Türk Tarihi
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”inde Ankara [2. Bölüm]

Published
2 yıl agoon
By
drkemalkocak
-II-
Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde uğradığı istilâlar, üst üste yangınlar ye yağmalar, şehirde geçmiş zamanların pek az eserini bırakmıştır. Acayip bir karışıklık içinde bu tarih daima insanın gözü önündedir. Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rastgele karıştığı, haşır neşir olduğu pek az yer vardır. Kalede ve onun eteğine serpilmiş mahallelerde Türk velileri Roma ve Bizans taşlariyle sarmaş dolaş yatarlar. Dedelerimizin mezarlarından çıkan yeşillikler hangi itikatların etrafında yontuldukları belli olmayan çok eski taşları kendi rahmaniyetleri ile yumuşatırlar; burada kerpiç bir duvardan İyonya tarzında bir sütun başlığı veya arkitray fırlar, ötede bir türbe merdiveninin basamağında bir Roma konsülünün şehre gelişini kutlayan kadîm, bir taş görünür, daha ötede bir çeşme yalağında eski bir lahdin bakantaları gülümser. Ahi Şerafeddin’in türbesini asırlarca
Greko-Romen arslanlar bir nöbetçi sadakatiyle beklerler ve bu yüzden Arslanhâne adını alan camiin hakikaten eşsiz mihrabında, Etiler’in toprak ve bereket ilâhesinden başka bir şey olmayan bir yılan son derece kuvvetli plâstikliliğiyle meyvalar arasında dolaşır ve camiin o kadar şaşırtıcı bir safiyetle boyanmış ağaçtan sütunları Bizans ve Roma başlıklarını taşır. Hisar’da mihrabı Türk tahta işçiliğinin harikalarından biri olan Alâeddin camiinin sekisi, asırlardan beri bir şahin gibi süzdüğü ovaya, terkibi baştan aşağı tesadüfi olan bir sütun dizisinin arasından bakar; şüphesiz bu sütunlar orada bu camiden çok daha evvel mevcuttular.

Bu terkiplerin en mânalısı imparator Augustus’un şerefine toprağa dikilmiş mermer bir kaside olan Roma mabedinin kalıntılarıyle yanıbaşındaki Hacı Bayram-ı Veli camiinin beraberce teşkil ettikleri zıtlar mecmuasıdır. Bitmiş veya tam diyebileceğimiz hiç bir eser bu toprağın macerasını bu kadar güzel hulâsa edemez. Hacı Bayram’ı Roma kartalının bu mermer yuvasında çilehanesini seçmeye götüren gizli tesadüf nedir? Camiinin altındaki dar çile odasında geğirdiği ibadet ve murakabe saatlerinde, yanıbaşında güneş vurdukça yaldızlı akislerle pırıldayan ye üstüne diz çöktüğü toprakta bir nevi iğva gibi gizlenmiş duran bu taştan dünya, kendisininkinden büsbütün ayrı zaferleri terennüm eden bu iyi yontulmuş mermerler, o sert ve kibirli Roma hemşerisi çehreleri acaba onu rahatsız etmiyor muydu? Bu velinin rahmani rüyasına komşularının mağrur sükûtundan sızan düşünce ve duyguları bilsek ne kadar iyi olacaktı.
Roma şan ve şevketinin içinde maddî hazlarla sarhoş, fütuhatlarını yaptı, müesseselerini kurdu, kanunlarını düzeltti. Kale, köprü, yol, su kemeri, mâbet, hamam, hipodrom, heykel ve bin türlü âbideyle yaşadığı zamanı, muharip alnını süsleyen çelenklerle beraber taşa toprağa tespit etti. Aradan asırlar geçti. Bu mağrur muharip, yorulan sinirlerini kanlı ve şehvetli oyunlarla uyuşturmaya çalışırken cihangir haritası, acemi avcı elinde kalmış bir kaplan postu gibi parçalanıp yırtıldı. Ankara şehri, İmparatorluğun arazisinin yansından fazlasıyla beraber büsbütün başka bir milletin eline geçti. Kadîm medeniyetin eserleriyle örtülü toprakta yeni bir nizam çiçek açtı, küçük, mütevazı mâbetlerde başka bir Allah’a ibadet edilmeye, Ankara kalesinin üstünde başka türlü hasretlerin türküleri söylenmeye başlandı. Ve günün birinde bu toprağın yeni sahipleri içinden yetişen saf yürekli bir köylü çocuğu, Roma’nın zafer mabedi ve biraz sonra da Bizans bazilikası olan bu âbidenin yanıbaşına muhacir bir kuş gibi yerleşti ve insanlara kadîm İmparatorluğun ayakta durmasını sağlayan hakikatlerinden çok başka bir hakikatin sırrım açtı. Bu ledünnî hazların, âhiret saadetlerinin, kendisini sevgide tamamlayan ruhun, bir nur tufanı gibi iştiyakın, kendi derinliklerinde Allah’ı bulan bir murakabenin hakikati idi. Hacı Bayram, eriştiği bu hakikatin şevkiyle:
Bitmek istersen seni
Can içre ara cam,
Geç canından bul anı
Sen seni bil, sen seni!
diye haykırır. Fakat Hacı Bayram sade Hakla, Hak olan bir veli değildir. Türk cemiyetinin bünyesinde gerçekten yapıcı bir rol de oynar. Kurduğu Bayramîye tarikati esnaf ve çiftçinin tarikatidir. Böylece Anadolu’da Horasanlı Baba İlyas’la başlayan geniş köylü hareketiyle ahilik teşkilâtı onun etrafında birleşir. Daha sağlığında hareket o kadar genişler ki İkinci Murat yanıbaşında gelişen bu manevî saltanattan ürkerek Şeyhi Ankara’dan Edirne’ye getirtir. Ve ancak niyetlerinden iyiden iyiye emin olduktan sonra onu geriye göndermeğe razı olur. Hakikatte bu telâşa hiç lüzum yoktu. Hacı Bayram imparatorluğun iç nizamını yapıyordu.
Çok defa Ankara ovasına bakarken Hacı Bayramın ömrünün sonuna kadar müritleriyle ekip biçtiği tarlaları düşünürüm. Acaba hangi tarafa düşüyordu? Belki de kendi yattığı camiin bulunduğu, yerlere yakındı. Bütün ova onun zamanında emece ile işleniyordu. Anane Hacı Bayramla İstanbul fethinin manevi ve nuranî yüzü olan Ak Şemşeddin’i bu ovada karşılaştırır. Ak Şemseddin o zamanlar devrinin ilmini ilahiyattan tıbba, nahivden musikiye kadar öğrenmiş, fakat bir türlü ruhundaki susuzluğu gideremediği için yüzünü tasavvufa çevirmiş, kendisine mürşit arayan genç bir âlimdi. Nihayet dayanamayıp Şeyh Zeyneddin-i Hâfî’nin yanına gitmek için Osmancık medresesindeki müderrisliğini bırakıp yola çıkar; fakat Halep’te bir gece rüyasında bir ucu boynuna geçmiş bir zincirin öbür ucunu Hacı Bayram’ın elinde tuttuğunu görür ve nasibinin Hacı Bayram’dan olduğunu anlar; yoldan döner.
Ankara’ya geldiği zaman Hacı Bayram’ı müritleriyle ovada mahsul toplarken görür. Yanma yaklaşır; fakat iltifat görmez. Aldırmayarak işe girişir; yemek zamanına kadar Şeyhin müritleriyle beraber çalışır. Yemek vakti olur, Hacı Bayram kendi eliyle aş dağıtır. Fakat Ak Şemşeddin’in çanağına ne burçak çorbası, ne de yoğurt koyar; artan aşı da köpeklerin önüne döker. Ak Şemşeddin darılıp gideceği yerde şeyhin kapısının köpekleriyle ve onların çanağından karnını doyurur. Bu alçak gönüllülük, bu teslim üzerine Hacı Bayram onu yanına çağırır, müritliğe kabul eder, ölünce de kendisine halef olur yahut hiç olmazsa tarikatın fazlaca şeriatçı kolu onu şeyh tanır.
Fatih’e İstanbul’un fethinde o kadar yardım ettikten sonra çekilip köyüne gidecek kadar vakar ve haysiyet sahibi olan, mektuplarında ona sahip olduğu manevî rütbeden bir akran gibi hitap eden, nasihatler veren, “Eğer padişaha huzûr-i sûrîmiz matlup ise biz anda varırız veya padişahla diyar-ı Arabı beraberce feth ederüz” diye ufuk gösteren Ak Şemseddin’in şeyhinin köpekleriyle bir sofraya oturması ancak on beşinci asır Türkiye’sinde görülür.
Hacı Bayram’ın kâinatı ve insanı beraberce oluş halinde gösteren bir manzumesi vardır ki, bilhassa bir beyti bu on beşinci asır Türkiye’sinin âdeta manzarasını çizer:
Nâgehan ol şara vardım, ol şarı yapılır gördüm,
Ben dahi bile yapıldım, taş ve toprak arasında.
You may like
Özel Günler ve Anlamları
Enver Paşa’nın Şehadeti (4 Ağustos 1922)

Published
2 ay agoon
Ağustos 5, 2025By
drkemalkocak
Giriş
Bolşeviklerin Kafkasya üzerinde etkili olmaya başlamasıyla Enver Paşa [1] önce Moskova’ya oradan da Bolşevikler ile anlaşarak Güney Kafkasya’ya geçmek istemiştir. Berlin’den Moskova’ya gidebilmek için Nisan 1919- Ağustos 1920 tarihleri arasından tam dört defa yola çıkan Enver Paşa, her defasında engellerle karşılaşmış ve ancak dördüncü denemesinde Moskova’ya ulaşabilmiştir. Enver Paşa, Moskova’dan, Bolşevik ihtilalciler olan Radek ve Zinovyev ile Bakü’ye geçmiş, burada Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na katılmıştır. Bu dönemde Bolşeviklerin yardımı ile Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarını kazanabileceğine inanan Enver Paşa, hayal kırıklığına uğramış, Bolşeviklerden umduğunu bulamamıştır.

Bu arada Anadolu’da Sakarya Meydan Muharebesi’ni [23 Ağustos-13 Eylül 1921] kazanan Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki liderliği tartışmasız duruma gelmiştir. Bu safhadan sonra Anadolu’da ikilik çıkarmak istemeyen ve kendisi için de bir başarı şansı görmeyen Enver Paşa, yanında Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami ve bir kısım eski ittihatçılarla Bakü’den Buhara’ya geçmiştir. Amacı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermektir. Bu amacına ulaşmak için Rus Bolşeviklerle mücadeleye girişmiştir. 4 Ağustos 1922’de Belcuvan bölgesindeki Abıderya Köyü yakınlarındaki Çegan Tepesi’nde Bolşevik Ruslara karşı giriştiği bir çatışmada şehit olmuştur.
Enver Paşa’nın; İstanbul’u terk ettiği 1–2 Kasım 1918’den, Ruslar tarafından şehit edildiği 4 Ağustos 1922’e kadarki dönemde Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya geçerek Anadolu’yu işgalden kurtarmak amacında olduğunu, gelişmeleri değerlendirerek Anadolu’da devam eden Türk İstiklal Mücadelesi’ne zarar vermek istemediği söylenebilir. Enver Paşa’nın bu amacı, hem yurt dışında muhtelif zamanlarda Mustafa Kemal’e yazdığı mektuplarından hem de dönemin Osmanlı basınından anlaşılabilir. Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal, Enver Paşa’yı ve yurt dışındaki diğer ittihatçı liderleri Anadolu’ya sokmamaya kararlıdır.
Enver Paşa’nın hayatı boyunca siyasî ve askerî faaliyetlerinde iki amacının olduğu görülmektedir. Birincisi Osmanlı Devleti’ni çöküşten kurtarmak, ikincisi ise sömürge altındaki Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarına kavuşmasını sağlamaktır. Enver Paşa, bu iki amaca ulaşmak için Türkçü ve İslâmcı politikalar takip etmiştir.
Türkistan’ın bağımsızlığı için Ruslarla mücadelesi sırasında Çegan Tepesi’nde 4 Ağustos 1922‘de şehadet şerbetini içen Enver Paşa’yı ve arkadaşlarını minnet ve rahmetle anarım.
Enver Paşa’nın şehadetinin 103. yıldönümü münasebetiyle “Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652” künyeli eserde yer alan “ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR” başlıklı metin, Türk devlet ve hükümdarlık anlayışı, devlet adamlarının nitelikleri, “devlet adamlığı kumaşı”ndan nasiplenme gibi kavramların anlaşılması, taşınması, uygulanması gibi konularda “millî bilinç” kazanmak; bunun için de öncelikle “tarih bilinci”ne sahip olmak gerekliliğine katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur.
***
ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR
1922 Temmuzunun sonunda, Doğu Buhara hareketlerinin neticesi, artık belli olmuştu. Doğu Buhara, daha önce de kaydettiğimiz gibi, artık fiilen işgal edilmişti. Duşenbe ve Baysun üzerlerinden güneye ve yanında kalan son maiyetiyle çekilen Enver Paşanın, Buhara-Afgan sınırını teşkil eden Penç nehrini bir noktada aşarak Afganistan’a geçememesi, Külap, Balcevan istikametinde Pamir dağlarına doğru doğuya dalışı, onların kurtulma imkânlarını da karartıyordu. Zaten karşı kuvvetlerin, daha ilk günlerden aldıkları emir, Enver Paşanın, yabancı bir ülkeye kaçmasını önlemekti. Bu suretle karşı tarafın bu hedefini, Enver Paşa, kendi hareketiyle, bir nevi kolaylaş tırmış oluyordu.
Artık çarpışmalar da fiilen kesilmişti. Enver Paşa, Abıderya köyünde, son karargâhını kurmuştu. Temmuz ayı bu sırada sona erdi.
***
Şimdi, 4 ağustos 1922 tarihindeyiz. Kurban Bayramının birinci günüdür. Gerçi köyde bayram namazı, bir tarih yanlışlığı ile bir gün önce kılınmıştı. Ama Kurban Bayramının ikinci günü de, hazin, ümitsiz, fakat duygulu kutlamalara sahne olur. Enver Paşa, maiyetinde kalanların, evin önüne toplanmasını ve onların bayramını kutlayacağım söyler. Toplanılır. Kalan askerlerine dualarını, tebriklerini bildirecek ve kendilerine birer miktar para verecektir. Asker başlarına ise, kendilerinin de bildikleri gibi, onlara sunacak bir şeyi olmadığını söyleyecek ve bu müşterek mücadelelerin hatırası olarak kendilerine, kendi mühür ve imzasıyle birer belge, hatta rütbeler verecektir.

Balcevan Beyi Devletment Bey de Enver Paşaya, altın ve gümüş işlemeli bir çapan yahut ipekli cübbe ile bir sarık hediye etmiştir. Hülasa herkes bu hüzünlü Kurban I3ayramının havası içindedir. Çünkü bilinir ki bu günler, artık son beraberlik günleridir. Arkadan ve çevreden ise düşman ilerler. Doğudaki Pamirler yol vermez karlı dağlardır. Bir gün önce kesilen kurbanların toprağa akan kanları, hala tazedir.
İşte tam bu tören sırasındadır ki doğuda, vadinin Dere-i Hakiyan kısmı ile Çegan tepesi istikametinden silah sesleri gelir. Bu bir baskındır ve tören yerindeki kalabalık, baskıncıların makineli tüfek ateşleri altında eriyebilir.
İşte o anda Enver Paşa, hemen atına atlar. Dört beşi Osmanlı Türklerinden olmak üzere 25 kadar atlı, hemen onu takip ederler. Doğu ÇEgan tepesine yönelinir. Çegan, Abıderya Suyunun kuzey sırtlarına düşer. Altta, Dere-i Hakiyan vadisi uzanır. Çegan, Balcevan’a (yahut Belh-i Ccvan) 15 kilometre kadar doğudadır. Tepede mevzilenmiş ve makindi tüfekleri bulunan bir düşman müfrezesine karşı aşağıdan, vadiden ve ancak atlar üstündc çekilmiş kılıçlarla, azlık bir nevi fedai süvari grubunun saldırıya geçişinin sonu bellidir. Ama Enver Paşa en öndedir. Atını yıldırım gibi sürer. Kılıcıyle havayı yararak koşar. Yanındakiler de ondan geri kalmazlar.
Bir Kumandanın, bir Başkumandanın bir baskın müfrezesine karşı en önde ve atla, kılıçla karşı çıkışı askeri savaş usullerine sığmaz. Ama burada artık askerlik değil, yolun sonu, son hamle ve beklenen sonu arayış konuşacaktır. Bu son ise ölüm ve şehadettir. . .
Onun içindir ki bu saldırıda hesap, mantık ve nefsini koruma endişesi yoktur. Burada dile gelen. 1908 Haziranında Selaniğin Vardar kapısından tek başına Makedonya dağlarına çıkarken:
“Bir gün bana da bir kurşun isabet edecek ve cesedim, bir çukura atılacaktır.”
diyebilen adamın, kaderiyle son ve toptan hesaplaşmasıdır. 1908 Haziranında açılan defterin, artık dürülüşüdür…
Çünkü şimdi, bütün yollar kapalıdır ve 1908’dc Makedonya dağlarında başlayan serüven, artık Himalaya dağlarının kuzey silsilelerini teşkil eden Pamir eteklerinde, yiğitçe sona erecektir.
Öyle de olur. Çegan tepesinde ve Kulikov kumandasında ateş saçan mitralyözlerin üzerine, yalın kılıçlarla hücum eden bu 25 kadar süvarinin akıl almaz saldırısı, karşı tarafta, hatta şaşkınlık da yaratır. Bu kılıçların altında yaralananlar, teslim olanlar bile olur. Öndeki mitralyöz susturulmuştur bile. Ama ateş kesilmez ki. Daha arkadaki ikinci mitralyöz, ateşini, huzmesini en önde ilerleyenlerin üzerinde yoğunlaştırır. Bunların en önünde de, Enver Paşa vardır. Böylece, çağdaş Mitralyöz, Ortaçağın ünlü silahı olan Kılıcı yener. Enver Paşa vurulur. Atından düşer. Onunla beraber diğerleri de yerlere serilirler. Paşanın kır atı Derviş, bütün bu tür sahnelerde olduğu gibi, efendisinin başucundadır. Ama mitralyözün şeritleri ateşlerini kusmaya devam ederler. Derviş de önce ön iki ayağı üzerine çöker. Sonra yana devrilir. O da nefesini vermiştir.

Çegan tepesine arkadan kalabalık yardımcılar gelemez. Abıderya panik içindedir. Ama Doğu Buhara Beylerinin en vasıflısı, en sadık olanı ve en yiğidi olan Balcevan Beyi Devletment, köye biraz geç yetişmiştir. Paşasının Çegan’a saldırdığını öğrenince, hemen atına atlar. Son sahneye yetişir. Ve Devletment Beyin de cesedi, bu tepede, Paşasının biraz berisinde toprağa serilir.
Başlangıcını kim bilir hangi günlerden ve belki de ta Makedonya dağlarından aldığımız Enver Paşa Dramının son perdesi, işte böyle kapanır.
Çağı, çağın akımlarını, realiteler ve şartlarla imkânlar arasındaki bağıntıları, hiç şüphe yok ki, gereği gibi değerlendirememişti. Formasyonu, bu ölçülere göre değildi. Ders kitapları dışında kitaplar okumanın yasak olduğu, harp ve kurmay okullarından çıkmış, ayağını ordu saflarına atar atmaz da kendini, Makedonya’nın çete savaşları içinde bulmuştu. Ondan sonra okumaya, genel dünya görüşlerini tamamlamaya, elbette ki fırsat bulamadı.
1908 ihtilalinde yıldızlaşınca kendini, askerlikle beraber siyaset işlerine de verdi. Harpler, harpleri kovaladı. Daha 34 yaşındayken, bir Dünya Harbine karışan İmparatorluğun Tek Adam’ı, en ağır sorumlusu ve İmparatorluğun, kader tayin edici son mücadelesinin Başı ve İdarecisiydi.
Makedonya dağlarında serüveni, yiğitçe başlamıştı. Orta Asya’nın Pamir dağları eteklerinde de, yiğitçe bitti. Başka türlü bir ülkenin, başka türlü bir neslin, başka türlü bir insanıydı. Talihine ve nefsine ölçüsüz inanışını, onun neslinin ve kendine benzer insanların, ruh vasıflarına vermelidir.
Enver Paşayı ve serüvenini, akıl ve mantık kriterleri ile değil, bu ruh vasıflarının ve kendilerini yetiştiren şartlarla, kendilerini verdikleri hayal ve ümitlerin ölçüleri ile muhakeme etmek, şüphe yok ki en doğrusudur.
***
Pamir Eteklerindeki Mezar
Çegan tepesindeki Kızılordu baskıncıları, geniş bir hareket için hazırlıklı değildiler. Atlarına atlayıp onlara kılıçları ile saldıran Enver Paşa ve 25 kadar süvarisi için de bu saldırı, bir zafer vaat edemezdi.
Nitekim karşı taraf mitralyözlerini işletince, mühacimler hızla eridi. Geriye dönebilen bir veya birkaç kişiden karargâha, ancak Paşanın ve arkadaşlarının şehadeti haberi geldi.
Ama Karargâh da panik içindeydi. Bayram töreni için gelenlerin her biri bir tarafa dağılmıştı. Bu sebeple, Çegan tepesine doğru takibe geçilemedi. İşin bir talihsizliği de, orada şehit olanların cesetlerinin, düşman elinde kalmasıydı. Bu büyük teessür yarattı. Ama ne Çegan altındaki Dere-i Hakiyan vadisine, ne de Çegan tepesine gidilemedi. Derin bir matem havası, Abıderya karargâhı ile çevreleri sardı.
Karşı tarafa gelince? Onlar, kendilerine kalan baskın sahasını dolaştılar. Ölüler yerlere serilmişlerdi. Ama bunların içinde biri, kıyafeti ile dikkati çekiyordu. Ayaklarında, bağlı Alman botları vardı. Külotu yerliler gibi değildi. Göğsünde dürbünü, başında yerlileri andırmayan kalpağı, Osmanlı Subaylarınınkini andıran göğüsten ilikli haki ceketi onları şüphelendirdi. Göğsünden bir Kur’an çıkmıştı. Kılıcı başka türlüydü ve cebinde, henüz tamamlanmamış bir mektupla, bazı evrak vardı.
O zaman müfreze Kumandanı Kulikof, bu eşyanın alınmasını emretti. Bunları muayene için Taşkent’e gönderecekti. Meçhul süvari, yedi yara almıştı. Atından düşünce, hafif sağa doğru yatmıştı. 40 yaşlarında kadardı ve yerlilere benzemiyordu.
Enver Paşanın cesedi soyuldu. Ama kanlı çamaşırları üstünde bırakıldı. Ve cesetlerle savaş alanı olduğu gibi terkedildi. Bolşevik müfrezesi çekildi. Böylece Enver Paşanın cesedi, iki gün, Dere-i Hakiyan üzerinde, Çegan topraklarında kaldı. Fakat iki gün sonra, dağlardan inen bir köy imamı, Enver Paşanın cesedini tanıdı. Koşarak Abıderya’dakilere haber verdi. Enver Paşanın cesedinin bulunuşu ve düşman elinde kalıp götürülmeyişi de, çevrede bir nevi teselli uyandırdı. Hemen bir süvari grubu, oralara koştular, Enver Paşanın, Devletment Beyin ve diğer şehitlerin naaşları Karargâha getirildi.
Paşanın naaşının bulunuşu etrafa yayılınca, Abıderya karargâhı ve köyü, binlerce insanın akınına uğradı. Kurban Bayramını oradaki yanlışlık dolayısıyle dördüncü ve gerçekte üçüncü günüydü.
Enver Paşayı ve şehitleri, Abıderya Suyu kenarında ve vadisindeki Abıderya köyünde, bir pınarın başındaki ceviz ağacının altına gömdüler. Enver Paşa artık toprağa verilmişti. Makedonya dağlarında Hürriyet Kahramanı Enver Beyle açılan perde, Orta Asya’nın, Pamir eteklerindeki Abıderya köyünde kapanmış ve dram bitmişti…
Taşkent’e gönderilen eşya incelenince, bunların Enver Paşaya ait olduğu, tabii kolaylıkla tespit edildi. Şimdi onun botları, elbisesi, kılıcı, Kur’an’ı ve dürbünü ile diğer parçalar, Moskova’da, Askeri Müze’de, bir vitrin işgal ederler. . .
Paşanın arkadaşlarından Miralay (Albay) Ali Rıza Bey, Enver Paşanın Naibi (Vekili) olarak son vazifeleri tamamladı. Bu arada ilk ve en önemli vazife, tabii, bir Ölüm veya Şehadet Protokolü ile olayı tespit etmek, tarihe mal etmekti. Burada biz, bu Şehadet Protokolü nün fotokopisini de veriyoruz. [2]

***

Enver Paşa’nın Naaşı Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilerek 4 Ağustos 1996’da İstanbul Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Defnedilmiştir
“Enver Paşa’nın naaşı 3 Ağustos 1996 tarihinde Tacikistan’dan Türkiye’ye getirilerek bir gün sonra Türkiye’nin Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in katıldığı birinci sınıf askeri törenle Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Mahmut Şevket Paşa, Talat Paşa ve Bahattin Şakir gibi eski mücadele arkadaşlarının yanında toprağa verilmiştir. Bu törene birçok üst düzey devlet görevlisi ve Enver Paşa’nın yakınları (torunları Arzu Enver Sadıkoğlu, Neşe Mayatepek ve Nilüfer Ünlü gibi) katılmıştır.

Süleyman Demirel törende yaptığı konuşmada Enver Paşa hakkında şunları dile getirmiştir: “Enver Paşa hatasıyla sevabıyla yakın tarihimizin önemli bir simasıdır. Tarihin geçmişte kalan olayları yargılayıp doğru kararlara varacağından şüphemiz yoktur. Enver Paşa gerçek bir vatansever, milliyetçi idealist çok dürüst bir askerdir. Enver Paşa Türk halkının gözünde bir kahramandır. Milletimizin bu duygusuna gösterdiğimiz saygının bir nişanesi olarak Tacikistan’daki kardeşlerimiz tarafından mezarı bir evliya türbesi gibi ziyaret edilen Enver Paşa’yı oradan alıp bu tarihi mekâna, Hürriyet-i Ebediye Tepesine kendi arkadaşlarının yanına getirmiş bulunuyoruz. Böylece Enver Paşa’nın vatan hasreti ve sürgün süresi son bulmaktadır.” Törene Devlet Bakanı sıfatıyla katılan Abdullah Gül ise Enver Paşa’nın yakın tarihimizde önemli rol oynamış bir Türk askeri olduğunu belirterek bu konuda şunları söylemiştir: “Ömrü boyunca çok önemli olaylara ve kararlara şahit olmuş Enver Paşa’nın naaşını Tacikistan’dan İstanbul’a nakletmiş bulunuyoruz. 74’üncü ölüm yıl dönümüne yetişmesi için bütün kurumlarımız gayret göstermiştir. Asya’da bütün Müslüman ve Türk yurtlarını birleştirip, bu ülkü uğruna savaşırken binlerce kardeşimizle şehit olmuş bir komutanımızdır.” [3]
DİPNOTLAR
[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/666/Enver-Pa%C5%9Fa-(1882-1922)
[2] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652
[3] Fahri Türk, “Enver Paşa’nın Naaşının Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilişinin Türk Basınında Yansımaları”, Akademik Bakış, Cilt 9, Sayı 17 Kış 2015, s. 74-75

(20 Temmuz 1974 1. Harekât-14-16 Ağustos 1974 2. Harekât)
[Kıbrıs Barış Harekâtına karar veren Başbakan Bülent Ecevit ve Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı, harekâtı gerçekleştiren asker ve mücahit şehitlerimizi, Kıbrıs Türk Mücadelesinin lideri Dr. Fazıl Küçük ve Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı da minnet ve rahmetle anarım.
Gazilerimizin sağlık, mutluluk ve huzurlarının daim olmasını dilerim.
51. Yılında Barış Harekâtı ve Kıbrıs Türklerinin Barış ve Özgürlük Bayramı kutlu olsun! ]


1. Tarihsel Arka Plan
Kıbrıs Adası’nın Konumu ve Önemi:
Doğu Akdeniz’de, Anadolu’nun güneyinde stratejik bir adadır. Osmanlı İmparatorluğu tarafından Venedik’ten Limasol (2 Temmuz 1570), Tuzla (3 Temmuz 1570), Girne 9 Temmuz 1570), Lefkoşe (9 Eylül1570) ve nihayet Magosa (6 Ağustos 1571) birbiri arkasından fethedildi. Kıbrıs adası, 1571’den 1878’e kadar Osmanlı hâkimiyetindeydi. 1878’de İngiltere’ye devredildi, 1914’te İngiltere tarafından ilhak edildi.
Adanın nüfusu büyük çoğunlukla Rum Ortodoks ve azınlık olarak Türk Müslüman topluluklarından meydana geliyordu.
Tarihsel coğrafya açısından Kıbrıs, Anadolu, Suriye ve Mısır’a hâkimiyet sağlayan deniz yollarının merkezindedir. Bu jeopolitik konum, ileride yaşanacak çatışmanın temel sebeplerinden biridir.

Tarihsel Sosyoloji Perspektifi:
Ada halkı Osmanlı döneminde “millet sistemi” kapsamında barış içinde yaşamıştır. İngiliz sömürge döneminde milliyetçilik fikirleri yayılmıştır. Rum toplumunda Enosis (Yunanistan’a bağlanma) ideali yükselmiştir. Türk toplumu ise buna karşı Taksim (adanın ikiye bölünmesi) fikrini savunmaya başlamıştır.
Bu süreç, toplumsal kimliklerin keskinleşmesine ve iki toplum arasında güvensizlik ve şiddet sarmalının gelişmesine zemin hazırlamıştır.
2. Harekât Öncesi Gelişmeler
1950’ler ve 1960’lar:
1950’li yılların ortalarından itibaren Kıbrıs’ta Rum milliyetçiliği ve Enosis fikrini, silahlı bir örgüt olan EOKA tarafından şiddet yoluyla gerçekleştirme çabaları başladı. EOKA Rum örgütü (lideri Georgios Grivas) İngilizlere karşı silahlı mücadeleye girişti.
Bu süreçte Türk toplumu, can güvenliği ve siyasal hakları için örgütlenme ihtiyacı hissetti. 1958’de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) adlı savunma örgütünü kurdu.
11 Şubat 1959 Zürih ve 19 Şubat 1959 Londra antlaşmaları neticesinde 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Garantör ülkeler: Türkiye, Yunanistan, İngiltere. Cumhurbaşkanı Makarios, yardımcısı Türk lider Fazıl Küçük oldu.

Anayasal düzen, 1963’ten itibaren Rumlar tarafından zorlanmaya başlandı. Türklere yönelik saldırılar başladı (Kanlı Noel). 21-26 Aralık 1963’te Lefkoşa’da başlayan ve Kıbrıs’ın birçok yerine yayılan saldırılar, Kıbrıs Türk halkına karşı gerçekleştirilen organize şiddet dalgalarının en dramatik örneğidir. Bu olaylar, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki toplumlu yapısının fiilen çökmesine ve adanın ilerleyen yıllardaki bölünmesine zemin hazırlamıştır.
1974’e Giden Yol:
Yunanistan’daki cunta yönetimi (Cunta lideri Dimitrios Ioannidis) Enosis’i gerçekleştirmek için Makarios’a karşı darbe düzenledi (15 Temmuz 1974).
Darbe sonrası, Makarios yerine Nikos Sampson getirildi. Bu durum, Kıbrıs’taki Türk toplumunu tamamen yok olma tehdidiyle karşı karşıya bıraktı.

3. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın Seyri (Anı)
20 Temmuz 1974 – 1. Harekât:
Türkiye, garantörlük hakkını kullanarak askeri müdahaleye başladı. Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan idi.
Askerî harekâtın temel amacı:
Kıbrıslı Türklerin can güvenliğini sağlamak,
Ada’daki anayasal düzeni yeniden tesis etmek.
Ateşkes ve Görüşmeler:
22 Temmuz’da ateşkes ilan edildi. Cenevre görüşmeleri başladı ancak Yunan cuntasının ve Kıbrıslı Rumların taviz vermemesi sebebiyle ikinci harekât gündeme geldi.
14–16 Ağustos 1974 – 2. Harekât:
Türk ordusu adanın yaklaşık %37’sini kontrol altına aldı. Girne – Lefkoşa hattı kuzeyde Türklerin kontrolüne geçti.

4. Harekât Sonrası ve Sonuçlar
Kıbrıs Türk Federe Devleti (1975):
13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi.
Uluslararası Tepkiler:
BM, Türkiye’yi işgalci olarak nitelendiren kararlar aldı. Ancak Türkiye, garantörlük hakkına ve Kıbrıs Türk halkının meşru savunmasına atıf yaptı.
ABD, İngiltere ve Avrupa ülkeleri Türkiye’ye karşı ambargo ve yaptırımlar uyguladı (özellikle ABD silah ambargosu).
Sosyal ve Kültürel Sonuçlar:
Ada iki toplumlu olarak kesin biçimde ayrıştı.
Güney’de Rumlar, kuzeyde Türkler kaldı; nüfus mübadelesi yapıldı.
Kıbrıs Türkleri, Türkiye ile daha yoğun kültürel ve ekonomik bağ kurdu.
Ekonomik Sonuçlar:
Kıbrıs Türk ekonomisi başlangıçta zorlandı ancak Türkiye’nin yardımlarıyla yeniden inşa edildi.
Güney’de turizm ve ticaret devam ederken, kuzeyde yeni ekonomik modeller geliştirildi.
Tarihsel Sosyoloji Perspektifi:
Kimlik temelli ayrışma kalıcı hale geldi.
İki toplumun sosyolojik yapısı da değişti; kuzeyde Anadolu’dan göçler, güneyde AB uyum/bütünleşme süreçleri başladı.
5. Taraflar ve Kilit Kişiler
Taraf | Liderler | Rolü |
Türkiye | Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan | Garantör ülke, askeri harekâtı yönetti |
Kıbrıs Türkleri | Rauf Denktaş, Fazıl Küçük | Toplum liderleri, direnişi örgütledi |
Yunanistan Cuntası | Dimitrios Ioannidis | Darbeyi yönetti, Enosis’i destekledi |
Kıbrıs Rumları | Makarios (devrildi), Nikos Sampson | Rum toplumunun liderleri |
İngiltere | Garantör ülke, tarafsız kaldı | Üslerini korudu, doğrudan müdahale etmedi |
6. Sebep ve Sonuçlar Tablosu
Sebepler | Sonuçlar |
Enosis ideali, Rum milliyetçiliği | Kıbrıs Cumhuriyeti’nin fiilen bölünmesi |
Yunan cuntasının darbesi | Türkiye’nin garantörlük hakkını kullanması |
Türk toplumuna yönelik saldırılar | Kuzey’de Türk varlığının güvence altına alınması |
Uluslararası güçlerin pasifliği | BM’de çözümsüz süreçlerin başlaması |
7. Siyasi, Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Boyutlar
Siyasi:
Harekât, Türkiye’nin dış politikasında önemli bir dönüm noktasıdır. Kıbrıs’ta iki kesimli fiili durum yaratılmış, federal çözüm müzakereleri 50 yıldır sürmektedir.

Sosyal:
Kıbrıs Türk toplumu kendi yönetim yapısını oluşturmuş, Rumlarla sosyal temas azalmış, iki toplum birbirinden izole yaşamaya başlamıştır.
Kültürel:
Kuzey’de Türkiye kültürü baskın hale gelirken, Rum tarafı Avrupa kültürüyle bütünleşmiştir. Ortak Kıbrıs kültürü parçalanmıştır.
Ekonomik:
Ambargolar sebebiyle kuzeyde ekonomik sıkıntılar yaşanmış ancak Türkiye’nin desteğiyle tarım, eğitim ve hizmet sektörlerinde gelişmeler olmuştur.
8. Tarihsel Coğrafya Açısından
Kıbrıs’ın kuzeyi (Lefkoşa-Girne-Mağusa hattı) Türkiye’ye yakın, askeri açıdan stratejik ve deniz yollarını kontrol eden bir bölgedir. Güneyi (Limasol-Larnaka) daha çok turizm ve ticaret merkezidir. Bu coğrafi yapı, bölünmenin kalıcılığını etkilemiştir.
9. Tarihsel Sosyoloji Açısından
Kıbrıs meselesine, etnik kimliklerin çatışması, sömürge sonrası devletlerin kırılganlığı ve garantörlük sisteminin zayıflığı üzerinden bakılabilir.
Adada iki toplumun bir arada yaşamasının önündeki engeller:
Ortak tarih bilincinin olmaması,
Siyasal liderlerin milliyetçi söylemleri,
Uluslararası aktörlerin çıkar çatışmalarıdır.
Sonuç:
Kıbrıs Barış Harekâtı sadece askeri bir operasyon değil, aynı zamanda bir toplumun varlığını koruma mücadelesi, bir uluslararası hukuk meselesi ve bir jeopolitik kırılma noktasıdır.


29 Mayıs 2025, bugün İstanbul’un 29 Mayıs 1453’te fethinin 572. yıldönümüdür. Türk-İslam Âlemi’ne kutlu olsun. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğuna son verip yeni bir çağ açan bir ecdada sahip olmak ayrı bir mutluluk kaynağıdır.
Başta Fatih Sultan Mehmet olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devletine hizmet etmiş devlet adamlarımızı, ilgili kurum ve kuruluş mensuplarını rahmet ve minnetle anarım.

Osmanlı’da İstanbul’un Fethi’nin kutlama törenleri, 1910 yılından itibaren yapılmıştır. 1914 yılında çok muhteşem bir kutlama töreni gerçekleştirilmiştir. Ancak İstanbul’un Fethi, günümüzde olduğu gibi Miladi 29 Mayıs’ta değil, Rumi 29 Mayıs’ta kutlanmıştır. Bu durumda törenlerin gerçekleştirildiği tarih Rumi 29 Mayıs günü, Miladi olarak 11 Haziran’a denk gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle, İstanbul’un fethi kutlama törenleri, 11 Haziran’da yapılmıştır. [1]

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde fethin yıldönümü kutlama törenlerine, 29 Mayıs 1953 günü İstanbul’un Fethi’nin 500. yıldönümünde, Topkapı surları dışında, Ulubatlı Hasan’ın şehit düştüğü burcun karşısında, Fatih’in otağını kurduğu yerde, Vali ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ın konuşmasıyla başlanmıştır.
Törenlerde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar yoktur. Bayar, tam da o gün, İzmir’e NATO Karargâhını ziyarete gitmiş ve orada bulunan Türk Birliği’ni denetlemiştir. İstanbul’un Fethi’nin kutlama törenine kısa bir mesaj göndermekle yetinmiştir.
Başbakan Adnan Menderes ise İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in taç giyme törenlerine gitme hazırlığı içinde olduğundan kutlama törenine gelmemiştir. Menderes, törenler bittikten sonra İstanbul’a gelmiş ve buradan Londra’ya hareket etmiştir. [2]
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Cumhurbaşkanı ve Başbakan seviyesinde, böylesine önemli bir kutlama törenine katılmayışının altında ise Türk-Yunan dostluğunun zedelenmemesi görüşünün yattığı ileri sürülebilir/düşünülebilir…
Türk tarihi bir bütündür. Bu bütünlük; “Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla bağlılık” ilkeleri ve anlayışı çerçevesinde yaşanmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu anlayışla İstanbul’un Fethi kutlanırken İstanbul’un nasıl fethedildiği, İtilaf devletlerince İstanbul’un 13 Kasım 1918’de fiilen ve 16 Mart 1920’de resmen niçin ve nasıl işgal edildiği [3], İstanbul’un 6 Ekim 1923’de İtilaf devletlerinin işgalinden nasıl kurtulduğu/ikinci defa fethedildiği [4] birlikte/tarihi bütünlük anlayışı ile incelenmeli ve değerlendirilmelidir.
DİPNOTLAR
[1] Tanin gazetesi, 12 Haziran 1914, No: 1995, “Büyük Bir Devr-i Senevi: İstanbul’un Zaptı“, s.1, sütun: 3-5; 13 Haziran 1914, No: 1996, “Büyük Fatih’in Türbesi Huzurunda”, s.1, sütun: 4-6, s. 2, sütun: 1-3; Vahdettin ENGİN, “İstanbul’da Müstesna Bir Gün”, Popüler Tarih, Sayı: 33 (Mayıs 2003), s. 65-67
[2] Ertan ÜNAL, “1953’te Neler Yaşandı?”, Popüler Tarih, Sayı: 33 (Mayıs 2003), s. 68-73
[3] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/istanbulun-isgali/
[4] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/istanbulun-kurtulusu/
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri3 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Mustafa Kemal Atatürk3 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Türk Tarihi3 yıl ago
CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]