Connect with us

Türk Tarihi

CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]

Published

on

 

GİRİŞ

Anadolu’da ilk Türk Devletini, yani Türkiye Selçuklu Devletini kurma şerefine sahip olan Kutalmışoğlu Nasıruddevle Ebulfevaris Rüknüddin Süleyman Şah ilgili kaynakların belirttikleri üzere, Anadolu Fatihi ve Gazi unvanlarını almıştır.

Bu büyük Türk hükümdarı, Doğu-Roma ve daha sonra Bizans İmparatorlarının çok sayıdaki kale ve müstahkem yerlerle savundukları Anadolu’nun fethedilip, bugün, üzerinde bağımsız bir devlet olarak yaşamakta olduğumuz bir Türk Yurdu, bir Türkiye haline getirilmesinde, çok şerefli ve eşsiz bir yere sahiptir.

Anadolu’da kalıcı ilk Türk devletini kurma şerefine sahip olan Süleyman Şah’ın büyük Türklük bilinci, azmi, heyecanı ve eşsiz siyasi zekâsıyla giriştiği fetihler sonucunda, Anadolu’da Türk yerleşmesi geniş ölçüde gerçekleştirilmiştir.

Süleyman Şah’ın bu tarihi başarısından sonradır ki, 24 Oğuz boyuna mensup Türkmen kitleleri, Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya sevk edilerek yerleştirilmiş, böylece Anadolu’da Türk nüfusunun yerli halklara oranla hızla çoğalması sağlanmıştır. Süleyman Şah’ın fethini tamamladığı Anadolu’ya bütün kültür varlıklarıyla bir millet halinde gelen Türkler, bir yandan Orta-Anadolu’da ve Adalar Denizi kıyılarına kadar uzanan geniş ve verimli ovalarda yerleşip üretici durumuna gelirken, bir yandan da kuzeyde Karadeniz, güneyde Akdeniz kıyılarına doğru yayılıp yurt tutmuşlardır. Bugün Anadolu’daki birçok bölge, yöre, ilçe, bucak, köy, ova, dağ, tepe, ırmak, çay ve derelerin Türkçe adları, o devirdeki şekillerini aynen korumaktadırlar.

Anadolu’da milli birlik ve beraberliği sağlayan Süleyman Şah, ayrıca, gerçekleştirdiği başarılı fetih hareketlerinden başka, uyguladığı ekonomik politika, özellikle toprak rejimi (miri) sonucunda, Bizans yönetiminde topraksız ve tutsak durumda bulunan yerli Hristiyan köylüler, hür ve toprak sahibi olmuşlardır. Böylece Anadolu’da üretim arttığı gibi, Hıristiyan halk da Selçuklu yönetimine içtenlikle bağlanmıştır. Daha sonraki Türkiye Selçuklu hükümdarları da Süleyman Şah’ın ortaya koyduğu bu toprak rejimini aynen uygulamışlardır. Bunun sonucunda, başta Süleyman Şah’ın kurduğu Türkiye Selçuklu Devleti olmak üzere, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde kurulan diğer irili-ufaklı Türk Devletleri’nin yönetimleri altına alınan Anadolu, artık tam anlamıyla Türk hâkimiyetine geçmiş ve ülkede, zengin ve mutlu bir yaşam sağlanmıştır. Bu mutlu sonuca ulaşılmasında, Süleyman Şah’ın Anadolu’da Türk birliği kurarak, devletinin temellerini bu milli esas üzerinde inşa etmiş olmasının büyük ve önemli bir tarihi rolü olmuştur. Bu temeller o kadar sağlam bir şekilde atılmıştır ki, onun ölümünden (1086) oğlu 1. Kılıç Arslan’ın tahta geçmesine (1092) kadar geçen altı yıl içinde devlet, hükümdarsız kalmasına rağmen, ciddi bir sarsıntı geçirmeden varlığını koruyabilmiştir.

Süleyman Şah’ın başarılı fetihleri, Akdeniz ve Adalar Denizi’ne ulaşan Türklere, çeşitli Avrupa milletleriyle ilişki kurma imkânı verdiği gibi, daha sonraki devirlerde Avrupa ortalarına kadar fetihler yapacak olan Osmanlı Türklerinin fetih planlarına da öncülük yapmıştır. Böylece, bugün, üzerinde bağımsız bir devlet olarak yaşamakta olduğumuz Anadolu’da, İlk Türk Devleti’ni kurma şerefini haklı olarak kazanan Ulu Hükümdar ve Büyük Devlet Adamı Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ı milletçe en içten duygularla anıp yaşatmak, geçmişine son derecede bağlı biz Türkler için milli bir görevdir. [1]

Selçuklulardan Osmanlılara ve Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar geçen sürede bugünkü Suriye coğrafyasında bir Türk toprağı olarak kalan ve bu niteliğini sürdüren Süleyman Şah Türbesi ve türbenin etrafındaki belirli bir toprak parçası Türkiye’nin kendi sınırları dışındaki toprağı olarak varlığını korumaktadır. Türbede yatan kişinin Süleyman Şah olup olmadığı, Süleyman Şah’ın yanında yatan iki kişinin kimler olduğu, Süleyman Şah’ın kim olduğu ve öneminin nereden kaynaklandığı soruları bugün dahi tarihçiler ve araştırmacılar arasında tartışma konusudur. Bu tartışmalar bir yana gerek Osmanlı Devleti gerek Türkiye Cumhuriyeti dönemindeki türbeye yönelik gösterilen özel önem ve özen, türbenin bir ecdat mirası olarak kabul edildiğinin açık bir göstergesidir.

Süleyman Şah Türbesi’nin ve türbeye mücavir bir kısım toprağın statüsü meselesi Milli Mücadele döneminde 20 Ekim 1921 tarihinde Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması’nda gündeme getirilmiş ve bu antlaşmanın 9. maddesinde Caber Kalesi’nde yatmakta olan Süleyman Şah’ın kabrinin bulunduğu türbenin Türkiye’nin hâkimiyetinde olduğu, türbeye bir Türk bayrağı çekilebileceği ve ayrıca türbenin Türk muhafızlar tarafından korunabileceği öngörülmüştür.

Önce Caber Kalesi civarında bulunan ve daha sonra Karakozak’a taşınan Süleyman Şah Türbesi ve türbe civarındaki 8797 metrekarelik toprak parçasının durumu, başlangıçta Türkiye ile Fransa, sonra da Türkiye ile Suriye Hükümetleri arasındaki ikili antlaşmalar çerçevesinde düzenlenmiştir. 2015’te ise Suriye’deki iç savaş sonucunda Karakozak mevkiinde güvenlik zafiyetinin artması üzerine Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti aldığı stratejik bir kararla türbenin Suriye Eşmesi’ne taşınmasına karar vermiştir.

Aşağıda, Caber Kalesi hakkında yayımlanan “Kerim YUND, “Caber Kalesi”, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 2 (Mart 1970), s. 22-26” künyeli makale sunulmuştur.

***

CABER KALESİ

Üç kıtayı titreten Osmanlı devletinin kurucusu Sultan Osman’ın büyük babasının şahsiyeti hakkındaki bilgiler, rivayetlere inhisar etmektedir. Onun hakkındaki bilgilerimiz, inançlarımız ilimden çok, hikâyeye, masala kaçar. Tarihin sustuğu yerde mitoloji başlar.

Yüzyıllardan beri Fırat boyundaki Caber kalesinin eteğinde “Türk Mezarı” denilen türbeyi Osman Gazi’nin dedesinin gömüldüğü yer olarak biliyoruz.

Bu makalede önce Caber‘i, sonra da Türk Mezarı‘nı inceleyeceğiz.

CABER KALESİ’NİN COĞRAFİ DURUMU

Caber, Türkiye sınırlarından 100 kilometre dışarda, Suriye ülkesinin kuzey bölgesinde, Fırat nehrinin sol kıyısında, suya doğru çıkıntı yapan bir tepeciğin üzerinde kurulmuş eski bir kaledir. Rakka’dan Ba’is’e uzanan yol üzerinde bir konak yeridir. Caber kalesi, bugünkü Rakka şehrinin 50 km, batısında, Fırat’ın sağ yakasında bulunan Sıffin’in karşısında ve Haleb’in 110 km. doğusundadır.

Fırat nehrine bilim bir tepe çıkıntısı üzerinde henüz birçok kısımları sağlam duran Caber kalesinin eteğinde 600 metrekarelik tel örgü içinde Türk Mezarı, Türk jandarma karakolu bulunmaktadır.

Buralarda oturanlar, konar göçer Türk, Arap oymaklarıdır: Çapar, Bekmişli, İlbegli, Karaşıhlı, Çadırlı, Güllü, Güvenç, Saygül gibi Döger ulusunun çeşitli oymakları buraları kışlak yaptıkları gibi Vilde adında Arab bedevi aşireti de yazın bu kale yıkıntısı dolayında konaklar.

İslamlıktan önce’ var olan, yapım tarihi kesinlikle bilinmeyen kale, geçit ve uğrak bir yerde olduğundan birçok tarihi olaylara sahne teşkil etmiştir. Bugün eski önemini çok yitirmiş olan kale ve dolayları, tarihi, turistik varlığını sürdürmektedir.

CABER’İN ADLARI

Davsara: Caber kalesine İslamlıktan önce İslamlığın başlarında (Davsara) denmişti. Arap coğrafyacıları ise (Davsar) demiştir. Davsar adı her ne kadar tarihi bir esasa dayanmıyorsa da Arap coğrafyacıları şöyle der: Munzur oğlu Lokman’ın kölesi Davsar burayı almış olduğu için onun adı verilmiştir. Daha sonralan bu kaleye Caber kalesi denmiştir. Bu adın da konuş sebebi şöyledir: Selçuklular çağında burayı alan, Kuşeyriler’den Sabiku’d-din Caber’in adına izafetle buraya  Caber denmiştir.

Caber’in anlamı kısa boylu demektir.

Evliya Çelebi şöyle der: Cafer Kuşeyri bu kaleyi yapıp, Etrak şivesinde Caber’e tebdil etmiştir. Kale dibinde ziyaretgâh-ı Süleyman Şah vardır.

Çapar: Yer adının Caber şeklinde söylenişi ve bunun tarihi bir kaynağa dayanmayışı, bölgenin Abbasoğulları’ndan beri Türkler’in at oynattığı bir yer olması, bize Caber’in, Türkçe bir söz olan Çapar’dan Arapçalaştırılmış bir kelime olduğu kanaatini de uyandırmaktadır. Çapar, bir Türk boyunun adıdır. Bu boyun bir oymağı da Fırat boylarında yazı konusu ettiğimiz topraklarda yaşaya gelmişlerdir. Yine Çapar: posta katarı demektir ki, bu kale de yol üzerinde konak yeri olduğuna göre Çapar kalesi olması mümkündür.

Kırım’da da Türk ülkesi içinde “Caber berdi”, “Cafer berdi” gibi yer adları vardır.

TÜRKLER’E VERİLİYOR

Kale Osmanlılara geçince Rakka kazasına bağlı bir nahiye merkezi olmuş, imparatorluğun Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine 1918 sonlarına doğru İngilizler tarafından işgal edilmiştir.

Daha sonra  “Milletler Cemiyeti”nin .kararıyle kale, Fransızlar’a, Fransızlar’ın Suriye’yi terk etmeleri üzerine de Suriye’ye geçmiştir. Kalenin eteğinde bulunan “Türk Mezarı” 192l’de, Türk – Fransız uyuşması ile Türkiye’ye geçmiştir.

Türk Mezarı, Türkiye’nin sınırları dışında kalan, üzerinde Türk bayrağı dalgalanan tek toprağıdır.

TÜRK MEZARI ÜZERİNDEKİ HAKKIMIZIN KAYNAĞI

Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Osmanlı İmparatorluğu, ülkelerinden Suriye’yi ve Güney Anadolu’nun bazı bölgelerini Milletler Cemiyeti, Fransa’nın himayesine (mandasına) vermişti.

Türkiye Büyük ‘Millet Meclisi hükümeti ile Fransa hükümeti, iki ülke arasında bir uyuşma sözleşmesi isteğinde bulundular. Bizim hükümetimiz, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk’i; Fransızlar, eski bakanlarından Franklen Buyyon’u delege seçtiler. Bunların kararlaştırdıkları anlaşma “Ankara İtilafnamesi” veya “Türk-Fransız İtilafnamesi” diye anılır. Bu andlaşmanın 9. maddesi şöyledir:

Madde 9 – Sülale-i Osmaniye’nin müessisi [Osmanlı Hanedanının kurucusu]  Sultan Osman’ın büyük pederi [babası]  Süleyman Şah’ın, Caber kalesinde kâin [bulunan] ve Türk Mezarı namıyla maruf [tanınan, bilinen] merkadi [kabri], müştemilatıyle [çevresiyle]  beraber Türkiye’nin malı olarak kalacak ve Türkiye orada muhafızlar ikame [bulundurup] ve Türk bayrağı keşide edebilecektir [çekebilecektir].

TÜRK MEZARI

Başta Âşık Paşazade (1400-1495 sonrası) olmak üzere, Osmanlı vak’anüvislerine göre, Caber kalesi, Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in büyük babası olan, Kaya- Alp oğlu Süleyman Şah’ın Fırat nehrini geçerken gömüldüğü yerdir. Yazarlar, kabre aynı zamanda Türk Mezarı da derler. Kalenin bizlerce ünü buradan gelir. Tarihçilerimize göre: Süleyman Şah, Kayı Han boyundan idi. Cengiz’in şeninden yerini, yurdunu bırakıp, Türkistan’ın Mahan yöresine konmuş, burada da güveni kalmayarak Ahlat’a, oradan Erzincan çevresine göçmüştü. Boyu 50-150 bin kişi arasında idi. Süleyman Şah buralarda bir süre kaldıktan sonra Cengiz fitnesi geçmiştir sanarak yurduna dönmeye karar verili. Haleb vilayetinde “Caber” adlı kale yanından, Fırat ırmağını geçerken, atından suya düşerek boğuldu. Ölüsü, adı geçen yere gömülmüş ve mezarı “Türk Mezarı” diye ün almıştır (1224).

Bu olay üzerine Süleyman Şah’ın Gündoğdu ve Sungur Tekin adlarındaki iki oğlu Orta Asya’daki yurtlarına, Ertuğrul ve Dündar adlarındaki oğulları da yanlarında 4- 5 yüz aile olduğu halde Haleb yöresinde kaldılar. Buradan da Pasin, Sürmeliçukur taraflarına geçtiler. Burayı beğenmediler, fakat o sırada Ertuğrul Bey, savaşan iki ordu ile karşılaştı. Yenilmekte olana yardım etti. Bu, Selçuklu ordusu idi. Hükümdar, Ertuğrul’u Söğüt, Domaniç Beyi yaptı.

Evliya Çelebi de Seyahatnamesi’nde Ertuğrul, babasını Murad kenarındaki Caber kalesi dibinde defnetmiştir, demektedir. Türk Ansiklopedisi de bu görüşü benimser. Ermeni tarihçi İnciciyan da, Süleyman Şah’ın Haleb yakınında Caber kalesi önünde boğulduğunu yazar.

TÜRK MEZARI’NDA KİM YATIYOR?

Süleyman Şah’ın Türk mezarında yatan şahıs olduğu inancı yüzlerce yıl devam etti. Bir aralık, Türk mezarında yatan şahsın Ertuğrul’un babası Süleyman Şah’la ilgisi olmadığı görüşü yaygınlaştı.

Suriye’de, Caber kalesindeki Türk mezarının Anadolu fatihi ve Türkiye devletinin kurucusu Selçuklu Kutalmışoğlu I. Sultan Süleyman Şah’ın mezarı olması en kuvvetli ihtimaldir. Çünkü Süleyman Şah, Haleb yakınlarında bir vuruşmada ölmüştür. Bu mezarın, Osman Gazi’nin büyük babası olduğu iddia edilen hayali bir Süleyman Şah’a ait olması ihtimali yoktur. Asırlarca buna inanmış olmakla birlikte, Osman Gazi’nin büyük babası ve Ertuğrul Gazi’nin babasının adı “Gündüz-Alp”tir.

Caber’deki Türk Mezarı’nda yatan kişinin Kaya-alp oğlu Süleyman Şah olmayıp da Kutalmışoğlu Süleyman Şah olması düşüncesini taşıyanlara, yüz yıllardan beri birinci düşüncede olanlar bayağı üzülmekte, içlerinden kutlu bir duygu koparılmış gibi kederlenmekteler.  Bunlar belki de Kutalmışoğlu’nu iyi tanımadıklarından, üzülmekte haklıdırlar.

Türk mezarında yatanın bugün için Kutalmışoğlu Süleyman Şah olduğu da kesin olarak söylenemez. Çünkü bu ünlü fatih, Caber’de değil, ona 110 kilometre daha uzakta bulunan Haleb’te şehit olmuştur.

Prof. Osman Turan, İslam Ansiklopedisi’nin 110. fasikülünde, Kutalmışoğlu Süleyman Şah hakkındaki uzun yazısını bitirirken, Türk Mezarı’nda yatanın bu Süleyman Şah da olmadığını ileri sürerek, “Türk mezarı hakkında, elimizde mevsuk bir kayıt mevcut değildir” der.

BAYRAĞIMIZIN DALGALANDIĞI YER

Ankara antlaşması ile Suriye sınırları içinde Türk mezarı olarak bayrağımızın dalgalandığı yer 600 metrekare alanındadır. Bunun etrafı dikenli telle çevrilmiştir. Tel örgüye giriş kapısı üzerindeki karşılıklı ay ve içinde yıldız bulunan bir süs vardır. Kapının yanında bir nöbetçi kulübesi bulunur. Burada, 1921 yılından beri nöbet tutulmaktadır. İçerde, Türk mezarı, jandarma karakolu ve müştemilat vardır.

Tel örgünün dışında ve yakınında Suriye hükümetinin jandarma karakolu vardır.

Burada çevre boş topraklarla örtülü olduğundan, yasa dışı olaylarla karşılaşılmaz.

TÜRBE

Andlaşmanın verdiği hakka dayanılarak Caber kalesi eteklerinde bulunan Türk mezarını kaplayan türbeye bayrak çekilir. Mezarın kapısının üstünde “Süleyman Şah’ın Türbesidir” ibaresi yazılıdır.

Bu türbe hakkında Yüksek Mühendis Mimar Doğan Erginbaş 1950 yılında çıkardığı (Anıtkabirler ve Zafer – Asker Anıtları) kitabının 18. sayfasında: Süleyman Şah’ın Fırat kenarındaki türbesi, Selçuklu motifleri ile süslenmiş, çöl karakterinde, kerpiçle yapılmış denilmektedir. Bilindiğine göre türbe, yeniden II. Sultan Hamid tarafından yaptırılmıştır.

II. Sultan Hamid, atalarının ve büyüklerinin türbelerini yaptırmak ve onarmak suretiyle iyi davranışlarda bulunmuştur. Söğüt’teki Ertuğrul Gazi Türbesi’ni, Nasreddin Hoca’nın, Namık Kemal’in türbelerini de o yaptırmıştır. Türk Mezarı’ndaki türbe, son defa 1936 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nca onarılmış, korunmasına bakmak üzere de bir kişi tayin edilmiştir.

Türbenin içi 10 metre uzunluğunda, beş metre genişliğindedir. Baştaki mihrabın önünde bir rahle vardır. Yandaki rafta ise bir mushaf bulunur.

Tavanda, elektrik lambası ve bir kandil sarkmaktadır. Yerde, çok kıymetli halılar serilidir. Türbede üstü kadife örtülü üç mezar vardır. Örtülerin üzerine ayetler işlenmiştir. Bu örtüler eskidikçe Ankara’dan yenisi gelir.

Orta yerdeki büyük mezar Süleyman Şah’a aittir. Ötekiler, torununun ve bir yakının olduğu söylenir.

Türbenin içinde yeni harflerle yazılı büyük bir kitabe vardır. Bu yazılar, İslam Ansiklopedisi Caber maddesinden olduğu gibi alınmıştır.

KARAKOL BİNAŞI

Türbenin bulunduğu yere nöbetçi jandarmalarımızın barınması için bir karakol yapılmıştır. Bu yapı, yukarda sözünü ettiğimiz tel örgü içindedir. Binanın ortasında, Süleyman Şah Jandarma Karakolu diye yazılıdır. Üzerinde Türk bayrağı bulunan bina, kiremitti olup, çevrenin en güzel yapısıdır. Duvarlar badanalanmıştır. Tel örgü içindeki bir kuyudan su ihtiyacı sağlanır. Su yetmezse, Fırat’tan da faydalanılır.

Karakol binasının içi, bir batarya ile elektrik sağlanarak aydınlatılır.

NÖBET İŞİ

Türk mezarını, jandarmalarımız bekler. Urfa’nın Akçakale kazası jandarma komutanlığına bağlı olan birlik, dokuz er, bir de astsubaydan ibaret olmak üzere on kişidir. Her ay Urfa ilinden gelen bir kamyonla nöbet değiştirilir.

Jandarmalardan başka bir de, mezarı bekleyen türbedar vardır. O da her gün türbede bulunur. Ancak ay başlarında nöbet değişiminde Urfa’ya gidip, ihtiyaçlarını sağlar.

Fırat kıyısını gezen ve “tarih nüvis-i Al-i Osman” unvanını alan Naci, “Tarih-i Selatıyn-i Al-i Osman” eserinin “Ertuğrul Bey Gazi” bölümünde şöyle seslenir:

Zikre şayandır Fırat’ın her yeri,

Ben ki bir Türk’üm unutmam Caber’i.

Türk olan nimet-şinas olmak gerek,

Var yeri gitsem “Mezar-i Türk”e dek.

Gaziantep dolaylarında söylenen bir manide de:

Al önlüğün alası

Yıkıl Caber kalası

Ben bu suya çıkmazdım

Hep analık belası

diye geçer.  Pek sade, fakat düşündükçe genişleyen ve manası artan bir mani. [2]

 

DİPNOTLAR

[1] Ali SEVİM, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1990, s. 40-42

[2] Kerim YUND, “Caber Kalesi”, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 2 (Mart 1970), s. 22-26

 

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Türk Tarihi

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten Anılar: İstiklal Savaşımızda Tarih Bilgisinin Rolü [*]

Published

on

Yaşamakta olduğumuz bugünü anlamak için en yakın tarihimizin türlü evrelerini incelemek ve öğrenmek zorundayız. Çünkü kırk yıl önceki, Türk yaşayışı ve düşünüş biçimi ile bugünkü arasında büyük farklar vardır. Bugünün gençlerinin, yaşadıkları yıllarla ölçülen bu geçmişe, bir daha dönmemek için, ulusça çekilen ıstırapları en iyi bilmeleri gerekir.

Tarih, bugünkü kurumların aslını inceleyerek, onları iyice anlamak fırsatını verir. Bu inceleme, en yakın dünümüzden başlayarak, mümkün olduğu kadar gerilere doğru gidilerek yapılır. Çünkü asıl o zaman olayların derin sebepleri anlaşılabilir. Fakat şuna dikkat etmek yerinde olur ki, geçmişin bugünü anlatmasından ziyade, bugünkü durum geçmişi daha iyi açıklar. Bugün gördüğümüz olayların tarihteki ilk izlerini ve kuruluşunu bilmek ise, bugünü daha iyi değerlendirmemizi sağlar. Onun için tarih okumak ve bilmek, hemen herkes için ve her meslek için, lazımdır.

Konu olarak, üzerinde durmak istediğim konu, İstiklal Savaşımızda tarih bilgisinin birçok sorunları halletmekte ve kamuoyunu hazırlamakta nasıl bir faydası olmuştur? Bunu belgelere dayanarak açıklamaya çalışacağım.

Atatürk, İstiklal Savaşımızın Başkumandanı, Bü­yük Millet Meclisi’nin Başkanı sıfatıyla Cumhuriyetimizin kurucusudur. İstiklal Savaşımızda ulusal birlik O’nun etrafında toplandı. Orduyu askeri dehasıyla yöneterek zafere ulaştırdı. Bir taraftan da Büyük Millet Meclisi’nde bütün hukuki kuvvetleri topladı. Ulusa, ülkeye ait her sorunun hallini Büyük Millet Meclisi’nden çıkarttı. Ankara’da, 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan bu Meclis tarihimizin en buhranlı sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Burada fikirler ve zihniyetler ekseriya çok farklı olmuştur.

İşte Atatürk’ün de Meclis’e, kâh başkanlık ederken gösterdiği otorite ile kâh kürsüde söz söylerken, hitabet, siyaset, ilim ve fen bakımlarından da, üstün kuvvetini sezmemek mümkün değildir.

İnönü, bir makalesinde bu mesele için şöyle der:

Atatürk’ün cemiyet [toplum] ile söyleşmek ve onunla iş görmek hevesi bu memlekette pahası ölçülmez iyilikler yapmıştır. 1919 İhtilali’ne girdiğinden itibaren, fikirlerini kongrelere, heyetlere ve fertlere anlatmaya çalışıyor. Nihayet çetin silah hareketleri ile hallolunacak muğlak [çapraşık] davalar için, her şeyden evvel cemiyeti ikna etmeye, yani cemiyet yapmaya teşebbüs ediyor. Bu zihniyetin en büyük eseri 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meydana gelmesi olmuştur. Harp ve ihtilal içinde bulunan bir milletin meselelerini Meclis ile idare etmek kolay bir iş değildir. Atatürk’ün cemiyet içinde yer tutmak ve çalışmak hassasıdır [özelliğidir] ki, bu temiz ve çetin idareyi bize temin etmiştir.

Atatürk İstiklal Savaşı esnasında beş büyük sorun ile uğraşmış ve mücadele etmiştir: 1.Askeri cephelerde, 2.Yabancı devletlere karşı güdülen siyasette, 3.0smanlı hükümetine karşı, 4.Büyük Millet Meclisi’nde, 5.Halkı, fikirleri ile hazırlamada.

Bütün bunlara etkisi olan bir konu üzerinde duracağım: Tarih bilgisi.

Atatürk, tarihi, kendi ifadesine göre okul sıralarındaki derslerinden itibaren, çok severdi. Bütün hayatının her devresinde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Benim de tanık olduğum, sırf tarih üzerindeki çalışmaları, bu bölüm konusunun dışında kalıyor. Çünkü bu yazılarımda bundan önceki devreyi ele alacağım.

Atatürk İstiklal Savaşımızın türlü safhalarının belgelerini Nutuk kitabında toplamış ve olaylar hakkındaki düşünceleri kendisi tarafından açıklanmış ve tespit edilmiştir. Nutuk örneğine az rastlanan bir tarih belgesidir.

Atatürk, askeri olaylar için harp tarihi bilgilerinden, bunlara kendi hayatındaki deneyimlerini de katarak yararlanmasını bilmiştir.

Şimdi yazılı belgeler üzerinde bir sıralama yapalım:

Atatürk Meclis’teki konuşmalarında tarihten örnekler verir. Ülkeyi dolaşırken, halk toplantılarında söz söylerken, tarihi konular, en heyecanlı konuşmalarını oluşturur.

28 Eylül 1925’te Atatürk Samsun’dadır. İstiklal Ticaret Mektebi’nde bir toplantıda nutuklar veriliyor; Atatürk onlara cevabında tarihten söz ediyor ve diyor ki:

Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir [geçmişe sahiptir]. Milletimizin hayat-ı asarını [yaşadığı yüzyılları] düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı, yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden, çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil [denk] olan, Büyük Türk devrine kavuşturur.

Bu sözleriyle Atatürk, Anadolu tarihindeki Türk varlığını, bin yıllık bir geçmişe dayatıyor. Bu yurda sahip oluşu tarih bilgisiyle kuvvetlendiriyor ve derinleştiriyor. Ondan sonraki sözler daha geneldir. Büyük Türk devrine işaretle yetiniyor.

Yine aynı nutkun bir başka noktasında, o toplantı da bir öğretmenine tesadüf ettiği için, en yakın geçmişten söz ediyor:

Bilirim ki bugünkü intibahı [uyanışı] düne, maziye medyunuz [geçmişe borçluyuz]. Her halde babalarımızın, analarımı­zın ve mürebbilerimizin [eğiticilerimizin], ruh ve dimağlarımı­zın [bilincimizin] inkişafında feyizli tesirleri [gelişmesinde verimli etkileri] vardır.

İzah etmek istiyorum ki ilk ilham, ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin lisanından, vicdanından terbiyesinden alınır. Bu ilhamatın mahzar-ı inkişaf [esinlerin gelişmeye değer] olması millet ve memlekete büyük ve derin alaka yaratan fikir ve duygularla, her an takviye olunmak [sağlamlaştırmak] lazımdır. Bu fikir ve duyguların membaı [kaynağı], bizatihi [özünden] memleket ve millettir. Milletin müşterek arzu ve temayülüne [eğilimine] temas etmek, onun icabatına hasır-ı mevcudiyeti [gereklerine varlığını vakfetmeyi], hareket düsturu [ilkesi] bilmek, hakiki yolda yürüyebilmek için yegâne esastır.

Atatürk 1927’de söylediği Büyük Nutuk‘ta, ise eski tarihten de örnekler almıştır. Burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe gömülme şeklini birçok yerlerden örnekler alarak, bir tarihi mantık zinciri dâhilinde yapıyor. Şu satırları Nutuk ‘tan alıyorum:

Hayat demek, mücadele, müsademe [uğraşma] demektir. Hayatta muvaffakiyet [başarı], mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinat eder [dayanır] bir keyfiyettir [durumdur]. Bir de insanların meşgul olduğu bütün mesail [sorunlar], maruz kaldığı bilcümle mehalik [tehlikeli durumlar], istihsal ettiği muvaffakiyetler [elde ettiği başarılar], maşeri [ortaklaşa], umumi bir mücadelenin dalgaları içinden tevellüt ede gelmiştir [doğmuştur].

Bu hayat düsturundan sonra tarih konusuna geçiyor ve diyor ki:

Akvam-ı Şarkiyye’nin [Doğu ulusları], akvam-ı Garbiyye’ye [Batı ulusları] taarruz ve hücumu, tarihin belli başlı bir safhasıdır. Akvam-ı Şarkiyye meyanında [arasında], Türk unsurunun başta ve en kavi [güçlü, zorlu] olduğu malumdur. Filhakika Türkler, kablelislam [İslam’dan önce] ve ba’delislam [İslam’dan sonra], Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, istilalar yapmışlardır. Garb’a taarruz eden ve istilalarını, İspanya’ya, Fransa hudutlarına kadar temdit eden [uzatan] Araplar da vardır.

Fakat her taarruza karşı daima, mukabil [karşı] taarruz düşünmek lazımdır. Mukabil taarruz ihtimalini düşünmeden ve ona karşı emniyete şayan tedbir bulmadan hareket edenlerin akıbeti [sonu) mağlup ve münhezim [bozguna uğramış] olmaktır, münkariz olmaktır [tükenmektir]. Garb’ın, Araplara mukabil taarruzu Endülüs’te acı ve şayan-ı ibret [ibret alınması gereken] bir felaket-i tarihiye [tarihi felaket]   ile başladı. Fakat orada bitmedi. Takip, Afrika şimalinden [kuzeyinden] de devam etti.

Mustafa Kemal burada Attila’nın Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırlattıktan sonra şunları söylüyor:

Selçuk Devleti enkazı üzerinde teşekkül eden Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Şarki [Doğu] Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere irca-ı nazar edelim [bakışlarımızı çevirelim]: Osmanlı tacdarları [padişahlar] içinde, Almanya’yı, Garbi [Batı] Roma’yı zapt ve istila ederek muazzam bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bulunmuş olanlar vardı.

Yine, bu hükümdarlardan biri, bütün İslam âlemini bir noktaya raptederek [bağlayarak] sevk ve idare etmeyi düşündü. Bu emelin şevkiyle Suriye’yi, Mısır’ı zapt etti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da, hem Avrupa’yı zapt etmek, hem âlem-i İslam’ı hükmü ve idaresi altına almak gayesini takip etti.

Garb’ın mütemadi [sürekli] mukabil [karşı] taarruzu, İslam Âlemi’nin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böylece cihangirane tasavvurlar ve emellerin, aynı hudut içine aldığı muhtelif unsurların adem-i imtizaçları [uyumsuzlukları], binnetice [sonuçta] emsali [benzerleri] gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu da, tarihin sinesine tevdi etti.

diyerek tarihin bütün devirleri üzerinde açıklamalar yapıyor.

Atatürk, güttüğü siyaset için, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinden iki suretle faydalanmıştır:

1. Osmanlı İmparatorluğu’nun, yaşamakta olan bazı lüzumsuz ve zararlı teşkilatını yıkmak isterken, onların kuruluş tarihlerini anlatmak ve bu suretle ömürlerini bitirmiş olduklarını belirtmek. Aynı zamanda bu örneklere tarih boyunca bakarken, onlar gibisini kurmamak. Demek ki bu noktada iki esas vardır: Bugün, bir teşkilatı yıkıp yenisini kurarken, eskisinin kuruluş ve gelişimini bilmek. Gelecek için, yenisi kurulurken, onun kötü taraflarını almamak.

2. Manevi kuvveti tazelemek ve cesaret vermek için, ulusal benliğin üzerinde durarak tarihten yararlanmak. Ülkeyi kurtarmak girişiminde ilerlerken, ulusun yeteneklerini, tarihten örnekler getirerek kuvvetlendirmek, manevi kuvveti yükseltmek.

27 Aralık 1919’da Mustafa Kemal’in Ankara’ya ilk gelişinde şehrin ileri gelenleri ile yaptığı konuşmadaki şu sözlerini okuyalım:

Cihanın malumudur ki Devlet-i Osmaniye pek vasi [geniş] olan ülkesinde bir hududundan diğer hududuna ordusunu sürat-i fevkalade ile [fevkalade hızlı] ve tamamen mücehhez [donanımlı] olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce, hüsnü-i iaşe ve idare ederdi [iyi besler ve yönetirdi]. Böyle bir hareket, yalnız ordu teşkilatının değil, bütün şuabat-ı idariyenin [yönetim kollarının] fevkalade mükemmeliyetine ve kendilerinin kabiliyeti olduğuna delalet eder.

İşte Mustafa Kemal’in bu sözleri, daha ilk mücadele yılında ulusun kuvvet ve kudretine işaret ederek ulusun yeteneklerini cesaretlendirmek içindi.

28 Ağustos 1925’te İnebolu’da halk ile konuşma yapıyor ve onlara şöyle hitap ediyor:

Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihinde medenidir, hakikatte medenidir… Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir.

diyor ve evvela bir tarihi gerçeği belirtiyor. Sonra da yeni devrimlerin benimsenmesi için telkinlerde bulunuyor.

Şimdi yukarıda birinci olarak ayırdığımız kısmın üzerinde bazı örnekler verelim… 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de [Türkiye] İktisat Kongresi toplanmıştır. Mustafa Kemal orada şunları söyler: “Tarih, milletimizin itila [yükselme] ve inhitatı [çöküş] esbabını [sebeplerini] ararken birçok siyasi, askeri, içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır.

Kapitülasyonların Lozan Antlaşması’nda ne kadar çetin münakaşalardan sonra kaldırıldığını biliyoruz… Ve O, kapitülasyonlar üzerinde konuşurken şu tarihi safhaları anlatır:

Fatih zamanında Cenovalılara verilen imtiyazlarla [ayrı­calıklarla] açılan yol, kendisinden sonra daima tevessü etmiştir [genişlemiştir]. Bu imtiyazat, bu istisnaiyet [ayrıcalıklar ve istisnalar], hükümetin en kuvvetli, en azametli zamanında vuku buluyordu, mahza bir Müsaade-i Şahane [padişahın izni], bir İhsan-ı Şahane [padişahın lütfu] olmak üzere vuku buluyordu.

Cümleniz hatırlayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman, Venedikliler ile ticaret taahhüdüne girişmeyi, kendi şerefine ve izzet-i nefsine mugayir [aykırı] buldu. Zira onun zihniyetine göre muahede [antlaşma] yekdiğerine müsavi [eşit] milletler arasında yapılırdı. Venedik halkı, Osmanlı Devleti’ne müsavi [eşit] olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya esiri vaziyetinde idi. Binaenaleyh, Zat-ı Şahane [padişah] böyle bir muahede yapamazdı. Fakat ona müsaadatta bulundu [izin verdi]. İşte bu “müsaade” kelimesi kapitülasyonlar kelimesi ile tercüme edilmiştir. Hâlbuki biliyorsunuz, kapitülasyon kelimesi bir kale içinde muhasara olunan [kuşatılan], bütün esbap-ı vesait-i tedafüiyesini [savunma araçlarını] kullandıktan sonra arz-ı teslimiyete mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi padişahımızın müsaadesi diye tercüme ederek kullanmış bulunuyorlar.

Bir başka örnek: Başkumandan Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi ile Büyük Taarruz arasındaki zamanda, İslam tarihi okumaktadır. Her vesile ile rastladığı kimselere bu tarihten sualler sormakta ve kamuoyunu hazırlamaktadır.

Büyük Taarruz neticesinde askeri zafer tamamlanmış ve ülke düşman kuşatmasından kurtarılmıştır. Büyük Millet Meclisi’nde, 1 Kasım 1922’de çok önemli bir mesele üzerinde çetin müzakereler cereyan etmektedir. Çünkü zafer kazanan Büyük Millet Meclisi Hükümeti yanında, ihaneti sabit olan İstanbul Hükümeti de, Barış Konferansı’na çağrılıyor. Atatürk karar veriyor: “Saltanat hilafetten ayrılacak. Bu suretle, Osmanlı hanedanından devlet reisi olan zat, yalnız din reisi yani halife olarak kalacak.” Gazi Mustafa Kemal’in savaş esnasında okuduğu İslam tarihinin manası şimdi anlaşılacaktır.

Bu meselede Meclis’teki durum, çok karışıktır ve fikirler henüz istenildiği kadar olgun değildir. Heyecanlı ve tarihi bir oturum olan bu toplantıda, bilimsel kanıtlar istenmektedir. Atatürk bu vesile ile tarihten büyük ilham almıştır. Oradaki beyanatı, hilafetin tam tarihini anlatır. Halifeliğin kökenini, görevlerini, Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet başkanlığı ile birleşmesini. . . Kısacası bu uzun açıklama bir tarih dersidir, fakat aynı zamanda Meclis’te bulunanların fikirlerinin kendi kararına uymasını sağlamıştır. O açıklamalarında, İslam tarihi içinde halifeliğin geçirdiği devirleri anlattıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na geçişini şu şekilde açıklar:

Selçuk Devleti’nin idaresinde teşeddüt [şiddet] hâsıl olması üzerine Türkler 699 tarih-i hicride Selçuk Devleti yerine, Osmanlı Devleti’ni ihyaen tesis eylediler [yeni bir güç olarak kurdular]. Bu devletin ulularından Yavuz hazretleri 924 tarih-i hicride, Mısır’ı zapt eylediği zaman, orada idam eylediği Mısır hükümdarlarından başka unvanı olan bir zat buldu. Halife sıfatının böyle bir şahsı-ı aciz tarafından kullanılması, âlem-i İslam için şin olduğuna şüphe etmediğinden, o sıfatı, Türkiye devletinin kuvvasına [kuvvetlerine] istinat ettirmek [dayandırmak], ihya ve i’la eylemek [canlandırmak ve yüceltmek] üzere aldı.

Osmanlı Devleti ki 699’da teessüs etmişti [kurulmuştu], Hilafet’i aldığı tarihten ancak elli sene sonrasına kadar tarih-i cihanda [dünya tarihinde] devr-i i’tila [yükselme devri] denilen ve muvaffakiyet-i mütevaliye [üst üste başarılar] ve azime ile mali olan, takriben üç asırlık bir devir yaşadı. Ondan sonra inhilal [dağılma] başlıyor. Devri inhitatın [çöküş devrinin] her safhası Türkiye Devleti’nin hudutlarını biraz daha darlaştırı­yor. Türk milletinin maddi ve manevi kuvvetlerini biraz daha fazla taksim ediyor, devletin istiklalini [bağımsızlığını] darbeliyor, arazi, servet, nüfuz ve haysiyet-i millet azami bir süratle mahv ve heba oluyor. Nihayet Al-i Osman’ın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahdettin’in devri saltanatında Türk milleti, en derin hufre-i esaretin [esaret çukurunun] önüne getiriliyor.

Atatürk, Vahdettin’in hıyanetinden ve şahsi saltanatın zararlarından söz ettikten sonra, katiyetle şunları söylüyor:

Artık, milletin, en makul ve en meşru ve en insani salahiyetini istimal etmek [kullanmak] zamanı geldiğine tereddüt kalmamıştır. Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osmanlı devleti tesis eden ve bunların hepsini hadisat [olaylar] ile tecrübe eyleyen Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında, bir devlet tesis ederek bütün felaketlerin karşısında memur olduğu, kabiliyet ve kudretle ahz-i mevki etti [yer aldı]. Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün efradı [bireyleri] tarafından müntehip [seçilmiş] vekillerden terekküp eden [oluşan] bir Meclis-i Ali’de [Yüce Meclis’te] temsil etti. İşte o Meclis, “Meclis-i Aliniz”dir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Ve bu makam-ı hâkimiyetin hükümetine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir makam-ı saltanat, bundan başka bir Heyet-i Hükümet yoktur ve olamaz.

Bu sözleri ile Mustafa Kemal, demokrasi esaslarına dayanan yeni Türk devletinin resmen temelini atmış bulunuyor. Bunun neticesinde ilk adım olarak, saltanat kaldırılmış ve hilafet ayrılmıştır. İkinci adım bildiğimiz gibi, 3 Mart 1924’te hilafetin de lağvedilmesidir. Atatürk hilafet meselesini Büyük Nutuk’unda açıklarken şöyle diyor:

Halka sordum, bir devlet-i İslamiye olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir salahiyetini [yetkisini] tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü devletinin istiklalini, milletinin hâkimiyetini muhildir [bozar]. Millete şunu da ihtar ettim ki, kendinizi cihanın hâkimi zannetmek gafleti artık devam etmemelidir. Hakiki mevkiimizi dünyanın vaziyetini tanımaktaki gafletle, gafillerce uymakla milletimizi sürüklediğimiz felaketler artık yetişir. Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.

Bu suretle halifelik, ömrünü bitirmiş bir teşekkül olarak Büyük Miller Meclisi’nin kararı ile tamamen kaldırılmıştır. Meclis, tarihten aldığı derse göre, bunun · yerine bir yenisini de koymamıştır.

Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki Atatürk, tarih bilgisine çok kuvvetli olarak sahip bulunuyordu. Hayatının her devresinde tarih okumuştur. Tarihin yeni keşifleriyle de derinden ilgilenmiş ve Türk Tarihi bilimine yepyeni bir yol açmıştır. İstiklal Savaşımız sıralarında ise türlü fırsatlarda söylediği sözlerde tarih, bazen ulusal bir heyecan kaynağı oluyor, bazen de, tarihi bilimsel bir konu olarak eline aldığında, en büyük yetki ve açıklıkla konuşuyor. Tarih, yasalaştırmak istediği meseleler için dayanak noktası oluyor. Tarihten deliller getirerek, ikna edici örnekler veriyor, neticelerini gösteriyor. Bozulmuş kurumları yıkarken, onların tarihte geçirmiş oldukları evrelerin bilinmesiyle, ömürlerinin tamam olduğuna inanıyor. Onun için kendisi, bir devlet başkanı olmuştur, fakat asla bir ‘halife’ olmak istememiştir. Çünkü tarihte ve uygulamalarda, siyasi hayat için, halifeliğin büyük bir rolü olmadığını biliyordu. O, yalnız Türklüğün birliğini temin ederek bu devleti kurdu. Panislamcılığın, Pantürkçülüğün birer hayal olduğunu ve tarihte asla gerçekleşmemiş olduğunu anlamıştı. Hayaller ve imparatorluklar peşinde gitmeyi asla istememiştir ve böyle hayalleri milletine telkin etmemiştir. Atatürk, bütün devrimlerinde olduğu gibi, bunda da yapılabilecek işlerin sınırını aşmamıştır.

Bu örnekleri Atatürk’ten aldım, bütün nutuklarını taradım, tarihten bahsettiği kısımlardan bazılarını topladım ve göstermek istedim ki, bir devlet kurucusunun, bir büyük siyaset adamının kişiliğinde, kararlarında tarih bilgisi ne büyük rol oynar ve ulusun kaderini nasıl değiştirebilir?

Tarih bilmenin büyük faydaları her sahada tecrübe edilmiştir. Tarih, siyaset adamlarına lazımdır. Bir kumandanın en çok bileceği şeylerden biri “Harpler Tarihi”dir; her ilim adamı, uğraştığı sahanın tarihini iyi bilirse, yeni keşifler için kendisini o kadar hazır bulur; edebiyatçı tarihten konu ve örnekler alır, bir mimar eski tarihi anıtlardan ilham alırsa, kendisi de bunlar gibi büyük eserler yapabilir. Velhasıl tarihin girmediği saha ve lüzumlu olmayan meslek tasavvur edemiyorum. Ulusal yurt tarihi ise, her bilgimizin temelini oluşturmalıdır.

Yazımı Atatürk’ün, 28 Eylül 1925’te Samsun İstiklal Ticaret Mektebi’nde, daima tazeliğini ve dinamizmini koruyan düşüncelerini anlatan şu sözleriyle bitirmek isterim:

Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayatta muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir [en gerçek yol gösterici bilimdir], fendir, ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir [sapkınlıktır]. Yalnız, ilim ve fennin, yaşadığımız her dakikada safhalarının tekâmülünü idrak etmek [evrelerinin gelişimini anlamak] ve terakkiyatını zamanında takip eylemek [ilerlemesini zamanında izlemek] şarttır.

 [*] Bu konferans 1 Aralık 1944’te DTCF’de, 8 Ocak 1945’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, 31 Mayıs 1966’da ise Kayseri Halkevi’nde verilmiştir.

[Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Yeni Baskıya Hazırlayan: Arı İnan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.125-137]

Continue Reading

Türk Tarihi

İstanbul’un İtilaf Devletleri Tarafından Fiilen İşgali (13 Kasım 1918)

Published

on

Giriş

13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri donanmasının İstanbul Boğazı’na girişi, Osmanlı tarihinin son döneminin en kritik olaylarından biridir. Mondros Mütarekesi imzalanmış olsa da, İstanbul’a uygulanan fiilî işgal, mütareke hükümlerinin ötesine geçen bir kontrol mekanizması yaratmıştır. Bu olay, yalnızca askerî hâkimiyetin kurulduğu bir an değil; Osmanlı yönetiminin meşruiyet kaybı, şehir düzeninin dönüşümü, sosyal moral çöküşü ve eşzamanlı olarak milli direniş fikrinin doğuşunu simgeleyen bir dönemeçtir.

Bu çalışma aşağıdaki sorulara cevap aramaktadır:

İşgale giden yolda hangi diplomatik, askerî ve psikolojik mekanizmalar rol oynamıştır?

13 Kasım 1918, Osmanlı egemenliği açısından hangi kırılmayı temsil etmektedir?

Fiilî işgal ile resmî işgal arasında nasıl bir fark vardır ve tarih yazımı bu ayrımı neden sıklıkla göz ardı etmektedir?

İşgal İstanbul’un toplumsal hafızasında nasıl bir iz bırakmıştır?

Bu olay, Millî Mücadele’nin fikri zeminini hangi açılardan tetiklemiştir?

1. Mondros Mütarekesi’nin Siyasal Anatomisi ve İşgale Giden Süreç

1.1. Eleştirel Tarih Yöntemi Açısından Mütareke Maddelerinin Yorumu

    Mütarekenin 7. maddesi, belirsizliği sebebiyle diplomatik genişletmeye en açık maddedir. İngiliz belgeleri “İstanbul’un düzeni tehlikede” yorumunu meşru kabul ederken, Osmanlı heyeti bu maddeyi yalnızca savaş bölgeleri için geçerli görmüştür.

    Burada “metin ile niyet” arasındaki boşluk işgale zemin hazırlamıştır.

    1.2. Boğazlar Sorununun Uluslararası Boyutu

    Boğazların kontrolü, İngiltere’nin 19. yüzyıldan itibaren benimsediği deniz üstünlüğü stratejisinin çekirdek unsurudur.

    • İngiltere: Boğazların uluslararasılaştırılması
    • Fransa: İstanbul üzerinde kültürel nüfuz
    • İtalya: Akdeniz’de denge unsuru
    • Yunanistan: “Megali Idea” bağlamında fırsat arayışı

    İstanbul, yalnızca Osmanlı Devleti için değil, Büyük Güçler arası hegemonya mücadelesinin kesişim noktasıdır.

    1.3. Osmanlı Devleti’nin Yapısal Çöküşü

    1918 sonbaharında Osmanlı’nın:

    • bütçe açığı,
    • ordunun dağılması,
    • gıda krizi,
    • bürokratik çöküş,

    gibi yapısal sorunları işgale zemin hazırlamıştır.

    Eleştirel tarih yöntemi bu noktada “işgal”i yalnızca dış müdahale değil, iç zayıflığın sonucu olarak da ele alır.

    2. 13 Kasım 1918: İtilaf Devletleri Donanmasının İstanbul’a Girişi

    2.1. Donanmanın Kompozisyonu

    İngiliz arşivlerine göre Boğaz’a giren filo:

    • 22 İngiliz
    • 12 Fransız
    • 17 İtalyan
    • 4 Yunan
    • Yardımcı gemiler

    toplam 55–61 gemi arasında değişmektedir.

    Bu güç gösterisi yalnızca askerî değil, psikolojik bir şok stratejisidir.

    2.2. Tanıklıklar: Mustafa Kemal ve İstanbul Halkı

    Mustafa Kemal’in Haydarpaşa’da gördüğü manzara karşısında söylediği:

    “Geldikleri gibi giderler.”

    ifadesi, askeri liderlik psikolojisi açısından bir “direniş çerçevesi” inşa etmiştir.

    Halide Edib ise bu günü “şehrin ruhunun esir alındığı gün” olarak tanımlar.

    2.3. Şehir Sosyolojisi Açısından İşgalin Tasviri

    İşgal günü:

    • Galata Köprüsü’nde toplanan kalabalığın sessizliği
    • Tophane rıhtımına indirilen birlikler
    • İstanbul polisinin pasifize oluşu
    • Pera’daki gayrimüslim cemaatlerin temkinli kutlamaları

    gibi unsurlar şehir sosyolojisinin “eşzamanlı çoklu duygular” barındıran yapısını ortaya koyar.

    3. Vaka Analizleri: İşgalin Çok Boyutlu Etkileri

    Vaka 1: Osmanlı Yönetim Aygıtının Çöküşü ve Tevfik Paşa’nın Görevlendirilmesi

    Tevfik Paşa’nın getirilmesi İngilizlerin “ılımlı, denetim altına alınabilir hükümet” arayışıyla uyumludur.

    Bu, klasik sömürge stratejisinin bir türüdür: Yerel yönetimi tamamen devirmeden etkisiz kılmak.

    Vaka 2: Polis Teşkilatının Yeniden Düzenlenmesi

    İngiliz subayları polis merkezlerinde denetim noktaları kurmuş, atamalara müdahale etmiş, “güvenilir” görülen isimleri öne çıkarmıştır.

    Bu durum fiilî işgalin “hiyerarşi kırma stratejisi”dir.

    Vaka 3: Basının Kontrol Altına Alınması

    Peyam-ı Sabah gibi gazeteler İngiliz yanlısı çizgiye evrilmiş; İleri ve Yeni Gün gibi gazeteler baskı altına alınmıştır.

    Bu, modern anlamda enformasyon savaşının erken bir örneğidir.

    4. Fiilî İşgal – Resmî İşgal Ayrımı: Tarih Yazımı Eleştirisi

    Türk tarih yazımında “öğretim kolaylığı” gerekçesiyle İstanbul’un yalnızca 16 Mart 1920’de işgal edildiği aktarılır. Ancak:

    • egemenlik kaybı,
    • idari müdahale,
    • askerî sınırlama,
    • polis ve basın kontrolü,

    ölçütleri dikkate alındığında 13 Kasım 1918 tam nitelikli bir fiilî işgaldir.

    Eleştirel tarih yazımı, devletlerin “resmî söylem”leri ile arşiv gerçekleri arasındaki farkı açığa çıkarır.

    5. İşgalin Psikolojik ve Toplumsal Etkileri

    5.1. Moral Çöküş ve Mill Kimliğin Yeniden İnşası

    İşgal, İstanbul halkında:

    • yenilmişlik,
    • belirsizlik,
    • öfke,
    • utanç,
    • milliyetçi uyanış

    gibi duyguları aynı anda tetiklemiştir.

    5.2. Aydınlar Üzerindeki Etkiler

    Ahmet Emin Yalman, Halide Edib, Celal Nuri gibi yazarların günlüklerinde:

    • “Öfke”
    • “Aşağılanma”
    • “Direniş gerekliliği”

    temaları baskındır.

    5.3. Millî Mücadele’nin Psikolojik Kaynağı

    Mustafa Kemal’in 1918–1919 arasında İstanbul’da yaptığı temaslar, işgal psikolojisinden doğan direniş enerjisini Anadolu’ya taşıyan bir “fikri köprü” oluşturmaktadır.

    Sonuç: 13 Kasım 1918’in Tarihi Konumlandırılması

    Bu makalenin kapsamlı analizi göstermiştir ki:

    • İstanbul’un işgali diplomatik, askerî, psikolojik ve idari boyutları olan çok katmanlı bir harekettir.
    • 13 Kasım 1918, 16 Mart 1920’den bağımsız düşünülemez; ancak bu ilk tarih egemenlik kaybının başlangıcıdır.
    • Bu olay, milli kimliği yeniden kuran bir “travmatik başlangıç anı”dır.
    • Millî Mücadele’nin ruhu, bu işgal gününde şekillenmiştir.

    Kaynakça

    Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar I, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1977, s. 54-57

    Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü I, TTK Yayınları, TTK Basımevi, Ankara, 1993, s. 24-26

    Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele I (Mutlakıyete Dönüş 1918-1919), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2004, s. 79-114

    Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul 1918-1923, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.

    Zekeriya Türkmen, “İstanbul’un İşgali ve İşgal Dönemindeki Uygulamalar (13 Kasım1918-16 Mart 1920)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XVIII, Temmuz 2002, Sayı: 53, s. 319-372

    Abdurrahman Bozkurt, “İstanbul’un İşgali”, Atatürk Ansiklopedisi

    https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/690/%C4%B0stanbul’un-%C4%B0%C5%9Fgali

    Continue Reading

    Türk Tarihi

    Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918)

    Published

    on

    Osmanlı Devleti’nin Çöküşü ve Türk İstiklal Mücadelesinin Başlangıç Noktası

    Özet

    I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Osmanlı Devleti, askerî ve ekonomik açıdan tükenmiş bir hâle gelmiştir. İttifak Devletleri’nin savaşı kaybetmesi üzerine Osmanlı Hükûmeti, ateşkes istemek mecburiyetinde kalmıştır. Bu doğrultuda Osmanlı Devleti adına Bahriye Nazırı Rauf (Orbay) başkanlığındaki heyet, İtilaf Devletleri’ni temsilen İngiliz Amiral Arthur Calthorpe ile 30 Ekim 1918 tarihinde Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda görüşerek mütarekeyi imzalamıştır.

    Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmasının ardından siyasi, askerî ve ekonomik bakımdan egemenliğini fiilen sona erdirmiştir. Bu mütareke yalnızca bir ateşkes değil, aynı zamanda Anadolu’nun işgale açık hâle getirildiği bir teslimiyet belgesidir. Bu çalışmada, mütarekenin imzalanma süreci, başlıca maddeleri, sonuçları ve Türk millî direnişine zemin hazırlayan etkilerini vaka analizleriyle incelenmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı, İşgaller, Millî Mücadele

    Giriş

    I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Osmanlı Devleti askerî ve ekonomik açıdan çöküş sürecine girmiştir. Savaşın başlarında Almanya’nın desteğine güvenen Osmanlı yönetimi, 1918 yılına gelindiğinde Filistin-Suriye Cephesi’nin çökmesiBulgaristan’ın savaştan çekilmesi ve Alman ordularının yenilgiye uğraması üzerine mütareke talebinde bulunmak mecburiyetinde kalmıştır.

    Osmanlı Devleti, savaşın sürdürülemeyeceğini anlayarak İngiltere ile doğrudan temas kurmuştur. Bu durumda Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, İngilizlerle yapılacak bir ateşkesin, muhtemel işgalleri önleyebileceği umudunu taşımaktadır. Osmanlı delegasyonu, Bahriye Nazırı Rauf (Orbay) başkanlığında Hüseyin Rauf BeyReşat Hikmet Bey ve Sadullah Bey’den teşekkül etmektedir. Mütareke, Osmanlı heyeti ile İngiltere’yi temsilen Amiral Arthur Calthorpe arasında Limni Adası’ndaki Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918’de imzalanmıştır.

    Mütarekenin Maddeleri

    Mondros Mütarekesi 25 maddeden ibaret olup, görünürde bir “ateşkes” metni olmasına rağmen Osmanlı egemenliğini fiilen ortadan kaldıran hükümler içermektedir.

    1- Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarının çevresi ve Karadeniz’e geçişin temini için buraları müttefikler tarafından işgal edilecektir.

    2- Osmanlı sularındaki bütün torpil yerleri gösterilecek ve bunları taramak veya yok etmek için yardım istendiği zaman gerekli kolaylık sağlanacaktır.

    3- Karadeniz’deki torpil mevzileri hakkında bilgi verilecektir.

    4- İtilâf harp esirleri ile Ermeni esirleri ve mevkuf Ermeniler, İstanbul’a getirilecek ve kayıtsız şartsız İtilâf kuvvetlerine teslim olunacaktır.

    5- Hudutların emniyeti ve iç asayişin temini için lüzumlu askerden maadasının derhal terhisi (bu asker miktarı Türkiye’nin görüşü alındıktan sonra müttefikler tarafından kararlaştırılacaktır.)

    6- Osmanlı karasularında zabıta ve buna benzer hususlar için kullanılacak küçük gemiler müstesna olmak üzere Türk ordularında bulunan bütün harp sefineleri teslim olunacak ve Osmanlı limanlarında mevkuf bulundurulacaktır.

    7- Müttefikler, emniyetlerini tehdit edecek bir durum ortaya çıkarsa herhangi bir stratejik noktayı işgal edebileceklerdir.

    8- Bugün Türk işgali altında bulunan liman ve demiryolu mahallerinden İtilâf Devletleri kuvvetleri yararlanacaktır. Osmanlı gemileri de ticaret ve terhis hususlarında aynı şartlardan yararlanacaktır.

    9- Bütün Türk limanlarında ve tersanelerinde İtilâf Devletleri’ne ait gemilerin tamirine kolaylık gösterilecektir.

    10- Toros Tünelleri Müttefikler tarafından işgal edilecektir.

    11- İran’ın Kuzeybatı kısmındaki Osmanlı kuvvetlerinin derhal harpten evvelki hudut gerisine çekilmesi hususunda evvelce verilen emir yerine getirilecektir. Maveray-ı Kafkas’ın evvelce Türk kuvvetleri tarafından kısmen tahliyesi emredildiğinden kısm-ı mütebakisi müttefikler tarafından mahalli vaziyet tetkik edildikten sonra talep durumunda tahliye edilecektir.

    12- Hükümet muhaberatı müstesna olmak üzere bütün telsiz ve telgraflar İtilâf Devletleri memurları tarafından kontrol edilecektir.

    13- Bahri, askeri ve ticari malzemelerin tahripleri durdurulacaktır.

    14- Memleketin ihtiyacı temin olunduktan sonra, İtilâf Devletleri’nin kömür ve diğer ihtiyaçlarının Türkiye kaynaklarından sağlanması için kolaylık gösterilecektir.

    15- Bütün demiryollarına İtilâf Devletleri kontrol subayları memur edilecektir. Bu meyanda bugün, Osmanlı Hükümeti’nin kontrolünde bulunan Maveray-ı Kafkas demiryolları aksamı dâhildir. Ahalinin ihtiyacının tatmini nazar-ı dikkate alınacaktır. Bu maddeye Batum’un işgali dâhildir. Osmanlı Devleti Bakü’nün işgaline itiraz etmeyecektir.

    16- Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’ta bulunan garnizonlar en yakın İtilâf Devleti kumandanına teslim olacaktır. Kilikya’daki kuvvetlerden asayişi sağlaması için yeterli miktardan fazlası 5. madde gereğince geri çekilecektir.

    17- Trablus ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subayları en yakın İtalyan garnizonuna teslim olacaktır.

    18- Mısrata da dâhil olmak üzere Trablus ve Bingazi’de işgal edilen limanlar en yakın İtilâf garnizonuna teslim olacaktır.

    19- Almanya ve Avusturya’nın deniz, kara, sivil memurlarının ve tebaasının bir ay zarfında, uzak yerlerde bulunanlar da bir aydan sonraki mümkün olan en kısa zamanda Osmanlı memleketlerini terk edeceklerdir.

    20- 5. madde gereğince terhis edilecek Osmanlı kuvvetlerinin teçhizatı hakkında verilecek talimata riayet olunacaktır.

    21- Müttefiklerin menfaatlerini korumak için İaşe Nezareti nezdinde İtilâf Devletleri temsilcileri hazır bulunacak ve kendilerine gerektiğinde bütün bilgiler verilecektir.

    22- Türk harp esirleri İtilâf kuvvetleri nezdinde muhafaza edilecektir.

    23- Türk Hükümeti, Merkezi Devletler ile münasebetini kesecektir.

    24- İtilâf Devletleri, Vilayat-ı Sitte (altı vilayet) de karışıklık çıkarsa, bu vilayetlerin herhangi bir kısmını işgal etme hakkına haizdirler.

    25- Müttefiklerle Osmanlı Hükümeti arasında muhasamat 1918 senesinin 31 Ekim’inde tatil edilecektir.

    Bu hükümler, Osmanlı Devleti’nin askeri ve idari yapısının İtilaf Devletleri kontrolüne geçmesi anlamına gelmektedir.

    Vaka Analizi: İşgallerin Başlangıcı (1918–1919)

    Mütarekenin 7. maddesi, “güvenliği tehdit eden bölgelerin işgal edilebileceği” hükmüyle İtilaf Devletleri’ne sınırsız yetki tanımıştı. Bu maddeye dayanarak:

    • 3 Kasım 1918’de İngilizler Musul’u,
    • 13 Kasım 1918’de İtilaf donanması İstanbul’u,
    • 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusu İzmir’i işgal etti.

    Bu işgaller, mütarekenin “barış”tan çok “teslimiyet” anlamına geldiğini açıkça göstermiştir.

    Sonuçlar

    1. Osmanlı Devleti fiilen sona ermiştir. Devletin askerî ve siyasî egemenliği ortadan kalkmıştır.
    2. Boğazlar üzerindeki Türk egemenliği bitmiştir. İstanbul’un güvenliği tehlikeye girmiştir.
    3. İtilaf Devletleri Anadolu’yu işgale başlamış, ülkenin bütünlüğü fiilen bozulmuştur.
    4. Halkta direnme bilinci doğmuştur. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, bu işgallere tepki olarak kurulmuştur.
    5. Mustafa Kemal Paşa, bu şartlar altında Anadolu’ya geçerek millî direnişi örgütlemeye başlamıştır.

    Tarihi ve Siyasi Değerlendirme

    Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti için siyasi bağımsızlığın kaybedilmesi, Türk milleti içinse millî bilincin uyanması anlamına gelmektedir. Mütareke hükümleri, kısa sürede Sevr Antlaşması’na dönüşmüş; ancak Anadolu’da doğan Kuvâ-yi Milliye hareketi bu teslimiyet sürecini tersine çevirmiştir.

    Bu bağlamda Mondros, yalnızca bir “son” değil, aynı zamanda bir “başlangıç noktası”dır. Türk tarihinin en karanlık dönemlerinden biri, yeni bir devletin doğuşuna zemin hazırlamıştır.

    Sonuç

    30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin siyasî varlığını fiilen sona erdirirken, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesini başlatan kıvılcım olmuştur. Bu süreç, Türk milletinin kendi kaderini belirleme hakkını savunduğu bir dönüm noktasıdır.

    Mütareke ile birlikte Anadolu, işgal ordularının sahnesine dönüşmüş; fakat aynı topraklarda Millî Mücadele’nin liderleri doğmuştur. Bu sebeple Mondros, Türk tarihinin hem “çöküş hem de yeniden doğuş belgesi” olarak değerlendirilebilir.

    Kaynakça

    Akşin, Sina. Kısa Türkiye Tarihi. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017.

    Armaoğlu, Fahir. 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914–1995). Ankara: Alkım Yayınevi, 2014.

    Karal, Enver Ziya. Osmanlı Tarihi, Cilt IX: Birinci Dünya Savaşı ve Mondros Mütarekesi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1996.

    Orbay, Rauf. Cehennem Değirmeni: Siyasi Hatıralarım. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010.

    Sonyel, Salahi R. Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Cilt I (1918–1923). Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2005.

    Zürcher, Erik Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları, 2018.

    https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/353/Mondros-M%C3%BCtarekesi, Erişim: 31.10.2025

    Continue Reading

    En Çok Okunanlar