Türk Tarihi
CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]

Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocak
GİRİŞ
Anadolu’da ilk Türk Devletini, yani Türkiye Selçuklu Devletini kurma şerefine sahip olan Kutalmışoğlu Nasıruddevle Ebulfevaris Rüknüddin Süleyman Şah ilgili kaynakların belirttikleri üzere, Anadolu Fatihi ve Gazi unvanlarını almıştır.
Bu büyük Türk hükümdarı, Doğu-Roma ve daha sonra Bizans İmparatorlarının çok sayıdaki kale ve müstahkem yerlerle savundukları Anadolu’nun fethedilip, bugün, üzerinde bağımsız bir devlet olarak yaşamakta olduğumuz bir Türk Yurdu, bir Türkiye haline getirilmesinde, çok şerefli ve eşsiz bir yere sahiptir.
Anadolu’da kalıcı ilk Türk devletini kurma şerefine sahip olan Süleyman Şah’ın büyük Türklük bilinci, azmi, heyecanı ve eşsiz siyasi zekâsıyla giriştiği fetihler sonucunda, Anadolu’da Türk yerleşmesi geniş ölçüde gerçekleştirilmiştir.
Süleyman Şah’ın bu tarihi başarısından sonradır ki, 24 Oğuz boyuna mensup Türkmen kitleleri, Türkistan, Horasan ve Azerbaycan’dan Anadolu’ya sevk edilerek yerleştirilmiş, böylece Anadolu’da Türk nüfusunun yerli halklara oranla hızla çoğalması sağlanmıştır. Süleyman Şah’ın fethini tamamladığı Anadolu’ya bütün kültür varlıklarıyla bir millet halinde gelen Türkler, bir yandan Orta-Anadolu’da ve Adalar Denizi kıyılarına kadar uzanan geniş ve verimli ovalarda yerleşip üretici durumuna gelirken, bir yandan da kuzeyde Karadeniz, güneyde Akdeniz kıyılarına doğru yayılıp yurt tutmuşlardır. Bugün Anadolu’daki birçok bölge, yöre, ilçe, bucak, köy, ova, dağ, tepe, ırmak, çay ve derelerin Türkçe adları, o devirdeki şekillerini aynen korumaktadırlar.
Anadolu’da milli birlik ve beraberliği sağlayan Süleyman Şah, ayrıca, gerçekleştirdiği başarılı fetih hareketlerinden başka, uyguladığı ekonomik politika, özellikle toprak rejimi (miri) sonucunda, Bizans yönetiminde topraksız ve tutsak durumda bulunan yerli Hristiyan köylüler, hür ve toprak sahibi olmuşlardır. Böylece Anadolu’da üretim arttığı gibi, Hıristiyan halk da Selçuklu yönetimine içtenlikle bağlanmıştır. Daha sonraki Türkiye Selçuklu hükümdarları da Süleyman Şah’ın ortaya koyduğu bu toprak rejimini aynen uygulamışlardır. Bunun sonucunda, başta Süleyman Şah’ın kurduğu Türkiye Selçuklu Devleti olmak üzere, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde kurulan diğer irili-ufaklı Türk Devletleri’nin yönetimleri altına alınan Anadolu, artık tam anlamıyla Türk hâkimiyetine geçmiş ve ülkede, zengin ve mutlu bir yaşam sağlanmıştır. Bu mutlu sonuca ulaşılmasında, Süleyman Şah’ın Anadolu’da Türk birliği kurarak, devletinin temellerini bu milli esas üzerinde inşa etmiş olmasının büyük ve önemli bir tarihi rolü olmuştur. Bu temeller o kadar sağlam bir şekilde atılmıştır ki, onun ölümünden (1086) oğlu 1. Kılıç Arslan’ın tahta geçmesine (1092) kadar geçen altı yıl içinde devlet, hükümdarsız kalmasına rağmen, ciddi bir sarsıntı geçirmeden varlığını koruyabilmiştir.
Süleyman Şah’ın başarılı fetihleri, Akdeniz ve Adalar Denizi’ne ulaşan Türklere, çeşitli Avrupa milletleriyle ilişki kurma imkânı verdiği gibi, daha sonraki devirlerde Avrupa ortalarına kadar fetihler yapacak olan Osmanlı Türklerinin fetih planlarına da öncülük yapmıştır. Böylece, bugün, üzerinde bağımsız bir devlet olarak yaşamakta olduğumuz Anadolu’da, İlk Türk Devleti’ni kurma şerefini haklı olarak kazanan Ulu Hükümdar ve Büyük Devlet Adamı Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ı milletçe en içten duygularla anıp yaşatmak, geçmişine son derecede bağlı biz Türkler için milli bir görevdir. [1]
Selçuklulardan Osmanlılara ve Türkiye Cumhuriyeti’ne kadar geçen sürede bugünkü Suriye coğrafyasında bir Türk toprağı olarak kalan ve bu niteliğini sürdüren Süleyman Şah Türbesi ve türbenin etrafındaki belirli bir toprak parçası Türkiye’nin kendi sınırları dışındaki toprağı olarak varlığını korumaktadır. Türbede yatan kişinin Süleyman Şah olup olmadığı, Süleyman Şah’ın yanında yatan iki kişinin kimler olduğu, Süleyman Şah’ın kim olduğu ve öneminin nereden kaynaklandığı soruları bugün dahi tarihçiler ve araştırmacılar arasında tartışma konusudur. Bu tartışmalar bir yana gerek Osmanlı Devleti gerek Türkiye Cumhuriyeti dönemindeki türbeye yönelik gösterilen özel önem ve özen, türbenin bir ecdat mirası olarak kabul edildiğinin açık bir göstergesidir.
Süleyman Şah Türbesi’nin ve türbeye mücavir bir kısım toprağın statüsü meselesi Milli Mücadele döneminde 20 Ekim 1921 tarihinde Fransızlarla yapılan Ankara Antlaşması’nda gündeme getirilmiş ve bu antlaşmanın 9. maddesinde Caber Kalesi’nde yatmakta olan Süleyman Şah’ın kabrinin bulunduğu türbenin Türkiye’nin hâkimiyetinde olduğu, türbeye bir Türk bayrağı çekilebileceği ve ayrıca türbenin Türk muhafızlar tarafından korunabileceği öngörülmüştür.
Önce Caber Kalesi civarında bulunan ve daha sonra Karakozak’a taşınan Süleyman Şah Türbesi ve türbe civarındaki 8797 metrekarelik toprak parçasının durumu, başlangıçta Türkiye ile Fransa, sonra da Türkiye ile Suriye Hükümetleri arasındaki ikili antlaşmalar çerçevesinde düzenlenmiştir. 2015’te ise Suriye’deki iç savaş sonucunda Karakozak mevkiinde güvenlik zafiyetinin artması üzerine Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti aldığı stratejik bir kararla türbenin Suriye Eşmesi’ne taşınmasına karar vermiştir.
Aşağıda, Caber Kalesi hakkında yayımlanan “Kerim YUND, “Caber Kalesi”, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 2 (Mart 1970), s. 22-26” künyeli makale sunulmuştur.
***
CABER KALESİ
Üç kıtayı titreten Osmanlı devletinin kurucusu Sultan Osman’ın büyük babasının şahsiyeti hakkındaki bilgiler, rivayetlere inhisar etmektedir. Onun hakkındaki bilgilerimiz, inançlarımız ilimden çok, hikâyeye, masala kaçar. Tarihin sustuğu yerde mitoloji başlar.
Yüzyıllardan beri Fırat boyundaki Caber kalesinin eteğinde “Türk Mezarı” denilen türbeyi Osman Gazi’nin dedesinin gömüldüğü yer olarak biliyoruz.
Bu makalede önce Caber‘i, sonra da Türk Mezarı‘nı inceleyeceğiz.
CABER KALESİ’NİN COĞRAFİ DURUMU
Caber, Türkiye sınırlarından 100 kilometre dışarda, Suriye ülkesinin kuzey bölgesinde, Fırat nehrinin sol kıyısında, suya doğru çıkıntı yapan bir tepeciğin üzerinde kurulmuş eski bir kaledir. Rakka’dan Ba’is’e uzanan yol üzerinde bir konak yeridir. Caber kalesi, bugünkü Rakka şehrinin 50 km, batısında, Fırat’ın sağ yakasında bulunan Sıffin’in karşısında ve Haleb’in 110 km. doğusundadır.
Fırat nehrine bilim bir tepe çıkıntısı üzerinde henüz birçok kısımları sağlam duran Caber kalesinin eteğinde 600 metrekarelik tel örgü içinde Türk Mezarı, Türk jandarma karakolu bulunmaktadır.
Buralarda oturanlar, konar göçer Türk, Arap oymaklarıdır: Çapar, Bekmişli, İlbegli, Karaşıhlı, Çadırlı, Güllü, Güvenç, Saygül gibi Döger ulusunun çeşitli oymakları buraları kışlak yaptıkları gibi Vilde adında Arab bedevi aşireti de yazın bu kale yıkıntısı dolayında konaklar.
İslamlıktan önce’ var olan, yapım tarihi kesinlikle bilinmeyen kale, geçit ve uğrak bir yerde olduğundan birçok tarihi olaylara sahne teşkil etmiştir. Bugün eski önemini çok yitirmiş olan kale ve dolayları, tarihi, turistik varlığını sürdürmektedir.
CABER’İN ADLARI
Davsara: Caber kalesine İslamlıktan önce İslamlığın başlarında (Davsara) denmişti. Arap coğrafyacıları ise (Davsar) demiştir. Davsar adı her ne kadar tarihi bir esasa dayanmıyorsa da Arap coğrafyacıları şöyle der: Munzur oğlu Lokman’ın kölesi Davsar burayı almış olduğu için onun adı verilmiştir. Daha sonralan bu kaleye Caber kalesi denmiştir. Bu adın da konuş sebebi şöyledir: Selçuklular çağında burayı alan, Kuşeyriler’den Sabiku’d-din Caber’in adına izafetle buraya Caber denmiştir.
Caber’in anlamı kısa boylu demektir.
Evliya Çelebi şöyle der: Cafer Kuşeyri bu kaleyi yapıp, Etrak şivesinde Caber’e tebdil etmiştir. Kale dibinde ziyaretgâh-ı Süleyman Şah vardır.
Çapar: Yer adının Caber şeklinde söylenişi ve bunun tarihi bir kaynağa dayanmayışı, bölgenin Abbasoğulları’ndan beri Türkler’in at oynattığı bir yer olması, bize Caber’in, Türkçe bir söz olan Çapar’dan Arapçalaştırılmış bir kelime olduğu kanaatini de uyandırmaktadır. Çapar, bir Türk boyunun adıdır. Bu boyun bir oymağı da Fırat boylarında yazı konusu ettiğimiz topraklarda yaşaya gelmişlerdir. Yine Çapar: posta katarı demektir ki, bu kale de yol üzerinde konak yeri olduğuna göre Çapar kalesi olması mümkündür.
Kırım’da da Türk ülkesi içinde “Caber berdi”, “Cafer berdi” gibi yer adları vardır.
TÜRKLER’E VERİLİYOR
Kale Osmanlılara geçince Rakka kazasına bağlı bir nahiye merkezi olmuş, imparatorluğun Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine 1918 sonlarına doğru İngilizler tarafından işgal edilmiştir.
Daha sonra “Milletler Cemiyeti”nin .kararıyle kale, Fransızlar’a, Fransızlar’ın Suriye’yi terk etmeleri üzerine de Suriye’ye geçmiştir. Kalenin eteğinde bulunan “Türk Mezarı” 192l’de, Türk – Fransız uyuşması ile Türkiye’ye geçmiştir.
Türk Mezarı, Türkiye’nin sınırları dışında kalan, üzerinde Türk bayrağı dalgalanan tek toprağıdır.
TÜRK MEZARI ÜZERİNDEKİ HAKKIMIZIN KAYNAĞI
Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkan Osmanlı İmparatorluğu, ülkelerinden Suriye’yi ve Güney Anadolu’nun bazı bölgelerini Milletler Cemiyeti, Fransa’nın himayesine (mandasına) vermişti.
Türkiye Büyük ‘Millet Meclisi hükümeti ile Fransa hükümeti, iki ülke arasında bir uyuşma sözleşmesi isteğinde bulundular. Bizim hükümetimiz, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Tengirşenk’i; Fransızlar, eski bakanlarından Franklen Buyyon’u delege seçtiler. Bunların kararlaştırdıkları anlaşma “Ankara İtilafnamesi” veya “Türk-Fransız İtilafnamesi” diye anılır. Bu andlaşmanın 9. maddesi şöyledir:
Madde 9 – Sülale-i Osmaniye’nin müessisi [Osmanlı Hanedanının kurucusu] Sultan Osman’ın büyük pederi [babası] Süleyman Şah’ın, Caber kalesinde kâin [bulunan] ve Türk Mezarı namıyla maruf [tanınan, bilinen] merkadi [kabri], müştemilatıyle [çevresiyle] beraber Türkiye’nin malı olarak kalacak ve Türkiye orada muhafızlar ikame [bulundurup] ve Türk bayrağı keşide edebilecektir [çekebilecektir].
TÜRK MEZARI
Başta Âşık Paşa–zade (1400-1495 sonrası) olmak üzere, Osmanlı vak’anüvislerine göre, Caber kalesi, Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in büyük babası olan, Kaya- Alp oğlu Süleyman Şah’ın Fırat nehrini geçerken gömüldüğü yerdir. Yazarlar, kabre aynı zamanda Türk Mezarı da derler. Kalenin bizlerce ünü buradan gelir. Tarihçilerimize göre: Süleyman Şah, Kayı Han boyundan idi. Cengiz’in şeninden yerini, yurdunu bırakıp, Türkistan’ın Mahan yöresine konmuş, burada da güveni kalmayarak Ahlat’a, oradan Erzincan çevresine göçmüştü. Boyu 50-150 bin kişi arasında idi. Süleyman Şah buralarda bir süre kaldıktan sonra Cengiz fitnesi geçmiştir sanarak yurduna dönmeye karar verili. Haleb vilayetinde “Caber” adlı kale yanından, Fırat ırmağını geçerken, atından suya düşerek boğuldu. Ölüsü, adı geçen yere gömülmüş ve mezarı “Türk Mezarı” diye ün almıştır (1224).
Bu olay üzerine Süleyman Şah’ın Gündoğdu ve Sungur Tekin adlarındaki iki oğlu Orta Asya’daki yurtlarına, Ertuğrul ve Dündar adlarındaki oğulları da yanlarında 4- 5 yüz aile olduğu halde Haleb yöresinde kaldılar. Buradan da Pasin, Sürmeliçukur taraflarına geçtiler. Burayı beğenmediler, fakat o sırada Ertuğrul Bey, savaşan iki ordu ile karşılaştı. Yenilmekte olana yardım etti. Bu, Selçuklu ordusu idi. Hükümdar, Ertuğrul’u Söğüt, Domaniç Beyi yaptı.
Evliya Çelebi de Seyahatnamesi’nde Ertuğrul, babasını Murad kenarındaki Caber kalesi dibinde defnetmiştir, demektedir. Türk Ansiklopedisi de bu görüşü benimser. Ermeni tarihçi İnciciyan da, Süleyman Şah’ın Haleb yakınında Caber kalesi önünde boğulduğunu yazar.
TÜRK MEZARI’NDA KİM YATIYOR?
Süleyman Şah’ın Türk mezarında yatan şahıs olduğu inancı yüzlerce yıl devam etti. Bir aralık, Türk mezarında yatan şahsın Ertuğrul’un babası Süleyman Şah’la ilgisi olmadığı görüşü yaygınlaştı.
Suriye’de, Caber kalesindeki Türk mezarının Anadolu fatihi ve Türkiye devletinin kurucusu Selçuklu Kutalmışoğlu I. Sultan Süleyman Şah’ın mezarı olması en kuvvetli ihtimaldir. Çünkü Süleyman Şah, Haleb yakınlarında bir vuruşmada ölmüştür. Bu mezarın, Osman Gazi’nin büyük babası olduğu iddia edilen hayali bir Süleyman Şah’a ait olması ihtimali yoktur. Asırlarca buna inanmış olmakla birlikte, Osman Gazi’nin büyük babası ve Ertuğrul Gazi’nin babasının adı “Gündüz-Alp”tir.
Caber’deki Türk Mezarı’nda yatan kişinin Kaya-alp oğlu Süleyman Şah olmayıp da Kutalmışoğlu Süleyman Şah olması düşüncesini taşıyanlara, yüz yıllardan beri birinci düşüncede olanlar bayağı üzülmekte, içlerinden kutlu bir duygu koparılmış gibi kederlenmekteler. Bunlar belki de Kutalmışoğlu’nu iyi tanımadıklarından, üzülmekte haklıdırlar.
Türk mezarında yatanın bugün için Kutalmışoğlu Süleyman Şah olduğu da kesin olarak söylenemez. Çünkü bu ünlü fatih, Caber’de değil, ona 110 kilometre daha uzakta bulunan Haleb’te şehit olmuştur.
Prof. Osman Turan, İslam Ansiklopedisi’nin 110. fasikülünde, Kutalmışoğlu Süleyman Şah hakkındaki uzun yazısını bitirirken, Türk Mezarı’nda yatanın bu Süleyman Şah da olmadığını ileri sürerek, “Türk mezarı hakkında, elimizde mevsuk bir kayıt mevcut değildir” der.
BAYRAĞIMIZIN DALGALANDIĞI YER
Ankara antlaşması ile Suriye sınırları içinde Türk mezarı olarak bayrağımızın dalgalandığı yer 600 metrekare alanındadır. Bunun etrafı dikenli telle çevrilmiştir. Tel örgüye giriş kapısı üzerindeki karşılıklı ay ve içinde yıldız bulunan bir süs vardır. Kapının yanında bir nöbetçi kulübesi bulunur. Burada, 1921 yılından beri nöbet tutulmaktadır. İçerde, Türk mezarı, jandarma karakolu ve müştemilat vardır.
Tel örgünün dışında ve yakınında Suriye hükümetinin jandarma karakolu vardır.
Burada çevre boş topraklarla örtülü olduğundan, yasa dışı olaylarla karşılaşılmaz.
TÜRBE
Andlaşmanın verdiği hakka dayanılarak Caber kalesi eteklerinde bulunan Türk mezarını kaplayan türbeye bayrak çekilir. Mezarın kapısının üstünde “Süleyman Şah’ın Türbesidir” ibaresi yazılıdır.
Bu türbe hakkında Yüksek Mühendis Mimar Doğan Erginbaş 1950 yılında çıkardığı (Anıtkabirler ve Zafer – Asker Anıtları) kitabının 18. sayfasında: Süleyman Şah’ın Fırat kenarındaki türbesi, Selçuklu motifleri ile süslenmiş, çöl karakterinde, kerpiçle yapılmış denilmektedir. Bilindiğine göre türbe, yeniden II. Sultan Hamid tarafından yaptırılmıştır.
II. Sultan Hamid, atalarının ve büyüklerinin türbelerini yaptırmak ve onarmak suretiyle iyi davranışlarda bulunmuştur. Söğüt’teki Ertuğrul Gazi Türbesi’ni, Nasreddin Hoca’nın, Namık Kemal’in türbelerini de o yaptırmıştır. Türk Mezarı’ndaki türbe, son defa 1936 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nca onarılmış, korunmasına bakmak üzere de bir kişi tayin edilmiştir.
Türbenin içi 10 metre uzunluğunda, beş metre genişliğindedir. Baştaki mihrabın önünde bir rahle vardır. Yandaki rafta ise bir mushaf bulunur.
Tavanda, elektrik lambası ve bir kandil sarkmaktadır. Yerde, çok kıymetli halılar serilidir. Türbede üstü kadife örtülü üç mezar vardır. Örtülerin üzerine ayetler işlenmiştir. Bu örtüler eskidikçe Ankara’dan yenisi gelir.
Orta yerdeki büyük mezar Süleyman Şah’a aittir. Ötekiler, torununun ve bir yakının olduğu söylenir.
Türbenin içinde yeni harflerle yazılı büyük bir kitabe vardır. Bu yazılar, İslam Ansiklopedisi Caber maddesinden olduğu gibi alınmıştır.
KARAKOL BİNAŞI
Türbenin bulunduğu yere nöbetçi jandarmalarımızın barınması için bir karakol yapılmıştır. Bu yapı, yukarda sözünü ettiğimiz tel örgü içindedir. Binanın ortasında, Süleyman Şah Jandarma Karakolu diye yazılıdır. Üzerinde Türk bayrağı bulunan bina, kiremitti olup, çevrenin en güzel yapısıdır. Duvarlar badanalanmıştır. Tel örgü içindeki bir kuyudan su ihtiyacı sağlanır. Su yetmezse, Fırat’tan da faydalanılır.
Karakol binasının içi, bir batarya ile elektrik sağlanarak aydınlatılır.
NÖBET İŞİ
Türk mezarını, jandarmalarımız bekler. Urfa’nın Akçakale kazası jandarma komutanlığına bağlı olan birlik, dokuz er, bir de astsubaydan ibaret olmak üzere on kişidir. Her ay Urfa ilinden gelen bir kamyonla nöbet değiştirilir.
Jandarmalardan başka bir de, mezarı bekleyen türbedar vardır. O da her gün türbede bulunur. Ancak ay başlarında nöbet değişiminde Urfa’ya gidip, ihtiyaçlarını sağlar.
Fırat kıyısını gezen ve “tarih nüvis-i Al-i Osman” unvanını alan Naci, “Tarih-i Selatıyn-i Al-i Osman” eserinin “Ertuğrul Bey Gazi” bölümünde şöyle seslenir:
Zikre şayandır Fırat’ın her yeri,
Ben ki bir Türk’üm unutmam Caber’i.
Türk olan nimet-şinas olmak gerek,
Var yeri gitsem “Mezar-i Türk”e dek.
Gaziantep dolaylarında söylenen bir manide de:
Al önlüğün alası
Yıkıl Caber kalası
Ben bu suya çıkmazdım
Hep analık belası
diye geçer. Pek sade, fakat düşündükçe genişleyen ve manası artan bir mani. [2]
DİPNOTLAR
[1] Ali SEVİM, Anadolu Fatihi Kutalmışoğlu Süleymanşah, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1990, s. 40-42
[2] Kerim YUND, “Caber Kalesi”, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 2 (Mart 1970), s. 22-26
Mustafa Kemal Atatürk
Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi

Published
6 gün agoon
Ekim 17, 2025By
drkemalkocak
Özet
Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde devletin bekasının ve toplum düzeninin en temel direği olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde (1091) adalet; kozmik düzen ve ahlaki temeller üzerinden ele alınırken, Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler (1767) adlı eserinde ise daha çok mali-idari düzenin korunması ve reform ihtiyacı bağlamında işlenmiştir. Bu makalede dört eser karşılaştırılarak adaletin görevleri — meşruiyet kaynağı, toplum düzeninin garantisi, mali düzenin temeli ve devletin bekası — çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Adalet, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Türk-İslam Siyaset Düşüncesi.
Giriş
Adalet, siyaset felsefesinin en eski ve evrensel kavramlarından biridir. Antik Yunan’dan Türk-İslam siyaset geleneğine, Orta Çağ’dan Osmanlı klasik düşüncesine kadar bütün siyasal teorilerde adalet, devletin düzenini ve meşruiyetini sağlayan temel unsur olarak görülmüştür. Türk-İslam düşüncesinde de adalet, yalnızca ahlaki bir ilke değil, aynı zamanda yöneticinin görev ve sorumluluklarını belirleyen bir siyasal kurumdur.
Karahanlıla’da Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Selçuklu’da Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütleri, farklı dönemlerde ve şartlarda kaleme alınmış olmakla birlikte, ortak bir kavram etrafında birleşirler: adalet.
Yönetimde Adalet

1. Kutadgu Bilig’de Adalet
Yusuf Has Hâcib, adaleti devletin “dört sütunundan” biri olarak tanımlar. Hükümdarın zulümden uzak durması, fakirleri koruması ve eşitliği gözetmesi en temel yükümlülüklerdir. Eserde, adaletin Tanrı’nın rızasıyla doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir:
“Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”

2. Siyasetname’de Adalet
Nizamülmülk’e göre adalet, “mülkün temelidir.”^3 Devletin düzeni, hükümdarın zulümden uzak durmasına bağlıdır. Halkın şikâyetlerini doğrudan dinlemek ve kadıların bağımsızlığını korumak, adaletin somut göstergeleridir.
“Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”
3. Koçi Bey Risalesi’nde Adalet
Koçi Bey, Osmanlı’da yaşanan bozulmayı adaletin kaybına bağlamaktadır. Ona göre rüşvet, liyakatsiz atamalar ve kanun dışı uygulamalar devlet düzenini çökertmiştir. Bu sebeple adaletin yeniden tesisi için ıslahat teklif etmektedir: rüşvetin kaldırılması, tımar sisteminin eski düzenine döndürülmesi ve kadıların tarafsızlığının korunması.
“Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”

4. Devlet Adamlarına Öğütler’de Adalet
Defterdar Sarı Mehmet Paşa, adaleti özellikle mali düzen üzerinden ele almaktadır. Zulümle toplanan vergilerin bereketsiz olduğunu, hazinenin bu yolla dolsa bile sonunda boşalacağını ifade etmektedir. Ona göre adalet, yalnızca şeriatın değil, aynı zamanda mali disiplinin de teminatıdır.
“Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”
Karşılaştırmalı Analiz
- Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti metafizik, ahlaki ve kozmik bir ilke olarak görürken;
- Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, adaleti mali-idari düzenin sağlanmasında pratik bir ıslahat unsuru olarak ele almıştır.
Yönetimde Adalet: Karşılaştırmalı Tablo (Alıntılarla)
Eser | Adaletin Konumu | Adaletin Yöneticiden Beklentisi | Uygulama Alanı | Temel Tehdit / Bozulma Sebebi | Özgün Alıntı |
Kutadgu Bilig (1069-1070, Yusuf Has Hâcib) | Devletin dört sütunundan biri; kozmik-dini düzenin temeli | Hükümdarın eşitliği gözetmesi, fakirleri koruması, zulümden uzak durması | Vergi adaleti, liyakat, halk ile hükümdar ilişkisi | Zulüm → devletin ömrünün kısalması | “Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.” |
Siyasetname (1091, Nizamülmülk) | “Mülkün temeli” olarak görülür | Halkın şikâyetlerini dinlemek, kadıları bağımsız bırakmak, zulmü engellemek | Vergi düzeni, kadılık sistemi, şikâyet mekanizması | Adaletin bozulması → kozmik ve toplumsal düzenin çöküşü | “Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.” |
Koçi Bey Risalesi (1631) | Devletin bozulma sebeplerini açıklayan merkezî unsur | Rüşvetin kaldırılması, timar düzeninin eski hâline getirilmesi, kadıların tarafsızlığı | Askeri, mali ve adli düzen | Liyakatsiz atamalar, rüşvet, kanun dışı uygulamalar | “Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.” |
Devlet Adamlarına Öğütler (1767, Sarı Mehmet Paşa) | Mali ve idari düzenin bekçisi | Gelir-gider dengesinde adalet, kul hakkından sakınma, ölçülülük | Vergi toplama, hazine yönetimi, idari denetim | Zulümle toplanan vergi → halkın huzursuzluğu ve hazinenin boşalması | “Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.” |
Dört eserin ortak noktası, adaletin yokluğunun devletin çöküşüne yol açacağı fikridir. Ancak dönemler ilerledikçe, adaletin tanımı soyut bir düşünceden somut bir yönetim ilkesi ve mali düzen mekanizmasına dönüşmüştür.
Sonuç
Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde daima devletin varlık sebebi ve bekasının şartı olmuştur. Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti daha evrensel ve ahlaki bir çerçevede değerlendirirken; Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı’nın çözülme döneminde adaleti ıslahatların anahtarı olarak görmüştür. Bu karşılaştırma, siyasal düşünce tarihimizde adalet kavramının sürekli varlığını, fakat içerik ve uygulama bakımından dönemin ihtiyaçlarına göre dönüşümünü açıkça göstermektedir.
Kaynakça
- Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985.
- Nizamülmülk, Siyasetname, Çev. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999.
- Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
- Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (Nasihatü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), Haz. Hüseyin Algül, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
- Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000.
Türk İstiklâl Mücadelesi
Mudanya Mütarekesi (11 Ekim 1922)

Published
1 hafta agoon
Ekim 12, 2025By
drkemalkocak
Mudanya Mütarekesi, Türk milletinin 20. Yüzyılın emperyalist güçleri karşısındaki milli bir zaferidir. Türk ve Yunan ordusu arasındaki harbi sona erdirmiş olması bakımından, Türk İstiklal Harbi’nin en önemli safhalarından biridir. Mütareke, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin sonu anlamına gelen Mondros Mütarekesi’ni geçersiz kılmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini atan Lozan Anlaşması’nın şartlarını hazırlamıştır.
Mudanya Mütarekesi’nde Türkiye’yi İsmet Paşa, İngiltere’yi General Harington (Heringtın), Fransa’yı General Charpy (Şarpi), İtalya’yı General Monbelli (Monbeli) temsil etmiştir. Yunanistan temsilcisi General Mazarakis, Mudanya’ya geldiği gemiden çıkmamış ve görüşlerini yazılı olarak bildirmiştir. Görüşmelere 3 Ekim 1922’de başlanmış, çetin pazarlıklar ve tartışmalar sonucunda 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır.
Aşağıda, [Hâkimiyet-i Milliye, 13 Ekim 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4]’te Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan [Konferans Safahatına Dair Levhalar] başlıklı haber metni çevrim yazı olarak sunulmuştur. Görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak araştırmacı tarafından yerleştirilmiştir.
—***—
[Mudanya] Konferans Safahatına Dair Levhalar
İmza neden sabaha kadar gecikti?
Mükâleme-i memurinin getirdiği haber, yazı makinesi ile başlıyor

Mudanya: 11[Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın telgrafıdır)-Size bu telgrafımla Mudanya Konferansının imzaya müncer [hazır] olduğu geceki safahatı bildireceğim. Burada biz gazeteciler ve halk arasında pek büyük merakı mucip olan bu safahat ve bilhassa imzanın sabaha kadar uzaması herhalde Hâkimiyet karilerinde [okuyucularında] de aynı merakı uyandırmıştır. Filhakika [hakikaten] imza merasimi tam nısfı’l-leylide [gece yarısında] icra edilecekti. Fakat nısfı’l-leyli bir buçuk saat geçtiği halde müttefikin murahhasları [delegeleri] gemilerinden inmediler. Bunun üzerine bir mükâleme memuru giderek tehirin sebebini sual etmiştir. Vuku bulan mükâlemede bu tehirin Yunan murahhaslarının almış olduğu vaziyetten mütevellit bulunduğu anlaşılmıştır. Nısfı’l-leylile doğru İngiliz zırhlısında toplanmış olan üç müttefik hükumet generalleri nezdine Mazarakis ve Miralay Sarıyanis giderek imzaya karşı olan vaziyetlerini teşrih [şerh] eylemişlerdir. Yunanlıların ne vaziyet aldığı malumdur. Saat üçte General Harington karaya çıkmış ve birkaç dakika fasıla ile Fransız ve İtalyan generalleri gelmişlerdir. Bunun üzerine celse derhal küşat olunarak uzun bir protokol müsveddeleri kıraat edilmiş ve mutabık bulunduğu için tebyizine [beyaza çekilmesine] emir verilmiştir. İşte bu anda derin bir sükûtu yalnız yazı makinelerinin tıkırtıları ihlal ediyordu. Nebahat Hanım, Safvet Lütfullah beylerle daha iki zat bizim heyet-i murahhassanın protokollerini tebyiz ediyordu. İngiliz, Fransız heyetlerinden müfrez [ayrılmış] diğer beş zat da mukabil tarafın mukavelesini makineye geçiriyordu. Bu iş gecenin beşine kadar devam etti ve saat beşi çeyrek geçe teneffüs edilmek üzere celseye nihayet verildi.
Herkes memnun, mızıkalar çalıyor, hararetli musafahalar [el sıkışmalar, tokalaşmalar], bütün Mudanya ahalisi bu geceyi ayakta ve uykusuz geçirmiş ve müzakerenin olduğu binanın etrafını kesif bir halk tabakası doldurmuştur. General Harington bizzat sokak kapısına kadar inerek bandodan muhtelif havalar talep etmiş ve bütün istediği parçalar çalınınca bunları hayretler içinde dinlemiştir.
Herkes protokol müsveddelerinde mutabık kalındığını haber aldığı zaman artık imzanın merasim meselesinden başka bir şey olmadığını anlamıştı. Bu hal halk kadar bütün murahhasların çehrelerinde de görülüyordu. Bilhassa Franklin Buyyon Bey büyük bir meserret [sevinç] içinde idi. General Harington İsmet Paşa Hazretleriyle adeta kendisini kucaklarcasına mükerrer musafahalarda bulundu. General Şarpi aynı memnuniyeti izhar eyliyordu. Bu sırada salonlarda fevkalade bir hareket, bir kaynaşma görülüyordu. Bilhassa gazetecilerin faaliyetini görmek insana hakiki bir zevk veriyor, Amerika muhabirlerinin dört yazı makinesi mütemadiyen işliyordu. Artık kırk sekiz saatlik bütün yorgunluklar bu heyecan ve endişe içerisinde unutulmuş, tebyiz üç saat on üç dakikada kâmilen ikmal edilmişti.
Ben, Yunanlıların Protokolü Kabul Etmedikleri Manasını Çıkarıyorum! Hayır, Yunanlıların Ehemmiyeti Yok!
Şimdi saat yediye yirmi yedi var. (Bütün saatler İstanbul ayarıdır.) Herkes yeşil masanın etrafındaki yerlerinde ahz-ı mevki etmiş bulunuyorlar. Konferans Reisi İsmet Paşa Hazretlerinin önündeki çifte lamba dışardan gelen yeni müteharrik beyazlıklar arasında sarı lemalarla kıpırdıyor. İsmet Paşa’nın karşısında General Harington, İngiliz generalinin sağında General Monbelli, solunda diğerleri sırasıyla ahz-ı mevki etmişlerdi. İlk defa General Harington söz alarak Mazarakis ve Sarıyanis’in tahriri kuyıt itirazına serd ederek imzadan imtina eylediğini söyledi ve bu itiraznameyi okudu. Bunun üzerine İsmet Paşa pek ciddi bir tavır ve hareketle:
- Bundan, ben Yunan murahhaslarının protokol münderacatını kabul etmedikleri manasını çıkarıyorum, dedi.
Buna General Harington:
- Hayır! Yunanlıların bu hareketine imtina manası verilemez. Vesait-i muhabereleri karma karışık. Mamafih asıl imzaya salahiyettar murahhaslar General Mazarakis, Miralay Sarıyanis değil, Paris’te bulunan mümessilleridir. Üç güne kadar bütün imzaların hitam bulacağını temin ederim.
Bunun üzerine vapurda bulunan Yunan zabitlerinin konferansça hiçbir ehemmiyeti olmadığı şekli kabul olundu.
Bütün Kalemler Mukavele Üstünde Gıcırdıyor! Harington da Tanışmayarak Geldik, Dost Olarak Gidiyoruz, Diyor
Saat yediye on yedi var. Bütün eller bir an içinde kalemlere ve hokkalara uzanıyor. İlk kalem gıcırtıları protokolün birinci sahifesine dört generalin imzalarını tespit etti. Protokolün her sahifesi ve sonu ayrı ayrı imzalandı. İmzalanan beş nüshadır. İmza muamelesi tam yediyi bir geçe hitam buldu. General Harington imzayı müteakip sarih, kısa ve yumuşak bir sesle bir nutuk irat eyledi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetine, Başkumandan Paşa Hazretlerine, Konferans Reisi İsmet Paşaya, Erkan-ı Harbiye Reisimize ve Erkan-ı Harp umera ve zabitana ayrı ayrı teşekkürde bulundu ve sonra Türkiye halkına ve mümessillerine ve Mudanya şehrine ayrı ayrı teşekkür ederek:
- Tanışmayarak geldik, dost olarak gidiyoruz ve bu hissi daima muhafaza edeceğiz, dedi.
İsmet Paşa Hazretleri General Harington’ın nutkuna kısa bir cevapla mukabele ederek, bu konferansın sulh-ı umumiye mukaddema olacağı ümidinde bulunduğunu söyledi.
General Harington konferans salonundan çıkarken etrafını alan gazetecilerin kendisine ne kadar muğber [gücenmiş, küskün] olduğunu anladığını gösteren bir tavırla beyan-ı itizar etti [özür diledi]. Bidayette matbuat müntesiplerinin konferansa girmemeleri için teşebbüsatta bulunduğunu itiraf, fakat burada kendilerinden pek çok muavenetler gördüğünü ilave etti ve her birine ayrı ayrı ve mükerrer surette teşekkürde bulundu. Bu esnada salonlar hınca hınç dolu idi. Bilhassa Mösyö Fraklin Buyyon bir türlü yerinde duramıyor, izhar-ı meserret eyliyordu [sevinç gösteriyordu].
Mudanya’dan İnfikak [ayrılma]; Yunan Şilebi Galya Emniyet Edilmeyerek Muhafaza Altına Alınmış!
Avdet [dönüş]-Generaller aşağı indikleri zaman pek muntazam bir kıtaa-i askeriyemiz resm-i selamı ifa ediyor ve askeri mızıkalar terennümsaz oluyordu [terennüm ediyordu, şarkı söylüyordu]. Yediyi çeyrek geçe herkes vapurlarına çekilmiş bulunuyordu. Tam sekizde, başta İtalyan ve en sonra Yunan gemileri olduğu halde Mudanya tarihi konferansının bütün ecnebi murahhaslarını İstanbul’a doğru götürmeye başladılar. Bir müddet sonra İngiliz torpidolarından biri geriye dönerek Yunan şilebini önüne kattı ve bunu bir Fransız gemisi takip etti. [1]
—***—
Mudanya Zaferi Ve İstanbul’daki Tesirleri
İstanbul, 13 [Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın [özel muhabirimizin] telgrafıdır)-Mukavele-i askeriyenin imzası haberi İstanbul’da fevkalade bir meserret [sevinç] uyandırmış ve derhal her taraf donatılmıştır. Öyle ki İstanbul, ilk defa olarak baştanbaşa kırmızı-siyaha boyanmış ve ay-yıldıza kavuşmuş bulunuyordu. Bu sefer Bab-ı Ali de geçen seferki soğukluğunu bırakmış ve bütün devair-i resmiyenin [resmi dairelerin] tezyinini [süslenmesini] emretmiştir. Bundan başka, ikinci garip manzara Rumların da bu bayrama iştirak ederek bayrak çekmeleridir. Ecnebi müessesatı [yabancı kuruluşlar] da kendi bayraklarının yanına Türk sancağını çekmişlerdir. Gece muntazam bir fener alayı tertip edilmiştir.
Bütün gazeteler, sahifelerini Mudanya Konferansı’nın mesut neticelerine hasretmişlerdir [ayırmışlardır]. İstanbul matbuatı bunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetinin büyük siyasi zaferi olduğunu müttehiden beyan etmekte ve mukaddemat-ı sulhiyeye [barışın başlangıcına] esas demek olan bu mukavelenin, sulh konferansındaki muvaffakiyetlerimizin derecesini bile göstermekte olduğunu söylemektedirler.
Bu zaferi Beyoğlu Yunan matbuatı da saklamamakta ve Türklerin tam bir vatanperver olarak bu neticeleri elde ettiklerini söylemektedirler. Bilhassa (Pronodos) gazetesi şu şayan-ı dikkat cümleleri yazmaktadır:
“Türkler ne kadar icray-ı şadmani eyleseler [sevinirlerse sevinsinler], o kadar haklıdırlar, çünkü bugün milli emellerini tamamıyla tahakkuk ettirmişler ve herkesin bir daha yerinden kalkmamak üzere gömdüğünü zannettikleri Türkiye’yi diriltmişlerdir. Türklerin son senelerde gösterdikleri eser-i rüşt her millet için bir numune-i imtisaldir. Bu son senelerde her şeyden istifadeyi bilmişlerdir. Yunanlılar ise ancak Yunanlılığın mahvına çalışmışlar, Türklerin ise yegâne düşüncesi Türklüğün ihyası olmuştur.” [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 13 Teşrinievvel [Ekim] 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 15 Teşrinievvel [Ekim]1922, No: 634, s. 1, sütun: 1-2

Kutadgu Bilig, Siyasetnâme, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’de Karşılaştırmalı Bir İnceleme
Özet
Bu çalışma, Türk-İslâm siyaset düşüncesinin dört temel metnini—Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i (1069-1070), Nizâmü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’si (1091), Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler’i (1767)—“ehliyet ve liyakat” kavramı üzerinden karşılaştırmaktadır. İncelemede, devletin bekasının her dönemde liyakatli kadrolara bağlandığı, ancak kavramın içeriğinin tarihi bağlama göre değiştiği ortaya konulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Ehliyet, Liyakat, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı maliyesi
Giriş
Devlet yönetiminde ehliyet ve liyakat, Türk-İslâm siyaset düşüncesinde süreklilik arz eden temel ilkelerden biridir. Erken dönemden itibaren yöneticilerin erdem, bilgi ve adaletle mücehhez kılınması/donatılması gerektiği vurgulanmış; zamanla kurumların bozulması ve mali krizler karşısında bu ilke yeniden gündeme getirilmiştir. Bu çalışmada, Kutadgu Bilig’de normatif ideal, Siyasetnâme’de kurumsal tecrübe, Koçi Bey Risalesi’nde kriz teşhisi ve Devlet Adamlarına Öğütler’de mali disiplin ekseninde ortaya konulan liyakat anlayışları karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır.
Gelişme

1. Kutadgu Bilig’de Erdem Merkezli Liyakat
Yusuf Has Hâcib, erdemli ve bilge yöneticiyi devletin temeli olarak görmektedir. Ona göre:
“Bilgisiz kişi iş başına geçerse, iş bozulur, halk perişan olur.” [1]
Dolayısıyla liyakat, daha çok ahlâkî erdem ve bilgelik üzerinden tanımlanmaktadır. Yöneticilik ancak adalet, akıl ve ölçü sahibi kimselere verilmelidir.
2. Siyasetnâme’de Kurum Tecrübesi ve Liyakat
Nizâmü’l-Mülk, Selçuklu pratiği üzerinden liyakati kurum bağlamında ele almaktadır:
“Hükümdar, iş bilmez kişiye memuriyet verirse, o iş harap olur.” [2]
Siyasetnâme’de kadılar, valiler, komutanlar gibi görevler için tecrübe ve dürüstlük vurgulanmaktadır. Rüşvet ve kayırmacılığın devleti çökerteceği sıkça dile getirilmektedir. Burada liyakat, ahlâk kadar kurum işleyişi ve idari tecrübe ile bağlantılıdır.

3. Koçi Bey Risalesi’nde Kriz ve Liyakat Kaybı
Koçi Bey, XVII. yüzyıl Osmanlı krizini, özellikle tımar ve ocak düzeninin bozulmasını ehliyet kaybıyla açıklamaktadır:
“Evvelce tımar ve zeametler iş ehline verilirdi; şimdi para veren ehliyetsizlere tevcih olunur oldu. Bu sebepden asker bozuldu.” [3]
Çözüm olarak “kanun-ı kadîm”e dönüş ve ehil kişilerin iş başına getirilmesi teklif edilmektedir. Burada liyakat, doğrudan askeri-idari düzenin yeniden tesisi ile eş anlamlıdır.

4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa’da Mali Disiplin ve Liyakat
Sarı Mehmet Paşa, Osmanlı’nın mali krizini liyakatsizlikle ilişkilendirmektedir:
“Bir iş, ehil olmayanın eline geçerse, defterler bozulur, hazine boşalır, halkın malı telef olur.” [4]
Ayrıca rüşvetle iş göreni, kul hakkı yiyen ve devleti çökerten kişi olarak nitelemektedir. [5] Bu yaklaşım, liyakati özellikle mali doğruluk, dürüstlük ve hesap verebilirlik üzerinden tanımlar.
5. Karşılaştırmalı Tablo
Ölçüt | Kutadgu Bilig (11. yy) | Siyasetname (11. yy sonu) | Koçi Bey Risalesi (17. yy başı) | Devlet Adamlarına Öğütler (17. yy sonu) |
Bağlam | Kurucu siyaset felsefesi | Selçuklu idare pratiği | Osmanlı kriz dönemi ıslahnâme | Mali kriz ıslah risalesi |
Liyakatin Temeli | Erdem, akıl, adalet | Tecrübe, dürüstlük | Kanun-ı kadîm, askeri-idari ehliyet | Mali doğruluk, dürüstlük, hesap verebilirlik |
Sorun Tespiti | Bilgisiz kişinin iş başına gelmesi | İş bilmez memur, rüşvet | Rüşvetle mansıp tevcihi, tımar bozulması | Defterlerin bozulması, rüşvet, israf |
Çözüm | İş ehline verilmelidir | Liyakatli kadro, rüşvet yasağı | Eski usule dönüş, ehil atamalar | Ehil memur, şeffaf kayıt, mali disiplin |
Beka Anlayışı | Halk refahı ↔ devletin uzun ömrü | Nizam ↔ devletin devamı | Disiplin ↔ devletin yeniden dirilişi | Mali denge ↔ devletin bekası |

Sonuç
Kutadgu Bilig’de liyakat, ahlâkî ve erdem merkezli bir normatif ideal olarak ifade edilirken, Siyasetnâme’de kurum tecrübesi, Koçi Bey Risalesi’nde kriz karşısında kanun-ı kadîme dönüş ve Devlet Adamlarına Öğütler’de mali doğruluk üzerinden tanımlanmıştır. Farklı bağlamlara rağmen dört metin de ortak bir görüşte birleşmektedir: Devletin bekası, işlerin ehline verilmesine bağlıdır.
DİPNOTLAR
- Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çeviren: Reşit Rahmeti Arat, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1947, Beyit 2018.
- Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme, Hazırlayan: Mehmet Altay Köymen, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, 10. bab.
- Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Hazırlayan: Ali Kemali Aksüt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, İstanbul, 1994, s. 42.
- Sarı Mehmed Paşa, Nesâyihü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ (Devlet Adamlarına Öğütler), Hazırlayan: Mehmet Arslan, Kitabevi, İstanbul, 1996, s. 115.
- Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Derleyen ve Çeviren: Hüseyin Ragıp Uğural, Kültür Bakanlığı Yayınları, İzmir, 1990, s. 124.

Mustafa Kemal Paşaya Göre Amasya Görüşmeleri: Uygulamalar, Yansımalar, Tepkiler ve Vaka Analizleri

Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi

Gazi Mustafa Kemal’in Nutuk Adlı Eserini Okuması (15-20 Ekim 1927)
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri3 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Türk Tarihi3 yıl ago
KIZI FERİDE HANIMEFENDİ İLE DAMADI MUHİDDİN AKÇOR, İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİMİZİ ANLATIYOR…
- Mustafa Kemal Atatürk3 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA