Türk Tarihi
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (2)
Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocak
Giriş
Türk tarihinin yakın dönemlerde meydana gelmiş en önemli iki olayı, hiç şüphesiz Birinci Dünya Harbi ile İstiklâl Harbi’dir. Bu iki harp, devlet ve millet hayatımızda köklü ve kalıcı değişikliklere sebep olmakla birlikte Türk milletine çok değerli bir asker ve devlet adamı kazandırmıştır: Gazi Mustafa Kemal Atatürk.
Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Birinci Dünya Harbi’nin başta Çanakkale olmak üzere hemen her cephesinde askerî sevk ve idaredeki kudretini ispatlamış, Millî Mücadele’de, millet nazarında Türklüğün timsali olmuş ve Cumhuriyet yıllarında devlet adamlığı ile “Atatürk devri” denecek bir zaman dilimine imza atmıştır. Atatürk hakkında bu güne kadar birçok makale, eser ve devrini aydınlatacak pek çok belge yayımlanmıştır.
Ancak bu çalışmaların önemli bir kısmı, çoğunlukla 1923 yılından sonrasına aittir. Oysa Mustafa Kemal Paşa’nın şahsiyetinin hangi millî-destanî olaylar içinde geliştiğini, bu millete ilk defa nasıl tanıtıldığını, hangi şartlarda milletin önüne düştüğünü ve hangi şartlarda ülkeyi düştüğü tehlikeden, milletin desteği ile istiklâle ve istikbâle doğru götürdüğünü bilmek gerekmektedir.
Birinci Dünya Harbi sonunda çeşitli cephelerde gösterdiği emsalsiz başarılarla askerî kabiliyetini ispat etmiş, kendi topluluğunda tanınmış bir kumandan olan Mustafa Kemal Paşa’yı Türk okuyucusuna ilk defa Ruşen Eşref [ÜNAYDIN] [1] tanıtmıştır.
Ruşen Eşref, döneminin tanınmış yazar ve şairleri ile yaptığı mülâkatlarla tanınmıştır. Kahraman askerlerimizin yarattığı bir destan olan Çanakkale muharebelerinin basınımızda yeterince yer almadığını görmüştür. Kendi askerimizin kahramanlıklarını yabancılardan öğrenmeyi gazeteciliğimiz acısından eksiklik olarak değerlendirmiş ve Çanakkale muharebelerini yapan ve kazanan askerlerimizi millete tanıtma ihtiyacını duymuştur. Bu yolla millet, kendisi için hayatlarını hiçe sayan insanları tanımış olacaktır.
Ruşen Eşref, ilk olarak bu muharebelerin her gününe etkili ve kalıcı faaliyetlerle katılan, askerî dehası ile harbin geleceğinde doğrudan rol oynayan Mustafa Kemal Paşa’yı ziyaret etmiştir. Mustafa Kemal Paşa ile mülâkatı (Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat, Şişli, 28 Mart-1334 [1918]), her oturumu on iki saatten az olmamak üzere üç gün sürmüştür. Bu süre içinde genç Paşa, Ruşen Eşref’e Çanakkale muharebelerinin, kendisinin bizzat kumanda ettiği ve şahidi olduğu safhalarını bütün ayrıntıları ile anlatmıştır.

Ruşen Eşref, mülâkat için Mustafa Kemal Paşa’yı Harbiye Nezareti’nin, kendisine ayrılan ve duvarlarında Harbiye Mektebi talebeliği, Hareket Ordusu yürüyüşü, Balkan Harbi günleri ve Trablusgarp muharebesi hatıralarını taşıyan resimlerle süslü dairesinde şöyle anlatır:
“Cumba tavanlarına ve pencere kenarına varıncaya kadar kanepeleri, koltukları bile halılar, seccadeler ve kilimler altında koyulaşmış birçok gölgeli, geniş odada Mustafa Kemal Paşa’nın siması Rembrandtvari bir tablo mevzuunu andırıyordu. Genç bir simada bu kadar engin bir mâna gördüğümü hatırlamıyorum: Işıklarla gölgelerin dalgaları arasında sebat, tevekkül, tevazu, vakar, mülâyemet, huşunet, safvet, zekâ. Bütün bu zıt şeylerin toplandığı sarışın ve gayet sevimli bir yüz.”
Çalışma masasının üzerinde Balzac’ın Colonel Chabert’ini, Maupassant’ın Boule de Suif’ini, Lavedan’ın Servir’ini gören Ruşen Eşref, Paşa’nın yorgunluğunu edebî eserlerle gidermeye çalıştığını düşünmüştür. Esasen o, harp alanlarında paltolar, çizmeler içinde uykusuz geceler geçiren bu genç Türk kumandanının salonlarda pek maharetle vals eden, sohbeti aranan nazik, terbiyeli ve zeki bir insan olduğunu daha önceden duymuştur.
Mustafa Kemal Paşa, Ruşen Eşref’e savaşın muhtelif safhalarını yığın yığın not defterlerinden, raporlardan faydalanarak, çeşitli haritalar üzerinde açıklamalar yaparak anlatmıştır. Ruşen Eşref, bu genç kumandanın anlattığı olaylara bağlı olarak yüzünün aldığı yeni ifadelerden ve sesinin tonundan, yaşanılan harp günlerinin tehlikesini sezmeye çalışmıştır. Ancak Paşa, haritaları sakin sakin karıştırıp anlattıklarına delil olarak gösterdiği raporları, yazara verebileceği notları soğukkanlılıkla seçmiştir. Ruşen Eşref, “memlekete Çanakkale harbinde unutulmaz hizmetler eden muhakemesi süratli, kararları kat’i genç kumandanın yüzünden… Türkiye’nin mukadderatını tayin edecek boğuşmaya doğru gittiğimizi heyecanla” hissetmiştir.
Mustafa Kemal Paşa’nın anlattığı harp sahneleri arasında Ruşen Eşref’in dikkatini en çok çekenler ve üzerinde önemle durdukları, Paşa’nın askerlik dehasını gösterenler ve savaşın cereyan şekli üzerinde etkisi olanlardır. Yazar bunlardan birisini Mustafa Kemal Paşa’nın ağzından şöyle anlatır:
“Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye. Düşman da bu tepeye gelmiş. Demek ki düşman bana benim askerlerimden daha yakın ve düşman benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena bir vaziyete duçar olacaktı. O zaman, artık bu, bilmiyorum, bir muhakeme-i mantıkiye midir, yoksa sevk-i tabii ile midir, bilmiyorum; kaçan efrada:
— Düşmandan kaçılmaz, dedim.
— Cephanemiz kalmadı, dediler.
— Cephaneniz yoksa süngünüz var, dedim. Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım. Aynı zamanda Conkbayırı‘na doğru ilerlemekte olan piyade alayıyla cebel bataryasının yetişebilen efradının “marş marş”la benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitini geriye saldım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır.”
Ruşen Eşref, Mustafa Kemal Paşa ile sadece Çanakkale’de savaşan ve başarı kazanan bir kumandanı konuşturmak için mülâkat yapmamıştır. Muhatabını her yönü ile tanımak ve onu Türk okuyucusuna tanıtmak istemiştir. Sorduğu sorulardan pek çoğu Mustafa Kemal Paşa’nın savaştaki maddî faaliyetleri kadar ruh hâlini de aydınlığa çıkaracak mahiyettedir. Paşa’nın, savaşın bir safhasında, üstün düşman kuvvetlerini siperlerinden söküp atan Türk birliklerinin harekâtını teknik bilgilerle anlatması sırasında, yazarın, bu kuvvetlerimizdeki moral gücü üzerine sorduğu soru, buna güzel bir örnek teşkil etmektedir. Paşa’nın cevabı da hem kendi ve hem de kumanda ettiği askerin ruh yüksekliğini göstermektedir.
“Bu öyle alelâde bir taarruz değil, herkesin muvaffak olmak veya ölmek azmiyle harekete teşne olduğu taarruzdur. Hatta ben, kumandanlara şifahen verdiğim emirlerde şunu ilâve etmişimdir:
– Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeği emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar kaim olabilir.”
Ruşen Eşref, bu genç Paşa’da gördüğü “ruh azminin“, “bir gaye uğrunda fedakârlık arzusunun“, ülkenin hızla sürüklendiği tehlikeli günler için kurtuluş ışığı olduğu kanaatine varmıştır.
Mustafa Kemal Paşa, emri altındaki askeri sadece tanımakla kalmıyor, onu harekete getirecek manevi gücü de çok iyi bilmektedir. Arıburnu muharebeleri sırasında verdiği aşağıdaki emir bunun açık ispatıdır:
“Benimle beraber burada muharebe eden bilcümle askerler katiyyen bilmelidir ki, uhdemize tevdi edilen namus vazifesini tamamen ifa etmek için bir adım geri gitmek yoktur. Hâb [uyku, rüya] ve istirahat aramanın, bu istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın benimle hemfikir olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikçe yorgunluk asarı göstermeyeceklerine şüphem yoktur.”
Mustafa Kemal Paşa, yukarıdaki emirle ateş hattına giren askerin durumunu da anlatmaktan geri durmamaktadır. O, kan ve barut kokusu içinde tanıdığı Türk insanının azmine, fedakârlığına hayrandır. Onun taşıdığı yüksek ruha karşı duyduğu hayranlığı Ruşen Eşref’e, aynı zamanda başarılı bir tahkiye [hikâye etme, anlatma] üslubu örneği olan şu ifade ile anlatır:
“Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre… Yani ölüm muhakkak, muhakkak… Birinci siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına kâmilen düşüyor. İkincidekiler onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar şâyân-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor. Hiç ufak bir fütur bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okumak bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, cennete girmeğe hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahâdet çekerek yürüyorlar. Bu, Türk askerlerindeki ruh kuvvetini gösteren şâyân-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu yüksek ruhtur.”
***
Ruşen Eşref, bu mülâkatla farkında olmadan çok önemli, hatta tarihi bir hizmet ve görevi yerine getirmiştir. Bu görev, Çanakkale muharebelerinin bütün safhalarını bir Türk paşasından dinleyip halka anlatmak değil, Birinci Dünya Harbi sonunda düşülen felâketli günlerden kurtulabilmek için milletin vatan sathında, ayrı ayrı bölgelerde, ayrı ayrı gayelerle başlattığı millî mukavemet hareketlerini bir noktada toplayacak ve Türk’ün iradesi şeklinde düşman karşısına dikecek bir zekâya ihtiyaç duyduğu anda, önceden böyle bir kabiliyeti millete göstermiş ve tanıtmış olmasıdır.
Millî hareketin ne olduğu, amaçlarının nelerden ibaret bulunduğu konuları üzerinde Mustafa Kemal Paşa ile yüz yüze ilk mülâkatı gerçekleştiren yine, onu “Anafartalar kumandanı” olarak Türk okuyucusuna tanıtan Ruşen Eşref olmuştur. [2]
Çanakkale Kara Muharebelerinden Kanlısırt Muharebeleri (6-10 Ağustos 1915), Conkbayırı Muharebeleri (6-10 Ağustos 1915), Birinci Anafartalar Muharebesi (9 Ağustos 1915), Kireçtepe Muharebeleri ( 9-17 Ağustos 1915), İkinci Anafartalar Muharebesi (21 Ağustos 1915), Kayacıkağılı (Bomba Tepe) Muharebeleri (27 Ağustos 1915)ni Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal Paşa’nın dilinden okumak, anlamak, analiz etmek ve değerlendirmek; her Türk evladı için Türk tarihine ve Türk milletine minnet ve şükran borcudur.
***
ANAFARTALAR (2)

Buraya kadar muhaveremizi [konuşmamızı] sakin bir vaziyette dinleyen Yüzbaşı Cevat (Abbas Gürer) Bey, paşanın yaveri, kaim, sertliği hoşa giden bir sesle:
– Bu şarapnel misketlerinden bir tanesi de Paşa’nın göğsünü okşamıştır! dedi.
– Nasıl? dedim.
Paşa tespihi ile oynuyordu. Cevat Bey, parlak çizmelerindeki mahmuzlar şıkırtı yaparak, göğsünün sol tarafındaki nişan kurdeleleri sırası ve ipek kordonu kabara ine şöyle anlatıyordu:
– Bulunduğumuz yer tamamen muhacimlerin [hücumların] arası idi. Paşa da ilerleyen efradımızı seyrederken göğsüne bir şeyin gayet kuvvetle çarptığını duymuştur.
– Evet, sağ tarafta ceketimde bir kurşun yeri gördüm.
Yanımda bulunan zabit (rahmetli Nuri Conker Bey) “efendim, vuruldunuz” dedi. Ben böyle bir söz şuyu bulursa askerimizin kuvvei maneviyesi üzerinde yapacağı tesiri düşündüm.
Elimle zabitin ağzını kapadım.
“Sus” dedim.
Cevat Bey devamla:
– Bir şarapnel misketi göğsünün sağ tarafına tam saatinin bulunduğu cebe isabet etmiştir. Saat parça parça oldu. Fakat o darbe paşanın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan başka ileri geçmemiştir, dedi.
– O saat sizin için tarihi bir saattir. Görebilir miyim efendim, dedim.
Paşa:
– O saatin enkazını bu muharebeden sonra Liman Paşa Hazretleri hatıra olarak aldılar. Bana da kendilerinin ailevi asalet armasını havi bulunan saatlerini verdiler.
Cevat Bey saati gösterdi: Omega markalı siyah bir saat: Arkasında bir taç ve “L. Z.” markaları, Paşa’nın kırılan saati de Mektebi Harbiye’den beri sakladığı Omega markalı kuvvetlice bir talebe saati imiş. Cevat Bey Zenith markalı bir bilezik saati de gösterdi ki onu Mustafa Kemal Paşa’ya o kurşun değdiği esnada yanında bulunan genç mülazım [teğmen] vermiş.
Askerinin bu kadar yanında giden, onlara ön ayak olan bir kumandana en zorlu düşmanların bile dayanamayacağına aklım eriyordu.
– Peki, siz bu yaranızla uğraştığınız esnada askerleriniz ne yapıyordu? Hücuma devam ediyor mu idi?
– Tabii. O kahramanlar, başlarında fedakâr zabitleri olduğu halde gayrikabili tevkif savletleriyle ilk düşman hattını bire kadar boğdular. Bundan başka önlerine tesadüf eden, imdada gelen bütün düşman kıtalarını perişan ettiler. Hatta bizim münferit aksamımız boş buldukları istikametlerden denize kadar gitmişlerdir. Bence maksat hâsıl olmuştu. Karşımda bulunan İngilizleri kâmilen imhaya kalkışacak kadar, şeraiti müsait [şartları uygun] tasavvur etmiyordum [görmüyordum]. Onun için verdiğim emirle taarruzu kestim.
Conkbayırı‘nda ve Şahintepe‘de yerleştik kaldık. Bu muharebede düşmana binlerce maktul [ölü], binlerce mecruh [yaralı] verdirdik. Birçok esliha [silahlar] aldık. O cephede bulunan makineli tüfeklerini igtinam ettik [ganimet aldık]. Birçok da esir alındı.
Bu hücumumuz Sir Hamilton’u bazı mübalağalı tasvirlere sevketmiş. Bunu sonra, raporunu okuduğum zaman anladım. (Raporu açıp orada bir sahife arayarak) bakınız, müşarünileyh diyor ki: “Askerlerini biz, mevcut bilcümle toplarımızla topa tutturmuşuz.” Bu doğru değil, tabanca bile attırmadım. Çünkü attırsaydım o zaman baskın tarzında yapmak istediğim hücum muvaffak [başarılı] olamazdı. Zaten onun askerleriyle benim askerlerim değil, bizzat benim ve kumandanlarımın onlarla arasındaki mesafe ancak 15-20 hatve [adım] idi. Bu kadar yakın mesafede düşman hattına topçu endahtına [atışına] imkân olmayacağı erbabınca malûmdur, bahusus [özellikle] gece vakti… Bir de Hamilton iki taburunun boğazlanıp haki helake [yere ölü] serildiğinden bahsediyor.
Bu doğrudur. Fakat bizim 28 Temmuz‘da Conkbayırı‘nda yaptığımız hücumla mağlup ettiğimiz İngiliz kuvveti Arıburnu ve Damakçık Bayırı arasındaki mıntıkada bulunan tekmil kuvvetleridir. Bu meydanı harpte şan ve şeref kazandıklarından bahsettiği General Kayley, bütün erkânı harbiyesiyle beraber maktul düşen [öldürülmüş] General Baldwin, tehikeli surette yaralanan General Koper nerelere kumanda ediyorlardı, yalnız iki tabura mı?
Galip askerin, doğruyu söylemeyen mağlup askere, karşı esirgemediği tezyif [eğlenceli] tebessümü Paşa’da pek vazıhtı [açıktı].
– Maamafih, dedi, Sir Hamilton’un askerimizin hücumunu tasvirdeki maharetini pek takdir ederim. Doğrudur! Onun kullandığı tabirleri istimal ederek [kullanarak] diyebiliriz ki bu muharebede askerlerimiz İngilizler için o gün bir afet oldular. Önlerinde durmaya yeltenenleri haki helake [yere ölü] serdiler. Conkbayırı tepesinin zirvesini tamamen tarayıp temizledikten soma, yine Hamilton’un tabiriyle söylüyorum, kovanından çıkan an sürüleri gibi güç halle yakalanan muhakkak bir ölümden sıyırabilen öteki kollar üzerine saldırdılar, “İngilizler için bu derece nevmidâne [umutsuzca] ve hunrizane [kan dökücü] olan muharebenin tafsilatı asla ve asla sahaifi evrak üzerine konamaz. Türkler birbiri ardınca meydanı kâru zare atıldılar. Ve ismullahı zikrederek hakikaten pek gazanferâne ve şirâne [aslanlar gibi] harbettiler” diyor. Bu hücumlara karşı duran İngiliz efradı, oldukları yerde telef oldular.
Ha, bir şey daha söylemeli. Hamilton askerimizin ma’reke [harp] meydanında yorulmuş oldukları, tükenmiş oldukları zehabında bulunuyor. Aldanmıştır zavallı. Bizim askerimiz hücum için vermiş olduğum emirde olduğu gibi, tayin ettiğim hatta durmalarına dair olan emrimi de aynı itaat ve gayretle tatbik etmekten başka bir şey yapmamışlardır. Bu muharebenin daha fazla tafsilatını yine Hamilton’un raporunda okumak mümkündür.
Onun için biz bu kadarla iktifa edebiliriz [yetinebiliriz]. Yalnız şunu diyeyim ki 29 Temmuz‘da vuku bulmuş olan Conkbayırı Muharebesi, Anafartalar muvaffakiyetinin [başarısının] en şanlı safhasıdır.
Yaver Cevat Bey, bu muharebelerde askerimizin gayet şiddet ve gayretle hareket ettiklerine dair izahat verdi, misaller getirdi. Onlardan biri de şu ki kuvvei maneviyesi yerinde olan, mafevklerinin [üstlerinin] fedakârlığına tamamen inanan askerde mevcut kuvvetli ruhu göstermek itibarıyla mühim buldum. Sıhhiye efradımız bir yerde istirahat ediyorlar ve yemek yiyorlarmış. Tam o esnada bir obüs yakınlarına düşmüş. Askerler bir müddet toz duman arasında kalmışlar. Sonra o sis sıyrılır sıyrılmaz görmüşler ki o askerler arka üstü yatmış kahkaha ile gülüyorlar, kendilerine zararı dokunmamış olan bu obüsle alay ediyorlar.
Paşa dedi ki: 29, 30, 31 Temmuz‘da, 1 ve 2 Ağustos‘ta büyük mikyasta hadisat yoktur. Olanlar da sizi alâkadar etmez.
3 Ağustos muharebesi [Kireçtepe]: Kireçtepe, Anafartalar muharebe cephesinin sağ cenahında pek mühim bir mevzidir. Düşman 2 Ağustos günü akşam saat 6.30 sonrada bir liva kadar kuvvetiyle grubun sağ cenahına taarruz ve Kireçtepe‘nin bazı aksamını zapt etmişti. Fakat aynı gece kıtalarımız tarafından yapılan mukabil [karşı] taarruzla Kireçtepe mevzii istirdat edildi. Düşman 3 Ağustos günü daha faik [üstün] kuvvetlerle tekrar Kireçtepe‘ye taarruz etti. Düşmanın pek ciddi olduğu anlaşılan bu taarruzuna karşı yakından ve bizzat ittihazı tedabir etmek [gerekli tedbirleri almak] üzere mezkûr cephe gerisinde Turşun köyündeki fırka karargâhına gittim. Kireçtepe muharebe meydanında kâfi miktarda kuvvetlerin serian [süratli, hızlı] toplanması lüzumu tezahür etmişti [ortaya çıkmıştı, belirmişti]. Onun için istifadesi mümkün olan cüzütamları celbetmek suretiyle öğleye kadar 12 tabur cem’ine [toplanmasına] muvaffak oldum. Celbolunan kuvvetler mütemadiyen muharebe hattına yürüyorlardı. En nihayet, erkânı harbiyemden icap edenlerle beraber bizzat ben de muharebe hattına yaklaşmak lüzumunu hissettim. Bulunduğum yerden muharebe hattına giden tek bir yol vardı. Bu yol mütemadiyen sahil yakınından geçiyor, düşmanın sahile yaklaşmış olan iki torpidosu tarafından mütemadiyen [durmadan, sürekli] ateş altında bulunduruluyordu. Bu sebeple ileri hareket eden tekmil kıtaatın durmuş olduğunu gördüm. Hayvandan indim, kolun başına ve mecburi tevakkuf olunan noktaya [mecburi durma noktasına] geldim. Filhakika oradan ileri geçmek mevtle [ölümle] kat’i olarak temas etmek demektir. Hâlbuki bugün bu kıtaların ileri geçmesi lazımdı. Evvela ben yalnız olarak koşar adımla geçtim. Arkamdan ve birbirinden fasıla ile erkânı harbiye reisi ve yaverlerim geçtiler. Ondan sonra, tevakkuf eden [toplanmış] kıtaat kumandanlarına “geçeceksiniz” dedim. Parça parça koşmak suretiyle arzu edilen kıtalar geçirildi. Bu muharebenin neticesinde düşman hareketi akim [etkisiz] bırakıldı, evvelkinden daha hâkim bir vaziyet alındı.
Yaver Cevat Bey o gün arkadaşlarına o tehlike içinde hizmet gören bir askeri anlattı: Kimsenin geçemediği ateş içinden kemali itidal ve tevekkülle [bütün dikkati ve inancıyla] yürüyerek ilerdeki arkadaşlarına yiyecek ve kuvvet taşıyan o fedakâr genci Paşa, yaverinin göğsündeki nişanla hemen orada taltif etmiş [ödüllendirmiş].

Paşa dedi ki: 4 Ağustos‘tan 6 Ağustos‘a geçeceğim. Hatta isterseniz 8 Ağustos‘a geçeceğim. O gün, yani 8 Ağustos‘ta sabahtan itibaren düşmanın bir taraftan diğer tarafa asker sevk etmekte ve gemilerden bazı kıtalar çıkarmakta olduğu görülüyordu. Bununla beraber cephede sükûnet vardı. Öğleden evvel Küçük Anafartalar garbında bulunan kıtalar nezdine gittim, tertibatta [düzende] bazı tadilat [değişiklikler] yaptım. Karargâha avdetimde [dönüşümde] vaziyeti daha meşkûk [şüpheli] görüyordum. Onun için, ihtiyatta bulundurduğum fırkalara derhal silah başı etmelerini telefonla emrettim. Bu esnada idi ki gittikçe mütezayit [artan] top sesleriyle beraber düşmanın taarruza geçtiği anlaşıldı. Bu taarruz Küçük Anafarta köyünün sureti umumiyede garbında bulunan fırkalarımıza, Yusufçuk tepesi, İsmailoğlu tepesi ve Azmak ile Kayacıkağılı arasındaki sahaya karşı idi. Taarruz olunan cepheye sevk olunabilecek kuvvetler Turşun köyü şimali garbisindeki 9’uncu fırka ile Sivli köyü civarında bulunan 6’ncı fırka ve 8’inci ve 4’üncü fırkaların ihtiyat kuvvetleri idi. 9’uncu fırka evvela tahrik olundu. 5’inci fırkayı Sülicek ve İsmailoğlu tepesi mıntakalarında takviye etmesini, diğer bir fırkanın Küçük Anafarta üzerine yürümesini, diğer fırkalara, düşmanın topçuları ile taarruz etmekte olduğu istikametleri ateş altına almalarını, hülâsa [özetle] bütün cephede icap eden [gereken] tedbirlerin alınmasını emrettim. Ancak, düşmanın hücum ettiği cepheye gönderdiğim ihtiyat kuvvetleri muvasalat edebilmek [ulaşmak, varmak] için zaman geçecekti. O zamanı kazanmak lazım geliyordu. Elimde bir süvari livası da vardı. Bu süvari kıtasının mevcudiyeti bende şöyle bir hatıra uyandırdı:
Fransızlar Seddülbahir cephesinde piyadelerinin hücum hatları önünde bir süvari kıtasını, yayılmış olduğu halde bizim hatlarımıza saldırtmışlardı. Bu Fransız süvarilerinin ateş karşısında bi-muhaba [korkmadan] ölüme koşmaları hoşuma gitmişti. Bu hareketi cidden şövalyeresk bulmuştum. Piyadenin önünde bir perde yapıyorlar ve ötesi yok işte, ölüme kucak açıyorlar, arkalarındaki piyadeyi korumak için kendilerini feda ediyorlardı. Bu ne tasvir edilecek cesaret ve fedakârlık levhasıdır!
Binaenaleyh derhal bizim süvari alayı kumandanı beyi yanıma çağırdım. İsmailoğlu tepesine taarruz eden düşmanı aynı tarzda bir hareketle tevkif etmesini [durdurmasını] kendisine emrettim. Pek kıymetli bir süvari kumandanı olan bu arkadaşımız bütün cesareti necibesini bu münasebetle izhar etti [gösterdi]. Bana arzu ettiğim zamanı kazandırdı. Düşmanın deniz ve kara topçuları İsmailoğlu tepesi ile Azmak deresinin şimal ve cenubundaki mevzilerimizi şiddetle bombardıman ediyordu. Henüz natamam olan siperlerimiz barınılmaz bir hale geliyordu. Bilhassa, Yusufçuk tepesine birçok düşman bataryaları ateşlerini temerküz ettirmişlerdi [toplamışlardı]. Düşman bütün cephe üzerine piyadesiyle de taarruz ediyordu. Topçularımızın, piyadelerimizin kemali metanetle icra ettikleri ateş sayesinde bütün bu cephelerdeki düşmanın ilk taarruzu telefat ile püskürtüldü. Öğleden soma 4 ile 4.50 raddelerinde tahminen bir fırka kadar düşman kuvvetinin birbirini müteakip (izleyen) birkaç kademe olan Laletepe ‘den ilerlemekte olduğu görüldü. Bu düşman kuvvetleri Mestantepe ve Kayacıkağılı‘na doğru yanaşıncaya kadar pek çok telefat verdi. Ve birçok defa tevakkufa [durmaya] mecbur oldu. Bazı aksamı darma dağınık bir hale geldi. Fakat herhalde ilk taarruzu yapan düşman kıtaatı takviye olundu. Ve ikinci defa olarak tekrar taarruza kalktı. Bu defa da Yusufçuk tepesine karşı vaki olan hücum defedildi [uzaklaştırıldı]. Yalnız bir jandarma bölüğümüzün geriye çekilmesi üzerine orası derhal takviye olunarak bir süngü hücumu ile düşman o noktadan da atıldı. Düşman saat 6 sonraya doğru taarruzunu faik [üstün] kuvvetlerle ve efradı İngiliz asilzadelerinden mürekkep [oluşan] ikinci süvari yaya fırkası ile üçüncü defa olarak tekrar Yusufçuk tepesine girdi. Tarafımızdan birinci hatlar takviye olunarak icra ettiğimiz taarruzla düşmanı o tepeden attık. Hâkimiyet bizde kaldı. Düşmanın Azmak cenubunda yaptığı taarruzlar da püskürtüldü. Bu suretle 8 Ağustos‘ta düşmanın lâakal [en az] biri taze olmak üzere üç fırka ile yaptığı taarruz neticesinde on beş yirmi bin kadar zayiatı oldu.
Düşmanın maksadı bence Kayacıkağılı, İsmailoğlu ve Yusufçuk tepelerini zapt ederek cephemizi yarmaktı. Ve bu hat dâhilinde şarka ilerleyecekti. Filhakika pek büyük azim ve inat ile müteaddit [çeşitli] taarruzlar yaptı. Kıtalarımızın ve başlarında bulunan kumandanlarla zabitlerimizin metanetleri, fedakârlıkları sayesinde düşmanın hücumları göğüs göğüse, süngü süngüye karşılanarak imha edildi. Neticei muvaffakiyet de bizde kaldı.
Paşa, General Hamilton’un raporunda, aynı güne tesadüf eden vakayii hikâye eden sahifeleri yüksek sesle okudu ve bana dedi ki:
– Görüyor musunuz, işte o da bu mağlubiyeti kabul ediyor. Yalnız tasavvur etmediği müşkülatı bu mağlubiyete sebep gösteriyor. Hâlbuki benim ve kıtalarımın içinde bulunduğumuz müşkülat, muhakkak ki onlarınkinden daha az değildi. Ve kendi ifadesine nazaran “üç fırkadan da fazla olduğu anlaşılan ve bahusus [özellikle] damarlarında bir damla İngiliz kanı cevalan eden [dolaşan] her bir ferdi iftiharından lerzedar eyleyecek [titreyecek] derecede ulvi bir manzara” arz ettiğini söylediği İngiliz asilzadeler fırkasını mağlup etmek için benim kullandığım kuvvetlerin miktarını Hamilton tarihi harpte okuyacağı zaman Türk askerlerini, Türk zabit ve kumandanlarını herhalde bu İngiliz fırkasının ulviyetinden daha âli [yüce] bulacaktır. Bundan eminim. Sir Hamilton mezkûr fırka efradı için diyor ki: “Bu derece güzide efrada zamanı hazır muharebatımda pek ender tesadüf olunur.” Bunu böyle kabul edersek o halde bizim 34’üncü ve 64’üncü alaylarımızın -ki onları mağlup etmiştir- efradına dünyanın hiçbir ordusunda tesadüf etmek ihtimali olmadığı itiraf olunmalıdır. Yalnız Sir Hamilton’u parlak gayesine muvaffak olmaktan men’ettikleri için İngiliz kumandanının “Türkler ikinci yaya süvari fırkasının, kendilerinin gırtlaklarına yapışıp bir haddi tedip yemekten kendilerini kurtardıkları için pek talihli imişler” sözünü pek bayağı bulurum. Ve buna mukabil şu cümleyi kullanmaya kendimi mezun addederim. İngiltere’nin baisi iftiharı olan ikinci Mavend yaya süvari fırkası efradının temiz kanlı ve mert Türk kahramanları karşısında dayanamadıkları bence bizim için daha şayanı iftihardır. Hakikaten Türkler takati beşerin fevkinde [insan gücünün üstünde] bir kudret göstermişlerdi.
Şimdi gelelim 13 Ağustos muharebesine. Anlıyorsunuz ki sekizden on dörde kadar olan günlerin hadisatından bahse lüzum görmüyorum.

14 Ağustos Kayacıkağılı muharebesi: O gün düşman kesif topçu ateşiyle Kayacıkağılı cephesinde bulunan fırkamızı ateş altına alarak oradaki siperlerimizi dövmeye başlamış. Bu ateş öğleden sonra saat dörtte büsbütün kesbi şiddet etmiş. Buna gemi topçuları da iştirak etmekte imiş. Mustafa Kemal Bey, düşmanın o cepheye bir taarruz hazırlamakta olduğuna kat’i bir surette hükmetmiş. Oradaki fırka kumandanına, böyle bir taarruza mukabele [karşılık] maksadıyla hazırlanması için icap eden emri vermiş. Aynı zamanda mümkün olan tekmil [bütün] topçularına da o istikamette ateş açtırmış. İhtiyat fırkalarından birine de hazırlık emri verilmişti. Filhakika düşman mezkûr cepheye taarruz etmiş.
Mustafa Kemal Bey, oradaki fırka kumandanından vazıh [açık] haber alamadığı için, kendisine telefonla şu emri veriyor:
“İlerideki kuvvetleri kullanacak kimsenin orada bulunmadığını anlayarak müteessir oluyorum. Her halde birinci hatlar teksif edilmeli [yoğunlaştırılmalı]. Düşmanın hücumu halinde derakap [hemen] süngü ile karşılanacak surette ihtiyat taburları birinci hatta takrip edilmeli [yaklaştırılmalı]. Bunun böyle yapıldığından ben emin olmalıyım. Rica ederim icraatınızı hemen bildiriniz.”
Aynı zamanda demin bahsettiği ihtiyat fırkasını da o cepheye hareket ettirmiş. Erkânı harbiyesinden Pertev Bey’i de haber zabiti olarak oraya göndermiş. Almakta olduğu haberler natamammış [tamam değilmiş]. Bununla beraber düşmanın siperlerimize girmiş olduğuna kanaat getirmiş.
“Fırka kumandanının verdiği haberlerle vaziyet tenevvür etmiyordu [aydınlanmıyordu]. O kadar ki bu fırka kumandanına muğber [gücenmiş] oluyordum. Saat 6.15 sonrada da kendisine bu emri verdim” dedi.
– Mümkünse lütfen okur musunuz?
– Ben şu habere intizar ediyorum: Siperlerimize giren düşman mahvedilmiş, düşman siperlerine askerlerimiz girmiştir. Bundan başka hiçbir haber bence haizi ehemmiyet değildir.” İşte bu emri verdim.
– Netice ne oldu efendim?
– Bu emirden sonra gelen raporlarda da vuzuh [açıklık] yoktu. Bunlarda, hareketin iyice hava karardıktan sonraya talikine müsaade etmem talebinde bulunuyordu. Bunun üzerine yeni bir emrimde dedim ki: “Düşmanın tardı için gecenin hululünü [gelişini] bekleyerek bir an bile kaybetmek kat’iyyen caiz değildir. Düşman da karanlıktan bilistifade [faydalanarak] fazla takviye kıtaları alır. Faalâne hareket ederek düşmanı hemen tardetmeniz matluptur. Gönderdiğim takviye kıtaatı ile irtibat peyda ediniz [bağlantı kurunuz]. Onları cephe gerisine yaklaştırınız ve bana bildiriniz.”
Bu fırka cephesinde o gün ve bütün gece sabaha kadar müteaddit defalar kanlı boğuşmalar olmuş. Neticede düşman maksadını elde etmekten mahrum kalmış. Bundan başka bizim için pek parlak bir muvaffakiyet denecek derecede de fazla zayiata uğramış.
14/15 gece yansından sonra düşman Mestan tepeden Yusufçuk tepesine taarruza teşebbüs etmişse de piyade ateşlerimizle bu da bertaraf edilmiş.
Paşa dedi ki:
– İşte bu Kayacıkağılı muharebesinden sonra nihayete kadar artık ciddi hiçbir muharebe vuku bulmamıştır. Bu uzun müddet zarfında gerek biz gerekse düşman tahkimat ve tertibatla iştigal ettik. Bütün tafsil ettiğimiz [ayrıntılarını belirttiğimiz] bu muharebelerde düşman pek büyük zayiata duçar olduğu ve bizim tahtı hâkimiyetimizde kalmaktan kurtulmadığı için bütün ümitleri kırıldı. Ben 27 Teşrinisani‘de [Kasım’da] rahatsızlandım.
– Demek her gün sarsıp emellerinden uzaklaştırdığınız düşmanınızın kaçtığını görmediniz.
– Hayır! Fevzi Paşa Hazretlerini (Mareşal Fevzi Çakmak) yerime tevkil ettim. İstanbul’a geldim.
– Firar haberini nerden aldınız efendim?
– Zannederim on gün sonra, İngilizlerle Fransızların topraklarımızdan kaçtığını İstanbul’da işittik. Bilahare erkânı harbiye reisimin buna dair verdiği rapora istinaden [dayanarak] İngilizlerin bu hareketini izah için, başka kelime aramaya lüzum görmüyorum. Bu tabirin bütün vüs’ati [geniş] manasıyla kaçtılar, kaçtılar diyeceğim. Bu, kendilerince muvaffakiyetli bir kaçıştır, dedi.
Ve gülümsedi.
Bu kadar zaman bana şu hülâsaları vermek için yorulan kıymettar zata teşekkürler ettim. Ve askerlik hayatına İstanbul’dan Yafa’ya sürülmekle başlayan, Hareket Ordusu gibi, Trablusgarp ve Balkan muharebeleri gibi memleketin en tehlikeli zamanlarında can verircesine vazife başına atılan bu kahramanın elini sıktım. İçimde ona karşı derin bir hürmet, bir İstanbul çocuğu ruhu ile derin bir şükran olduğu halde yanından ayrıldım.
Şişli, 28 Mart – Sene 1334 (1918) [3]
DİPNOTLAR
[1] https://www.biyografya.com/biyografi/13092
https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/rusen-esref-unaydin-1892-1959/
[2] Necat BİRİNCİ, Ruşen Eşref ÜNAYDIN, Türk Büyükleri Dizisi: 95, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 934, Ankara 1988, s. 17-24
[3] Ruşen Eşref ÜNAYDIN, Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat, Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş., İstanbul 1999, s. 65-87
Murat KARATAŞ, “Haritalarla Çanakkale Savaşları”, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yakınçağ ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Bilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi (Danışman: Prof. Dr. Zerrin GÜNAL), Çanakkale 2006, s. 92-161 (Metinde kullanılan haritalar buradan alınmıştır)
You may like

Mustafa Kemal Paşaya Göre Amasya Görüşmeleri: Uygulamalar, Yansımalar, Tepkiler ve Vaka Analizleri

Mustafa Kemal’in Amasya Günleri ve Müftü Hacı Tevfik Efendi’nin Liderliğindeki Yerel Destek

Amasya Genelgesi’nin İçerik Analizi: Kavramların Anlam ve Tarihî Değeri

Mareşal Mustafa Fevzi Çakmak’ın 30 Ağustos Zaferine ve İzmir’in Kurtuluşuna Ait Hatıraları

Kılıç Ali’nin Anlatımıyla Dr. Reşit Galip Olayı

Mustafa Kemal Paşa ve Temsil Heyetinin Ankara’da Karşılanışı
Mustafa Kemal Atatürk
Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi
Published
6 gün agoon
Ekim 17, 2025By
drkemalkocak
Özet
Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde devletin bekasının ve toplum düzeninin en temel direği olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde (1091) adalet; kozmik düzen ve ahlaki temeller üzerinden ele alınırken, Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler (1767) adlı eserinde ise daha çok mali-idari düzenin korunması ve reform ihtiyacı bağlamında işlenmiştir. Bu makalede dört eser karşılaştırılarak adaletin görevleri — meşruiyet kaynağı, toplum düzeninin garantisi, mali düzenin temeli ve devletin bekası — çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Adalet, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Türk-İslam Siyaset Düşüncesi.
Giriş
Adalet, siyaset felsefesinin en eski ve evrensel kavramlarından biridir. Antik Yunan’dan Türk-İslam siyaset geleneğine, Orta Çağ’dan Osmanlı klasik düşüncesine kadar bütün siyasal teorilerde adalet, devletin düzenini ve meşruiyetini sağlayan temel unsur olarak görülmüştür. Türk-İslam düşüncesinde de adalet, yalnızca ahlaki bir ilke değil, aynı zamanda yöneticinin görev ve sorumluluklarını belirleyen bir siyasal kurumdur.
Karahanlıla’da Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Selçuklu’da Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütleri, farklı dönemlerde ve şartlarda kaleme alınmış olmakla birlikte, ortak bir kavram etrafında birleşirler: adalet.
Yönetimde Adalet

1. Kutadgu Bilig’de Adalet
Yusuf Has Hâcib, adaleti devletin “dört sütunundan” biri olarak tanımlar. Hükümdarın zulümden uzak durması, fakirleri koruması ve eşitliği gözetmesi en temel yükümlülüklerdir. Eserde, adaletin Tanrı’nın rızasıyla doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir:
“Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”

2. Siyasetname’de Adalet
Nizamülmülk’e göre adalet, “mülkün temelidir.”^3 Devletin düzeni, hükümdarın zulümden uzak durmasına bağlıdır. Halkın şikâyetlerini doğrudan dinlemek ve kadıların bağımsızlığını korumak, adaletin somut göstergeleridir.
“Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”
3. Koçi Bey Risalesi’nde Adalet
Koçi Bey, Osmanlı’da yaşanan bozulmayı adaletin kaybına bağlamaktadır. Ona göre rüşvet, liyakatsiz atamalar ve kanun dışı uygulamalar devlet düzenini çökertmiştir. Bu sebeple adaletin yeniden tesisi için ıslahat teklif etmektedir: rüşvetin kaldırılması, tımar sisteminin eski düzenine döndürülmesi ve kadıların tarafsızlığının korunması.
“Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”

4. Devlet Adamlarına Öğütler’de Adalet
Defterdar Sarı Mehmet Paşa, adaleti özellikle mali düzen üzerinden ele almaktadır. Zulümle toplanan vergilerin bereketsiz olduğunu, hazinenin bu yolla dolsa bile sonunda boşalacağını ifade etmektedir. Ona göre adalet, yalnızca şeriatın değil, aynı zamanda mali disiplinin de teminatıdır.
“Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”
Karşılaştırmalı Analiz
- Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti metafizik, ahlaki ve kozmik bir ilke olarak görürken;
- Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, adaleti mali-idari düzenin sağlanmasında pratik bir ıslahat unsuru olarak ele almıştır.
Yönetimde Adalet: Karşılaştırmalı Tablo (Alıntılarla)
| Eser | Adaletin Konumu | Adaletin Yöneticiden Beklentisi | Uygulama Alanı | Temel Tehdit / Bozulma Sebebi | Özgün Alıntı |
| Kutadgu Bilig (1069-1070, Yusuf Has Hâcib) | Devletin dört sütunundan biri; kozmik-dini düzenin temeli | Hükümdarın eşitliği gözetmesi, fakirleri koruması, zulümden uzak durması | Vergi adaleti, liyakat, halk ile hükümdar ilişkisi | Zulüm → devletin ömrünün kısalması | “Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.” |
| Siyasetname (1091, Nizamülmülk) | “Mülkün temeli” olarak görülür | Halkın şikâyetlerini dinlemek, kadıları bağımsız bırakmak, zulmü engellemek | Vergi düzeni, kadılık sistemi, şikâyet mekanizması | Adaletin bozulması → kozmik ve toplumsal düzenin çöküşü | “Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.” |
| Koçi Bey Risalesi (1631) | Devletin bozulma sebeplerini açıklayan merkezî unsur | Rüşvetin kaldırılması, timar düzeninin eski hâline getirilmesi, kadıların tarafsızlığı | Askeri, mali ve adli düzen | Liyakatsiz atamalar, rüşvet, kanun dışı uygulamalar | “Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.” |
| Devlet Adamlarına Öğütler (1767, Sarı Mehmet Paşa) | Mali ve idari düzenin bekçisi | Gelir-gider dengesinde adalet, kul hakkından sakınma, ölçülülük | Vergi toplama, hazine yönetimi, idari denetim | Zulümle toplanan vergi → halkın huzursuzluğu ve hazinenin boşalması | “Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.” |
Dört eserin ortak noktası, adaletin yokluğunun devletin çöküşüne yol açacağı fikridir. Ancak dönemler ilerledikçe, adaletin tanımı soyut bir düşünceden somut bir yönetim ilkesi ve mali düzen mekanizmasına dönüşmüştür.
Sonuç
Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde daima devletin varlık sebebi ve bekasının şartı olmuştur. Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti daha evrensel ve ahlaki bir çerçevede değerlendirirken; Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı’nın çözülme döneminde adaleti ıslahatların anahtarı olarak görmüştür. Bu karşılaştırma, siyasal düşünce tarihimizde adalet kavramının sürekli varlığını, fakat içerik ve uygulama bakımından dönemin ihtiyaçlarına göre dönüşümünü açıkça göstermektedir.
Kaynakça
- Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985.
- Nizamülmülk, Siyasetname, Çev. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999.
- Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
- Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (Nasihatü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), Haz. Hüseyin Algül, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
- Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000.
Türk İstiklâl Mücadelesi
Mudanya Mütarekesi (11 Ekim 1922)
Published
2 hafta agoon
Ekim 12, 2025By
drkemalkocak
Mudanya Mütarekesi, Türk milletinin 20. Yüzyılın emperyalist güçleri karşısındaki milli bir zaferidir. Türk ve Yunan ordusu arasındaki harbi sona erdirmiş olması bakımından, Türk İstiklal Harbi’nin en önemli safhalarından biridir. Mütareke, Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’nin sonu anlamına gelen Mondros Mütarekesi’ni geçersiz kılmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temelini atan Lozan Anlaşması’nın şartlarını hazırlamıştır.
Mudanya Mütarekesi’nde Türkiye’yi İsmet Paşa, İngiltere’yi General Harington (Heringtın), Fransa’yı General Charpy (Şarpi), İtalya’yı General Monbelli (Monbeli) temsil etmiştir. Yunanistan temsilcisi General Mazarakis, Mudanya’ya geldiği gemiden çıkmamış ve görüşlerini yazılı olarak bildirmiştir. Görüşmelere 3 Ekim 1922’de başlanmış, çetin pazarlıklar ve tartışmalar sonucunda 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalanmıştır.
Aşağıda, [Hâkimiyet-i Milliye, 13 Ekim 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4]’te Osmanlı Türkçesi ile yayımlanan [Konferans Safahatına Dair Levhalar] başlıklı haber metni çevrim yazı olarak sunulmuştur. Görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak araştırmacı tarafından yerleştirilmiştir.
—***—
[Mudanya] Konferans Safahatına Dair Levhalar
İmza neden sabaha kadar gecikti?
Mükâleme-i memurinin getirdiği haber, yazı makinesi ile başlıyor

Mudanya: 11[Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın telgrafıdır)-Size bu telgrafımla Mudanya Konferansının imzaya müncer [hazır] olduğu geceki safahatı bildireceğim. Burada biz gazeteciler ve halk arasında pek büyük merakı mucip olan bu safahat ve bilhassa imzanın sabaha kadar uzaması herhalde Hâkimiyet karilerinde [okuyucularında] de aynı merakı uyandırmıştır. Filhakika [hakikaten] imza merasimi tam nısfı’l-leylide [gece yarısında] icra edilecekti. Fakat nısfı’l-leyli bir buçuk saat geçtiği halde müttefikin murahhasları [delegeleri] gemilerinden inmediler. Bunun üzerine bir mükâleme memuru giderek tehirin sebebini sual etmiştir. Vuku bulan mükâlemede bu tehirin Yunan murahhaslarının almış olduğu vaziyetten mütevellit bulunduğu anlaşılmıştır. Nısfı’l-leylile doğru İngiliz zırhlısında toplanmış olan üç müttefik hükumet generalleri nezdine Mazarakis ve Miralay Sarıyanis giderek imzaya karşı olan vaziyetlerini teşrih [şerh] eylemişlerdir. Yunanlıların ne vaziyet aldığı malumdur. Saat üçte General Harington karaya çıkmış ve birkaç dakika fasıla ile Fransız ve İtalyan generalleri gelmişlerdir. Bunun üzerine celse derhal küşat olunarak uzun bir protokol müsveddeleri kıraat edilmiş ve mutabık bulunduğu için tebyizine [beyaza çekilmesine] emir verilmiştir. İşte bu anda derin bir sükûtu yalnız yazı makinelerinin tıkırtıları ihlal ediyordu. Nebahat Hanım, Safvet Lütfullah beylerle daha iki zat bizim heyet-i murahhassanın protokollerini tebyiz ediyordu. İngiliz, Fransız heyetlerinden müfrez [ayrılmış] diğer beş zat da mukabil tarafın mukavelesini makineye geçiriyordu. Bu iş gecenin beşine kadar devam etti ve saat beşi çeyrek geçe teneffüs edilmek üzere celseye nihayet verildi.
Herkes memnun, mızıkalar çalıyor, hararetli musafahalar [el sıkışmalar, tokalaşmalar], bütün Mudanya ahalisi bu geceyi ayakta ve uykusuz geçirmiş ve müzakerenin olduğu binanın etrafını kesif bir halk tabakası doldurmuştur. General Harington bizzat sokak kapısına kadar inerek bandodan muhtelif havalar talep etmiş ve bütün istediği parçalar çalınınca bunları hayretler içinde dinlemiştir.
Herkes protokol müsveddelerinde mutabık kalındığını haber aldığı zaman artık imzanın merasim meselesinden başka bir şey olmadığını anlamıştı. Bu hal halk kadar bütün murahhasların çehrelerinde de görülüyordu. Bilhassa Franklin Buyyon Bey büyük bir meserret [sevinç] içinde idi. General Harington İsmet Paşa Hazretleriyle adeta kendisini kucaklarcasına mükerrer musafahalarda bulundu. General Şarpi aynı memnuniyeti izhar eyliyordu. Bu sırada salonlarda fevkalade bir hareket, bir kaynaşma görülüyordu. Bilhassa gazetecilerin faaliyetini görmek insana hakiki bir zevk veriyor, Amerika muhabirlerinin dört yazı makinesi mütemadiyen işliyordu. Artık kırk sekiz saatlik bütün yorgunluklar bu heyecan ve endişe içerisinde unutulmuş, tebyiz üç saat on üç dakikada kâmilen ikmal edilmişti.
Ben, Yunanlıların Protokolü Kabul Etmedikleri Manasını Çıkarıyorum! Hayır, Yunanlıların Ehemmiyeti Yok!
Şimdi saat yediye yirmi yedi var. (Bütün saatler İstanbul ayarıdır.) Herkes yeşil masanın etrafındaki yerlerinde ahz-ı mevki etmiş bulunuyorlar. Konferans Reisi İsmet Paşa Hazretlerinin önündeki çifte lamba dışardan gelen yeni müteharrik beyazlıklar arasında sarı lemalarla kıpırdıyor. İsmet Paşa’nın karşısında General Harington, İngiliz generalinin sağında General Monbelli, solunda diğerleri sırasıyla ahz-ı mevki etmişlerdi. İlk defa General Harington söz alarak Mazarakis ve Sarıyanis’in tahriri kuyıt itirazına serd ederek imzadan imtina eylediğini söyledi ve bu itiraznameyi okudu. Bunun üzerine İsmet Paşa pek ciddi bir tavır ve hareketle:
- Bundan, ben Yunan murahhaslarının protokol münderacatını kabul etmedikleri manasını çıkarıyorum, dedi.
Buna General Harington:
- Hayır! Yunanlıların bu hareketine imtina manası verilemez. Vesait-i muhabereleri karma karışık. Mamafih asıl imzaya salahiyettar murahhaslar General Mazarakis, Miralay Sarıyanis değil, Paris’te bulunan mümessilleridir. Üç güne kadar bütün imzaların hitam bulacağını temin ederim.
Bunun üzerine vapurda bulunan Yunan zabitlerinin konferansça hiçbir ehemmiyeti olmadığı şekli kabul olundu.
Bütün Kalemler Mukavele Üstünde Gıcırdıyor! Harington da Tanışmayarak Geldik, Dost Olarak Gidiyoruz, Diyor
Saat yediye on yedi var. Bütün eller bir an içinde kalemlere ve hokkalara uzanıyor. İlk kalem gıcırtıları protokolün birinci sahifesine dört generalin imzalarını tespit etti. Protokolün her sahifesi ve sonu ayrı ayrı imzalandı. İmzalanan beş nüshadır. İmza muamelesi tam yediyi bir geçe hitam buldu. General Harington imzayı müteakip sarih, kısa ve yumuşak bir sesle bir nutuk irat eyledi ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetine, Başkumandan Paşa Hazretlerine, Konferans Reisi İsmet Paşaya, Erkan-ı Harbiye Reisimize ve Erkan-ı Harp umera ve zabitana ayrı ayrı teşekkürde bulundu ve sonra Türkiye halkına ve mümessillerine ve Mudanya şehrine ayrı ayrı teşekkür ederek:
- Tanışmayarak geldik, dost olarak gidiyoruz ve bu hissi daima muhafaza edeceğiz, dedi.
İsmet Paşa Hazretleri General Harington’ın nutkuna kısa bir cevapla mukabele ederek, bu konferansın sulh-ı umumiye mukaddema olacağı ümidinde bulunduğunu söyledi.
General Harington konferans salonundan çıkarken etrafını alan gazetecilerin kendisine ne kadar muğber [gücenmiş, küskün] olduğunu anladığını gösteren bir tavırla beyan-ı itizar etti [özür diledi]. Bidayette matbuat müntesiplerinin konferansa girmemeleri için teşebbüsatta bulunduğunu itiraf, fakat burada kendilerinden pek çok muavenetler gördüğünü ilave etti ve her birine ayrı ayrı ve mükerrer surette teşekkürde bulundu. Bu esnada salonlar hınca hınç dolu idi. Bilhassa Mösyö Fraklin Buyyon bir türlü yerinde duramıyor, izhar-ı meserret eyliyordu [sevinç gösteriyordu].
Mudanya’dan İnfikak [ayrılma]; Yunan Şilebi Galya Emniyet Edilmeyerek Muhafaza Altına Alınmış!
Avdet [dönüş]-Generaller aşağı indikleri zaman pek muntazam bir kıtaa-i askeriyemiz resm-i selamı ifa ediyor ve askeri mızıkalar terennümsaz oluyordu [terennüm ediyordu, şarkı söylüyordu]. Yediyi çeyrek geçe herkes vapurlarına çekilmiş bulunuyordu. Tam sekizde, başta İtalyan ve en sonra Yunan gemileri olduğu halde Mudanya tarihi konferansının bütün ecnebi murahhaslarını İstanbul’a doğru götürmeye başladılar. Bir müddet sonra İngiliz torpidolarından biri geriye dönerek Yunan şilebini önüne kattı ve bunu bir Fransız gemisi takip etti. [1]
—***—
Mudanya Zaferi Ve İstanbul’daki Tesirleri
İstanbul, 13 [Ekim 1922] (Muhabir-i mahsusamızın [özel muhabirimizin] telgrafıdır)-Mukavele-i askeriyenin imzası haberi İstanbul’da fevkalade bir meserret [sevinç] uyandırmış ve derhal her taraf donatılmıştır. Öyle ki İstanbul, ilk defa olarak baştanbaşa kırmızı-siyaha boyanmış ve ay-yıldıza kavuşmuş bulunuyordu. Bu sefer Bab-ı Ali de geçen seferki soğukluğunu bırakmış ve bütün devair-i resmiyenin [resmi dairelerin] tezyinini [süslenmesini] emretmiştir. Bundan başka, ikinci garip manzara Rumların da bu bayrama iştirak ederek bayrak çekmeleridir. Ecnebi müessesatı [yabancı kuruluşlar] da kendi bayraklarının yanına Türk sancağını çekmişlerdir. Gece muntazam bir fener alayı tertip edilmiştir.
Bütün gazeteler, sahifelerini Mudanya Konferansı’nın mesut neticelerine hasretmişlerdir [ayırmışlardır]. İstanbul matbuatı bunun Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükumetinin büyük siyasi zaferi olduğunu müttehiden beyan etmekte ve mukaddemat-ı sulhiyeye [barışın başlangıcına] esas demek olan bu mukavelenin, sulh konferansındaki muvaffakiyetlerimizin derecesini bile göstermekte olduğunu söylemektedirler.
Bu zaferi Beyoğlu Yunan matbuatı da saklamamakta ve Türklerin tam bir vatanperver olarak bu neticeleri elde ettiklerini söylemektedirler. Bilhassa (Pronodos) gazetesi şu şayan-ı dikkat cümleleri yazmaktadır:
“Türkler ne kadar icray-ı şadmani eyleseler [sevinirlerse sevinsinler], o kadar haklıdırlar, çünkü bugün milli emellerini tamamıyla tahakkuk ettirmişler ve herkesin bir daha yerinden kalkmamak üzere gömdüğünü zannettikleri Türkiye’yi diriltmişlerdir. Türklerin son senelerde gösterdikleri eser-i rüşt her millet için bir numune-i imtisaldir. Bu son senelerde her şeyden istifadeyi bilmişlerdir. Yunanlılar ise ancak Yunanlılığın mahvına çalışmışlar, Türklerin ise yegâne düşüncesi Türklüğün ihyası olmuştur.” [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 13 Teşrinievvel [Ekim] 1922, No: 633, s. 1, sütun: 1-4
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 15 Teşrinievvel [Ekim]1922, No: 634, s. 1, sütun: 1-2

Kutadgu Bilig, Siyasetnâme, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’de Karşılaştırmalı Bir İnceleme
Özet
Bu çalışma, Türk-İslâm siyaset düşüncesinin dört temel metnini—Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i (1069-1070), Nizâmü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’si (1091), Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler’i (1767)—“ehliyet ve liyakat” kavramı üzerinden karşılaştırmaktadır. İncelemede, devletin bekasının her dönemde liyakatli kadrolara bağlandığı, ancak kavramın içeriğinin tarihi bağlama göre değiştiği ortaya konulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Ehliyet, Liyakat, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı maliyesi
Giriş
Devlet yönetiminde ehliyet ve liyakat, Türk-İslâm siyaset düşüncesinde süreklilik arz eden temel ilkelerden biridir. Erken dönemden itibaren yöneticilerin erdem, bilgi ve adaletle mücehhez kılınması/donatılması gerektiği vurgulanmış; zamanla kurumların bozulması ve mali krizler karşısında bu ilke yeniden gündeme getirilmiştir. Bu çalışmada, Kutadgu Bilig’de normatif ideal, Siyasetnâme’de kurumsal tecrübe, Koçi Bey Risalesi’nde kriz teşhisi ve Devlet Adamlarına Öğütler’de mali disiplin ekseninde ortaya konulan liyakat anlayışları karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır.
Gelişme

1. Kutadgu Bilig’de Erdem Merkezli Liyakat
Yusuf Has Hâcib, erdemli ve bilge yöneticiyi devletin temeli olarak görmektedir. Ona göre:
“Bilgisiz kişi iş başına geçerse, iş bozulur, halk perişan olur.” [1]
Dolayısıyla liyakat, daha çok ahlâkî erdem ve bilgelik üzerinden tanımlanmaktadır. Yöneticilik ancak adalet, akıl ve ölçü sahibi kimselere verilmelidir.
2. Siyasetnâme’de Kurum Tecrübesi ve Liyakat
Nizâmü’l-Mülk, Selçuklu pratiği üzerinden liyakati kurum bağlamında ele almaktadır:
“Hükümdar, iş bilmez kişiye memuriyet verirse, o iş harap olur.” [2]
Siyasetnâme’de kadılar, valiler, komutanlar gibi görevler için tecrübe ve dürüstlük vurgulanmaktadır. Rüşvet ve kayırmacılığın devleti çökerteceği sıkça dile getirilmektedir. Burada liyakat, ahlâk kadar kurum işleyişi ve idari tecrübe ile bağlantılıdır.

3. Koçi Bey Risalesi’nde Kriz ve Liyakat Kaybı
Koçi Bey, XVII. yüzyıl Osmanlı krizini, özellikle tımar ve ocak düzeninin bozulmasını ehliyet kaybıyla açıklamaktadır:
“Evvelce tımar ve zeametler iş ehline verilirdi; şimdi para veren ehliyetsizlere tevcih olunur oldu. Bu sebepden asker bozuldu.” [3]
Çözüm olarak “kanun-ı kadîm”e dönüş ve ehil kişilerin iş başına getirilmesi teklif edilmektedir. Burada liyakat, doğrudan askeri-idari düzenin yeniden tesisi ile eş anlamlıdır.

4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa’da Mali Disiplin ve Liyakat
Sarı Mehmet Paşa, Osmanlı’nın mali krizini liyakatsizlikle ilişkilendirmektedir:
“Bir iş, ehil olmayanın eline geçerse, defterler bozulur, hazine boşalır, halkın malı telef olur.” [4]
Ayrıca rüşvetle iş göreni, kul hakkı yiyen ve devleti çökerten kişi olarak nitelemektedir. [5] Bu yaklaşım, liyakati özellikle mali doğruluk, dürüstlük ve hesap verebilirlik üzerinden tanımlar.
5. Karşılaştırmalı Tablo
| Ölçüt | Kutadgu Bilig (11. yy) | Siyasetname (11. yy sonu) | Koçi Bey Risalesi (17. yy başı) | Devlet Adamlarına Öğütler (17. yy sonu) |
| Bağlam | Kurucu siyaset felsefesi | Selçuklu idare pratiği | Osmanlı kriz dönemi ıslahnâme | Mali kriz ıslah risalesi |
| Liyakatin Temeli | Erdem, akıl, adalet | Tecrübe, dürüstlük | Kanun-ı kadîm, askeri-idari ehliyet | Mali doğruluk, dürüstlük, hesap verebilirlik |
| Sorun Tespiti | Bilgisiz kişinin iş başına gelmesi | İş bilmez memur, rüşvet | Rüşvetle mansıp tevcihi, tımar bozulması | Defterlerin bozulması, rüşvet, israf |
| Çözüm | İş ehline verilmelidir | Liyakatli kadro, rüşvet yasağı | Eski usule dönüş, ehil atamalar | Ehil memur, şeffaf kayıt, mali disiplin |
| Beka Anlayışı | Halk refahı ↔ devletin uzun ömrü | Nizam ↔ devletin devamı | Disiplin ↔ devletin yeniden dirilişi | Mali denge ↔ devletin bekası |

Sonuç
Kutadgu Bilig’de liyakat, ahlâkî ve erdem merkezli bir normatif ideal olarak ifade edilirken, Siyasetnâme’de kurum tecrübesi, Koçi Bey Risalesi’nde kriz karşısında kanun-ı kadîme dönüş ve Devlet Adamlarına Öğütler’de mali doğruluk üzerinden tanımlanmıştır. Farklı bağlamlara rağmen dört metin de ortak bir görüşte birleşmektedir: Devletin bekası, işlerin ehline verilmesine bağlıdır.
DİPNOTLAR
- Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çeviren: Reşit Rahmeti Arat, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1947, Beyit 2018.
- Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme, Hazırlayan: Mehmet Altay Köymen, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, 10. bab.
- Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Hazırlayan: Ali Kemali Aksüt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, İstanbul, 1994, s. 42.
- Sarı Mehmed Paşa, Nesâyihü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ (Devlet Adamlarına Öğütler), Hazırlayan: Mehmet Arslan, Kitabevi, İstanbul, 1996, s. 115.
- Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Derleyen ve Çeviren: Hüseyin Ragıp Uğural, Kültür Bakanlığı Yayınları, İzmir, 1990, s. 124.

Mustafa Kemal Paşaya Göre Amasya Görüşmeleri: Uygulamalar, Yansımalar, Tepkiler ve Vaka Analizleri

Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi

Gazi Mustafa Kemal’in Nutuk Adlı Eserini Okuması (15-20 Ekim 1927)
En Çok Okunanlar
Türkler ve Zaferleri3 yıl agoAnafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
Maarifimizde İstikamet3 yıl agoAİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
Türk Tarihi3 yıl ago6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl agoLOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
Tarihi Toplantılar3 yıl agoİSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
Türk Tarihi3 yıl agoKIZI FERİDE HANIMEFENDİ İLE DAMADI MUHİDDİN AKÇOR, İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİMİZİ ANLATIYOR…
Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl agoMustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
Türk Tarihi3 yıl agoCABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]














