdiklerimi içime saklıyorum.
Bir telefon kadar yakınken her şey, vefa diyorum vefat etmiş duyanınız, bileniniz var mı? Bir vefa örneği gösterip de dua etsek mi yeniden dirilmesi için? NE DERSİNİZ VAKTİNİZİ ALIR MI, NEYSE BENİMKİ LAF-I GÜZAF İŞTE… HAYATTA ONCA ÖNEMLİ ŞEY VARKEN, SİZ BOŞVERİN BENİ…
************
DEDEM KORKUT KAF DAĞINDA
Susma ey yazıcı zalimlerin çok olduğu yerde susamaz adil olan… Dilinden bal damlamasa da yazmalı şair gönlüm içinden geçenleri… Kurdu tilkiye boğduran bu zamanda küçücük penceremin aralığında izlerken dünyayı, yazacak ne çok şey olduğunu düşündüm birden… Düşündüm de kalem aciz kaldı kelimeler eksik…
Ey yazıcı susarsan şimdi sen, kelimelere yeni anlamlar yüklemezsen eğer, adında konaklasın bütün kederler… Kedere sırt çevirirse yazıcı, huzur yabancı kalsın ona… Dediği gibi şairin: şairleri haykırmayan bir millet sevenleri toprak olmuş öksüz bir çocuk gibiyse susmamalı yazıcı, söylemeli hayali gerçekte harmanlayıp…
Günyüzü görmemiş umutlara koşarken ben, ayaklar altında kalırken güzel dediğimiz bütün düşler ben bütün kelimelerimi sana veriyorum yazıcı. Seni ışıtsın, aydınlık yarınlara taşısın… Parçalanmış bir pazılım şimdi yapılamadan bozulan… Ben en güzel bestelerle gelirken düş kurduğum düşler ülkesine adımı yalancı bellemişler… Söylemeyin Hüma kuşu yok, Kaf dağı yok. Ben Kaf dağının ardında bir düş kurmuşum. Hüma kuşu haber uçurur sevdadan aşktan yana… Bulutların güneşle kucaklaştığı serin gölgeler ülkesinde yiğitçe yaşardık… Karlar altında da kalsa Kaf Dağı yok demeyin bana… Yoktu demeyin ben bütün hüzünlerimi orada kaybettim… Şimdi bana Kaf Dağı yok demeyin ya da bana bir teselli verin… Hayat böyle deyin, unut deyin boş verin.
Allı turnalar mor dağlarda salınırken ben geceyi yorgan bilmişim büsbütüne. Günler eksik kalır anlatmaya, sözler naçar… Bilenler olmasa da görenler vardı Sakarya şahittir mesela sorun Kızılırmak’ta bulun gizimi… Dün değil kurduğum, yaşamadığım bir dünyanın resmi değil çizdiğim… Uğruna ömür verilen değerler Kaf dağında değil ya da demeyin bana Kaf dağı yok, Hüma kuşu yok… Çocukken dinlediğim masallardan sanmayın sözlerimi benim, ben tohum saçtığım tarlalarda ırgatça yaşadım. Atalarım dörtnala koşarken Türkistan’dan, ben Dedem Korkut misali öğütler tuttum, nasihatler dinledim. Kopuz çaldım, hikâyeler yazdım, toylar düzenledim, düğünler ettim, davullar çaldım, ağıtlar ettim… Şimdi bana gördüklerin hayal demeyin, yalancısın demeyin. Varın bir haber uçurun padişaha. Ferman buyursun halkına, desin ki bundan böyle:
Bundan böyle mert olana ceza kesilmeye…
Gönül ehline değer verile…
Yalancılara itibar edilmeye…
Halkım uyana, hayali gerçek, gerçeği hayal sanmaya…
Uyana… uyana… Uyan haaaaa…
Geçmişteki bütün güzellikleri içimizde yaşatmak adına…
************
KIR’GIZIM
Kır’gızım sazın tellerini. Kır gizli sırlarını özümün. Kırgızlarda yanarken yoksulluğun ateşi ben susuzluktan ölen çocukların acısıyla yanarım. Özbek ile Kırgız’ın kavgasıymış uzak illerde öz kardeşimin birbirine düşmanlığına yanarım. Türk’ün Türk’ten başka dostu yok diye inanmışken ben, Türk’ün Türk’e düşmanlığına şaşarım.
Kır’gızım sazın tellerini. Aynı türküyü söylemeyi unutturmuşlarken bize, saz acısın halimize.
Kırgız’ım, hem aç hem susuzum. Bir yoksulluk türküsü çalarken sazlar, özümün özüme düşmanlığına şahit olmuşken, unutmuşken ekmek demeyi kelimelerin hissizliğine kapanır kapılarım.
Kır’gızım sazın tellerini çalmasınlar o türküyü. Çırpınsın Karadeniz bakarken Türk’ün haline.
Kırgızım, sazım kırık, türküm unutulmuş, sözlerim naçar, susuzluktan kurumuş göz pınarım. İnsanlığı unutmuş dünyada yanar hayata umut tarafım. Yokluğa açılır pencerelerim, ışık yok, merhamet yok. Sınırlarda başlar sınırlarda biter hayatım.
Kır’gızım sazın tellerini çalmasınlar o türküyü, suskunluğum dibe vurmasın. Vurmasın mızrabım kırık bağlamama, aynı türküde hüznümüz başlamasın. Aynı türküde halaylar tutacağımıza ağıtlar etmişiz, kavgalar tutmuşuz. Kopuz çalan Dede Korkut’un nasihatini unutmuşuz, Kürşad boşuna kırk yiğitle vermiş canını. Manas’ı unutmuş, Ergenekon’dan boşuna çıkmışız, Yavuz boşuna girmiş Mısır’a, Ata unutulmuş aynı davada boşuna şehit olmuş erenler. “Ahbap düşman olmuş ben buna şaştım” diyen türküler unutulmuş.
Kır’gızım sazın tellerini, duymasın kulağım, görmesin gözüm, suya ve ekmeğe hasret gittiğimi. Adaletsiz dünyadan, tokların dünyasından aç soydaşlarıma yazılan açık bir mektuptur bu… Üzülmekten ve öfkelenmekten başka yapacak bir gücüm yokken sevgimi yükleyip kır atımın terkisine uzak diyarlara giderim hayallerimde dörtnala… Kır atımı sulayıp Issık Göl’de, Bişkek’e girerim bir seher vakti, ruhumu dindirmek için…
************
BABAM SAĞOLSUN
Herkesin bir babası var tabi, var olmak için bir de sebebi… Ancak her babanın belki de övülecek çok şeyi yok ya da övülmek için bir de sebebi… Ben var olmak için babama sebep oldum, o zaman bana da bir sebep olsun babam, onu anlatmak için cümle âleme…
Babamın bir öfkesi var, bir dağı yıkacak gibi nefesinden, bazen bir namlunun ucunda yakacak gibi dünyayı… Babamın bir yüreği var bir çiçeği büyütecek kadar ince, bir kuşu yaşatacak kadar vefalı… Babamın bir bakışı var bazen Adıyaman kadar sıcak, ellerimi titretecek kadar edepten hisli.
Babam zamana ayak uyduramadı benim gibi. Dünyanın malına tamah etmeyecek kadar tok gözlü, cebindeki parayı dağıtacak kadar cömert. Benim babam olmasaydı da baba diyeceğim bir adamdır benim babam.
Bazen bütün âlemi sırtında taşır gibi dağılır zihni, bakışı bulutlanır, öfkesi bile sevgi kokar babamın. Babamın evladı olmak bile şair eder insanı. Yazası gelir insanın, babamı anlatmak gelir yürekten, kelimelerin hissizliği yorsa da beni.
Anlatmalıyım babamı, bilinmeli babam, tanınmalı. Dünyanın yaşanası kalmadıysa da babam için yaşamalı bedenim. Babam için atmalı kalbim, onun için yazmalı kalemim, ayaklarım iyiliğe babam için yürümeli… Babam bir kır çiçeği, yüreğimin engin yaylalarında biten. Babam uzun bir cümle bitmeyesi, tükenmeyesi… Ardımda koca bir yürek, bütün yoksunlukları varlığıyla unutacağım… Ömrümün dört mevsimi babam; bazen içli, bazen güçlü, bazen öfkeli bazen coşkulu… Her haliyle insanlığın, adamlığın, mertliğin timsali.
Anlamasa da zalimlerin dünyası, kocaman yüreğimizi biz adaletin kılıcıyla harmanladık özümüzü… Babam olduğu için böyle dik başlıyım, babama çekmiş onurlu yanımız, babam gibi bakışımız bazen kılıçtan keskin, bazen bir pamuk tarlası gibi yumuşacık…
Yıkılınca bütün dünyanın yükü omuzlarıma, babam gelir aklıma yüküm kıymete biner. Babam gelir gurbette aklıma, gözlerimde mavi başlı bir Fırat olur, dolar gözlerim, babama akar… Kıyısında birikmiş gölet gibi Fırat’a dönerim yüzümü… Fırat içine alır beni, babam gibi basar bağrına. Gezerim sonra engin sularında babamın, damlasında özüme dönerim, çocukluğumun tutarım ellerinden.
Sonra inandırdığı o güzel ülkeye siper ederim kendimi, bilirim yaşamak da ölmek de vatan içinse değerli. Şu cennet ülkeyi cehennem edenlere rağmen bütün iyi niyetlerimi vatana siper ederim… Sonra yorulan bedenime rağmen, bir tutam dua alırım yüreğimin gizli bahçelerinden, el açıp duaya dururum.
Her şey yıkılsa da şu âlemde bir vatan, bir de babam sağ olsun… Âmin…
You may like
TOPUZ
Karaman’ın koyunu,
Sonra çıkar oyunu…
Atasözü
Küçük payitahtın karışık sokakları bugün çok kalabalıktı. Tıpkı ilkbaharda bir bayram gibi… Bütün kadınlar bol beyaz yeni sırma yelekli pazar esvaplarını giymişler, beyaz poturlu dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek coşuyorlardı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk… nihayetsiz bir “hurra” zinciri, bağırarak, sallanarak kalabalığın içinden geçiyor, canlı bir girdap dalgası halinde, döne döne, sarayın meydanında birikiyordu. Kiliselerin çanları uğulduyordu. Saray kapısının önünde cesur Boyar [Rusya, Transilvanya ve Tuna taraflarında bir bölüm soylu] atları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan tolgasının siperini geri itti. Atının ağır üzengileri üstünde biraz kalktı. İleriye baktı. Yanındaki birinci zabitine “Daha görünmüyorlar…” dedi.
“Geç kaldılar.”
“Evet.”
“Niçin acaba?”
“Mankafa Türkler işte… Teşrifattan, merasimden ne anlarlar?”
“Hem de ‘Bizans’a layıkız!’ derler.”
“Nerede o incelik?”
“Nerede?..”
Önlerinde birdenbire genişleyen sık bir “hurra” halkası ikisini de susturdu. Gemlerini kastılar. Atlarını biraz çektiler. Kumandan, istiklalini kazanan halkın bu deli, bu sarhoş sevincine bakıyor… keyifleniyordu. Yarım baygın kızlar şen delikanlıların kucaklarında, gaydaların ahengine ayak uyduruyorlar, “yaşasın prens, yaşasın prens!” nakaratını haykırarak yeni hükümdarlarının şerefine testileri deviriyorlar, oynuyorlar, sıçrıyorlardı… Son Eflak tacını giyen papazı Tergoviç’te bozan Mehmet Bey, bir sene vardı ki kendisini sancak beyi ilân etmişti. Ama Eflaklılar, bu hâkime boyun eğmemiş, Zips kontu Zapolya’dan imdat istemişlerdi. İşte bu tehlikeli ittifaktan ürken Mehmet Bey çarçabuk onların haklarını, imtiyazlarını, istiklâllerini vermişti. Açık mavi, bulutsuz ufukta yükselen güneşin aydınlığı kahraman Boyar atlarının uzun mızraklarını yaldızlıyordu. Kumandan, zırhlı göğsünü kabartan tatlı bir teessürle bir halka, bir askerine bakıyor, mahmuzlarıyla dokunarak atını şahlandırıyordu. Birinci zabit, onun gibi iri, yakışıklı değildi. Kara kuru bir şey… Uzun saçları kırdı. Köse yüzü hem zayıf, hem buruşuktu. Neşeli kumandan hora tepenler geçince yine atını ileri sürdü.
“Kansız bir zafer kazandık!” dedi. Siyah atının yelesini okşayan zabit “Kansız zafer olmaz!” diye başını salladı.
“Niçin olmasın?”
“Benim Türklere emniyetim yok…”
“Kuşkulanmaya da hacet yok! Biz daha resmen ihtilâle kalkmadan onlar haber gönderdiler. ‘Gidiniz, bir şey tayin ediniz’ dediler. Biz zaten prensimizi tahtına çıkarmıştık. Şimdi işte bize bir de ‘cemile’ yapıyorlar.”
‘”Berat, sancak, davul, topuz’ göndermek bir ‘cemile’ mi?”
“Ya ne?”
“Tabiiyet alâmetleri…”
Coşkun kumandan görünmeyen bir surata tokat atacakmış gibi elini yukarı kaldırdı.
Hiddetli bir tehalükle “Asla!” diye bağırdı. “Biz artık müstakiliz! Berat, istiklâlimizi tasdik etmektir. Sancak, davul, topuz… da padişahın prensimize hediyeleri…”
“… ”
Zabit cevap vermedi. Kumandan kadar içmediği için Türklerin hakikatini hâlâ hatırlayabiliyordu. Elini kalçasına dayadı. Atının siyah yelesine daldı gitti. Kiliselerin çanları beyninde ötüyordu. Halkın gürültüsü taşmış, bir tufan gibi sarayın saçaklarına çarpıyor, muhafız neferlerin yüksek atlarını huylandırıyor, tepindiriyordu. Oynayanların içinde zorla kendine yol açan bir atlı kumandanı selâmladı.
“Elçi, maiyetiyle beraber menzilinden çıktı” dedi.
“Pekâlâ… Maiyeti kaç kişi var?”
“Üç yüz atlı!”
Kumandanın solundan neferin sözünü işiten zabit “Üç yüz atlı mı?” diye sapsarı kesildi.
“Evet…”
Bugünkü teşrifata memur olan kumandan güldü: “Gidi Türkler… Sıkıya geldi mi nasıl küçülürler. Hani eski gururları? Şimdi dünya değişti. Rumeli’nde kuvvetleri yok. İşte prensimize büyük bir imparator muamelesi yapıyorlar!”
Birinci zabit daha beter sarararak sordu: “Neden anladınız?”
“Elçilerin derecesi maiyetinin adediyle mütenasiptir. İşte bak, padişahın hediyelerini, beratını üç yüz atlıyla bir elçi getiriyor!”
“Elçi bunları yalnız getirseydi daha iyi olurdu.”
“Niçin?”
“İşte öyle…”
“Ama biz kabul etmezdik.”
“Neden?”
“Çünkü şanımızla mütenasip olmazdı. Bir emir, lütuf, bir ihsan gibi… Hâlbuki böyle maiyetinde üç yüz atlı bulunan bir elçi… ne demektir biliyor musun?”
“Ne demektir?”
“Padişah bizim prense, ‘Benimle müsavisin!’ demek istiyor.”
“Keşke müsavi olmasaydı… da bu üç yüz atlı Eflâk’a girmeseydi!”
“Sen bunamışsın Dimko…”
Birinci zabit acı acı gülümsedi. Tüysüz yüzünü ekşitti. Atının yelesinden kaldırdığı dalgın sönük gözleriyle kumandanına baktı. “Ben bunamışım ha…” dedi.
“Koca Eflâk’ın içinde üç yüz atlıdan kuşkulanıyorsun. Bunlar elçi maiyeti. İşlemeli mızraklarına, süslü esvaplarına, altın haşalarına, sırma eyerlerine aldanma… Göze parlaklıklarıyla çarparlar ama ellerinden bir şey gelmez.”
“Bunlar Türk değil mi?”
“Türk… Ne olacak?”
“Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser…”
“Sen korkaksın! Bir avuç atlı, üç yüz kişi koca bir devletin içinde ne yapabilir?”
“… ”
Kumandan sarayın önündeki atlılarına, onların etrafında sıkışık nizamda duran dalkılıç piyadelerine bir göz gezdirdi. Sonra atını oynatarak zabite döndü.
“Yalnız şu meydanda dört binden fazla askerimiz var!” dedi, “Türkler teşrifatta bir kabalık yaparlarsa hepsini tükürükle boğarız.”
* * *
Gaydalar sustu. Meydanın gürültüsü birdenbire durdu. Hora zincirleri dağıldı. Ortadan geniş bir yol açıldı. Padişahın gönderdiği Türk, ak bir atın üstünde, yüksek kavuğu ile geliyor, uzun kaftanının etekleri iki tarafında çırpınıyordu. Arkasından tırıs süren sırma takımlı, murassa kılıçlı maiyeti, yeni gördükleri bu halka gülerek bakıyorlardı. Saraya elli altmış adım kalınca muhafızların meşhur kumandanı al atını yine şahlandırarak ileri sürdü. Elçinin ta önüne geldi. Selâmladı. Öyle durdu. Yanına koşan yayan tercümanına söyletti.
“Burada attan ineceksiniz. Prensimizin sarayına yürüyerek gideceksiniz.”
Mütevazı Türk, “Pekâlâ…” dedi.
Atından indi. Geniş omuzlu, orta boylu, düşük bıyıklı, esmer bir adamdı. Parlak ipek kaftanının altından görünen sırma kenarlı nefti esvaplarının, murassa kemerinin ihtişamı kalın vücuduna pek uymuyordu. Tavrında ince bir çelebilik değil, durgun bir askerlik vardı. Kalabalık meydan üç yüz Türk’le ağzı ağzına dolmuş gibiydi. Teşrifatçı kumandan kabararak tercümanla bir teklif daha etti: “Maiyetin burada kalacak. Huzura yalnız gireceksin.”
Türk, tercümana sordu : “Padişahtan getirdiğim şeyleri ben nasıl yalnız taşıyayım?” Tercüman, kumandana anlattı. Aldığı cevabı Türkçe tekrarladı.
“Maiyetinden üç nefer alacaksın. Onlar da yaya olarak arkadan huzura hediyeleri sokacaklar.”
“Pekâlâ…”
“Haydi.”
…
Kumandan atını şahlandırarak “hurra, hurra…” diye kendisini alkışlayan keyifli halka boyun kırarak kabarıyordu. Bu ne zaferdi! İşte koca bir Türk elçisi arkasından yaya geliyordu. Sarayın kapısına gelince attan atladı. Tercüman vasıtasıyla nasıl arkasından huzura gireceklerini, nasıl selâm vereceklerini, nasıl divan duracaklarını elçiyle “meşin kılıflı bir davul, kırmızı torbaya konmuş bir sancak, ağır bir topuz” taşıyan üç askere anlattı. Kılıcını çekti. Taş basamakları bir hamlede çıktı. Büyük dehlizi geçti. Yeni mabeyinin adamları Türk elçisini görmek için kapılara üşüşüyorlardı. Elçi büyük kavuğunu sallaya sallaya yürüyordu! Adımları hem seyrek, hem ağırdı. Etrafında kendine bakanlara gülümsüyor, selâmlar veriyordu. İri siyah gözleri pek şen, pek parlaktı. Sağ kaşı yukarı kalkıktı. Kavuğunun kenarına dokunuyordu.
Kumandan taç salonuna gelince durdu. Döndü. Türklerin kıyafetinde teşrifata mugayir bir şey var mı gibi dikkatle hepsini bir süzdü. Sonra eliyle elçinin pek öne eğilmiş kavuğunu düzeltti. Biraz geri itti. Prensin huzurunda nasıl eğileceklerini işaretle anlattı. Sonra iki tarafında yalın kılıç nöbetçiler duran yüksek kapı perdesini açtı. Önden girdi. Tahtta oturan prense ilerledi. Yerlere kadar eğildi. Geri çekildi. Dışarı çıktı. Elçiyle üç Türk ortada kaldılar. Yüksek tahtın etrafına bütün Boyar reisleri, meşhur muharipler, voyvodalar dizilmişlerdi. Hepsi ayakta duruyorlardı. Açık pencerelerden giren çiğ bir aydınlık bu ağır saray sükûnuna karışıyor, kalabalık salona tenha bir mabet hali veriyordu. Elçi koynundan çıkardığı beratı öptü. Başına koydu. Sonra yere bakarak ilerledi. Tahtta murassa bir heykel gibi kımıldamayan prense uzattı. Prensin sağ elinde altın bir asa vardı. Sol eliyle aldığı bu kâğıda gayet ehemmiyetsiz bir şeymiş gibi baktı. Sonra solundaki mavi sorguçlu genç mabeyincisine verdi. Elçi yine gözleri yerde, geri geri gitti. Ortadaki neferin omzundan topuzu aldı. Bu gayet ağır, altın yaldızlı, sarı parlak kabzalı bir aletti. Yere bakarak yürüyor, gülümsüyordu. Bütün gözler harekâtını takip ediyordu. Tahtın önüne geldi. Ansızın… gözle görülmeyecek bir çabuklukla havaya kaldırdığı bu müthiş topuzu prensin elmaslı tacına öyle bir indirdi ki…
… Salonun içinde kimse kımıldayamadı. Hepsi olduğu yerde dondu. Taş kesildi. Akabinde kaftanının altından büyük bir kılıç sıyıran elçi, Ulahça “İşte gördünüz ya… İstiklâl sevdasına düşen asi cezasını buldu!” diye haykırdı. Gözleri alevlenmiş, boyu birdenbire bir dev kadar büyümüş, kavuğu sivrilmiş, düşük bıyıkları kabarmıştı. Bayar reisleri, zırhlı muharipler, kahraman voyvodalar cansız gibi kımıldanamıyorlar, tahtında kafası ezilmiş ölü hükümdarlarına baka baka titriyorlardı. Elçi salonun ortasındaki askerlerine döndü.
“Hasan” dedi, “git kapıdan davul çal. Mustafa! Sen de Ulahça nara at. Meydandaki askerler hemen silâhlarını bırakıp teslim olsunlar.”
Sonra sancağı tutana da “Haydi çabuk, koş, meydana sancağı dik! ” emrini verdi.
“Baş üstüne.”
“Baş üstüne…” diye üçü de koşarak dışarı çıktı.
Saray halkı karanlık duvarlara yapılmış parlak, muhteşem yaldızlı resimler gibi sessiz, sakin, cansız duruyorlardı. Hâlâ içlerinden kimse kımıldanamıyordu.
Mum rengi çehrelerin şaşkın gözleri karşısında bu tek Türk, kaftanının uzun eteklerini omuzlarına attı. Kılıcını kınına koydu. Uzandı, ezdiği başın üstünde duran kanlı topuzu aldı. Yere bıraktı. Sonra tahttaki ölüyü aşağı çekti. Onun yerine oturdu.
Gayet fasih bir Ulahçayla “Haydi, padişah namına bana itaat edin!” dedi.
… Sebebi bilinmez bir korkunun şaşırtıcı heyecanıyla dilleri tutulmuş kurt kürklü zengin Boyar reisleri, büyük kılıçlı cesur muharipler, çelik zırhlı voyvodalar iki dakika evvelki hükümdarlarının daha soğumayan na’şını çiğneyerek, bir anda, bir darbeyle bütün Eflâk’ı zapt ediveren bu korkunç Türk’ün elini öpüyorlar, yüzüne bakamıyorlardı.
* * *
Sarayın dışındaki muhafızlar da içerdekiler gibi şaşırdılar. Korkudan kımıldayamadılar. Silâhlarını yerlere atıp teslim oldular. Yalnız iki kişinin, davul çalana, “Teşrifatı bozuyorsunuz!” diye kılıç kaldıran sarhoş kumandanla, doludizgin kaçmak isteyen birinci zabitin kelleleri uçuruldu! İşte bu kadar…
[Ömer Seyfettin, “Topuz”, Yeni Mecmua, Cilt:1, Sayı:25, 27 Kânunuevvel [Aralık]1917, Hilal Matbaası, İstanbul, 1917, s. 494-496]
21 Mart
Nevruz/Yeni Gün/Doğuş/Diriliş Günü
Bahar Bayramı
Türklerin Ergenekon’dan Çıkış Günü
Türk kültüründe “Nevruz” doğuş, diriliş, yeni gün anlamına gelmektedir. Aynı zamanda baharın başlangıcı sayılmakta ve bir takvim değişikliğini anlatmaktadır. Diğer bir adı da “Ergenekon”dur. En eski Türk kaynaklarından itibaren “Ergenekon/Nevruz” kültürüne sahip olduğumuz anlaşılmaktadır. Türk tarihinin her döneminde Nevruz varlığını kutlamalarla devam ettirmiştir. Cumhuriyetle birlikte kazandırılmaya çalışılan millet bilincine bağlı olarak özellikle Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından “Ergenekon/Nevruz”un, her yıl 21 Mart günü geniş katılımlı törenlerle kutlanması teşvik edilmiştir.
Türk Milletinin-Türk Dünyasının; 21 Mart “Nevruz” Yeni Gün / Doğuş / Diriliş Günü / Bahar Bayramı / Türklerin Ergenekon’dan Çıkış Günü’nü tebrik eder, “millî kültürümüzü muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarma” hedefini gerçekleştirme yolunda sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.
Aşağıda, Hâkimiyet-i Milliye, 23 Mart 1921, No: 140, s. 2, sütun: 1’de Kütahya Mebusu Besim ATALAY imzasıyla yayımlanan “ERGENEKON-NEVRUZ” başlıklı makale sunulmuştur.
—***—
ERGENEKON-NEVRUZ
Milletler her ne şekilde yaşarlarsa yaşasınlar, her nereye giderlerse gitsinler onların aralarında asırların söküp götüremediği birçok ananeler, itiyatlar devam eder durur.
İşte [Nevruz] tesmiye edilen (Ergenekon) bayramı bu suretle pes zinde halinde yaşamakta olan bir ananemizdir.
Adını ve şeklini değiştirmiş olmasına rağmen hâlâ ölmemiş ve her sene aynı günde halk yarı bayram hayatı yaşamakta bulunmuştur. Takriben bundan (3500) sene önce Türkler Çinlilerle yaptıkları bir savaşta mağlup oluyorlar. Tatarların da karıştığı bu muharebede Türkler büsbütün ortadan kaldırılmak isteniliyor. Yalnız dokuz kişi kurtulup ıssız dağlara çekilirler. Dört yüz sene orada kaldıktan sonra bir kurdun delâletiyle oradan çıkıp Çinliler üzerine çullanıyorlar ve dedelerinin öçlerini alıyorlar. Dört asır kaldıkları yaylaya [Ergenekon] deniliyor ki maden vatanı demektir. Eski Türkçe’de ergene, erigen ve ergeni kelimeleri maden manasına gelir. Nitekim Ergani kasabası madeniyle meşhurdur.
Türkler Ergenekon’dan Mart dokuzunda çıktığı için her yıl Mart dokuzunda bayram yaparlar, demir döğerler, ateş yakarlar, kurt başlı bayrakları takdis ederlermiş. Şecere-i Türkiye, Sahaifü’l-Ahbar gibi tarihler bu “Ergenekon” bayramından bahsetmektedirler.
Şimali İran’ın yani (Meydiye) kısmının uzun zamanlar Turanlıların nüfuz ve hâkimiyetleri altında kaldığı için Mart dokuzu bayramı [Nevruz] namıyla Acemlere geçmiş, sekiz dokuz asırdan beri her şeylerini unutarak Acemleşen Garp Türkleri bu günü Acem bayramı olarak kabul etmiştir.
Bu “Ergenekon” hadisesinden çıkacak mühim netice bizim bugünkü milli mücahedemizle olan müşabehetidir [benzeyişidir, benzemesidir].
Dokuz kişiden türeyerek düşmanlarından intikam alan Türk soyu bu günde kendi varlığına kastedenlere karşı silahlanmış ve yarın muvaffakiyetini temin edeceğine ve Ulu Tanrı’nın yardımı ve milletin gayretiyle kara günlerden kurtulacağına eminim. Çünkü [Bir tekerrürdür müselsel âlemin tarihi hep].
Kütahya Mebusu
Besim ATALAY
[Hâkimiyet-i Milliye, 23 Mart 1921, No: 140, s. 2, sütun: 1]
Yeni Gün/Doğuş/Diriliş Günü
Bahar Bayramı
Türklerin Ergenekon’dan Çıkış Günü
Türk kültüründe “Nevruz” doğuş, diriliş, yeni gün anlamına gelmektedir. Aynı zamanda baharın başlangıcı sayılmakta ve bir takvim değişikliğini anlatmaktadır. Diğer bir adı da “Ergenekon”dur. En eski Türk kaynaklarından itibaren “Nevruz/Ergenekon” kültürüne sahip olduğumuz anlaşılmaktadır. Türk tarihinin her döneminde Nevruz varlığını kutlamalarla devam ettirmiştir. Cumhuriyetle birlikte kazandırılmaya çalışılan millet bilincine bağlı olarak özellikle Mareşal Gazi Mustafa Kemal Atatürk tarafından “Nevruz”un, her yıl 21 Mart günü geniş katılımlı törenlerle kutlanması teşvik edilmiştir.
Türk Milletinin-Türk Dünyasının; 21 Mart “Nevruz” Yeni Gün / Doğuş / Diriliş Günü / Bahar Bayramı / Türklerin Ergenekon’dan Çıkış Günü’nü tebrik eder, “millî kültürümüzü muasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkarma” hedefini gerçekleştirme yolunda sağlık, mutluluk ve başarılar dilerim.
Aşağıda, 22 Mart 1922 günü Ankara’da kutlanan Nevruz törenlerine ait “Resmi Geçit” başlığı ile 23 Mart 1338 (1922) tarihli Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nde yayımlanan haber metni sunulmuştur.
—***—
RESMÎ GEÇİT [*]
Dün bütün göğüsleri kabartacak derecede muntazam olmuştur.
Nevruz, ananevî ve halkımızın riayet ettiği bir tefric [diriliş] ve sürur [sevinç] günüdür. O kadim [eski] anane ve âdete teba’en [uyarak] dün askerlerimiz daha sabahtan şehir içinde harekete başlamışlardır.
Ba’de-z-zeval [öğleden sonra] saat birde Meclis önündeki meydanlığa, Darülmuallimin binası yanlarına, Taşhan önüne, Millet Bahçesi’ne kadın erkek birçok halk toplanmaya başlamıştı.
Saat üçte Meclis’te bütün mebusan [milletvekilleri] ve vekiller [bakanlar] toplanmış olduğu gibi hariçte de binlerce halk içtima’ etmişti. Uzaktan Karaoğlan Çarşısı cihetinden musikisi işitilmeye başlayınca kahraman askerlerimizi görmek için halktaki heyecan arttı. Meclis kapısının önünde bir polis müfrezesi iki taraflı ahz-ı mevki’ [yer] etmişti.
Meclis azası Meclis Bahçesi’nde ve balkonlarda bulunuyordu.
Bando gelerek karşıda durdu ve resmî geçide karşı terennüme [yavaş ve güzel bir sesle şarkı/marş söylemeye, şakımaya] devam ediyordu.
Sırasıyla atideki [aşağıdaki] kıtalar gayet muntazam elbise, teçhizat ve kahramanlara yakışan vaz’ [duruş] ve intizam ile Meclis’in ve halkın alkışları arasında geçti.
- Esb [atlı] süvari zabitan ve bir süvari kıtası,
- Gök sancakla bir piyade kıtası,
- Al sancakla bir piyade kıtası,
- Sarı sancakla yine bir piyade kıtası,
- Al yeşil sancakla bir piyade kıtası,
- Sıhhiye kıtası levazım-ı sıhhiye ile
- Yeşil sancakla makineli tüfek kıtaatı[kıtaları],
- Millî elbise ile pek mükemmel ve mücehhez Giresun maiyet gönüllü birlikleri,
- Merkez taburu ve diğer bir piyade kıtası,
- Mükemmel itfaiye kıyafet ve levazımıyla itfaiye bölüğü.
Resmî geçitten evvel kıtaat-ı askeriye [askerî birlikler] kışlalarından hareketle Müdafaa-i Millîye Vekâleti’nde saat bir buçukta içtima’ etmişler ve Müdafaa-i Millîye Vekili Kazım Paşa huzurunda resmî geçit yapmışlardır.
Askerlerimiz saat iki buçukta Müdafaa-i Millîye’den hareketle Koyun Pazarı’nı takiben Karaoğlan Çarşısı’ndan Meclis önüne gelmişler ve istasyona giden caddeden hareketle kışlalarına dağılmışlardır.
[*] Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, 23 Mart 1338 (1922), No: 463, “Resmî Geçit”, s. 1, sütun: 6
Saltanatın Kaldırılmasına Dair Türkiye Büyük Millet Meclisinin Genel Kurul Kararı
Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]
Büyük Âlim Ziya Gökalp’in Vefatı
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri2 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet2 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Mustafa Kemal Atatürk3 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Türk İstiklâl Mücadelesi2 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
1998 İLKÖĞRETİM SOSYAL BİLGİLER DERSİ ÖĞRETİM PROGRAMI 6’NCI SINIF TÜRKİYE TARİHİ ÜNİTESİ AMAÇLARININ KAZANILMIŞLIK DÜZEYİ (Kastamonu Örneği)