Connect with us

Türk Tarihi

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”inde Ankara [1. Bölüm]

Published

on

Giriş

Ahmet Hamdi Tanpınar [1], hikâyelerini Abdullah Efendi’nin Rüyaları ve Yaz Yağmuru isimli eserlerinde toplamıştır. Hikâyeden romana doğru gelişen büyük hikâyesi Mahur Beste‘dir. “Bursa’da Zaman ve Hülya Saatleri” başlıklı yazısından sonra “Ankara” “Erzurum” “İstanbul” “Konya” hakkında yazdığı yazılarını “Beş Şehir” isimli deneme eserinde toplamıştır. Bu eser, en çok okunan ve sevilen eseridir. Bu eser, Türk şehirlerinin gerçek bir sanatkâr gözüyle görülüp, yine bir sanatkâr duygusuyla terennüm edilen zengin hatıraralarıyla yüklüdür.[2]

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” adlı eserinden “Türk şehirlerinden Ankara’nın gerçek bir sanatkâr gözüyle görülüp, yine bir sanatkâr duygusuyla terennüm edilen zengin hatıraraları”na ait bölüm aşağıda sunulmuştur. Görseller, metni açıklayıcı, tamamlayıcı ve destekleyici unsur olarak araştırmacı tarafından eklenmiştir.

***

ANKARA

– 1 –

Belki millî mücadele yıllarının bıraktığı bir tesirdir, belki doğrudan doğruya çelik zırhlarını giymiş ortada dolaşan bir eski zaman silâhşoruna benzeyen kalesinin bir telkinidir; Ankara, bana daima dâsitanî ve muharip göründü. Şurası var ki şehrin vaziyeti de buna müsaittir. Daha uzaktan gözümüze çarpan şey iki yassı tepenin arasındaki geçidiyle tabiî bir istihkâm manzarasıdır. Bu his şehrin etrafında ve ona hâkim tepelerden bakarken pek küçük farklarla ancak değişir. Çankaya sırtları, Çiftlik, Baraj yolları, Etlik, Keçiören bağlan velhasıl nerden bakarsanız bakınız, cam gibi keskin bir ışık altında bu kaleyi, bütün arazi terkiplerini kendisinde topladığı ufka hep aynı sükûnetle hâkim görürsünüz. Bazen geniş sağrısını rüzgâra vermiş bir harp gemisi gibi zaman ve hâdiselerin denizinde çevik ve kudretli yüzer, bazen bir iç kale, bütün ümitlerin kendisinde toplandığı son sığmak olur, bazen bir kartal yuvası gibi erişilmesi imkânsız yükselir.

Şehrin tarihi bu çehreyi yalanlamaz. O bütün Orta Anadolu’ya bir iç kale vazifesini görmüş, eteklerinde daima tarihin büyük düğümleri çözülüp bağlanmıştır, Etilerin, Firikyalıların, Lidyalıların, Roma ve Bizans’ın, Selçuk ve Osmanlı Türklerinin zamanında bu, hep böyle olmuştur. Roma kartalı şarka doğru uçuşu için bu kaleyi seçmiş, Bizans-Arap mücadelesinin en kanlı safhaları burada geçmiştir, Selçuk zamanında Bizans’ın Anadolu içine son savleti 1197 yılında burada kırılmıştır. Kılıç Arslan’ın ve Melik Danişmend’in müşterek zaferi olan bu muharebeden sonra Bizans kartalı bir daha Anadolu’da uçamaz. Yıldırım, Timurlenk’le, yani talihinin zehirden acı yüzü ile yine Ankara’da karşılaşır. Kısacası Anadolu kıt’asının kaderinde az çok değişiklik yapan vak’aların çoğu onun etrafında gelişir. Bu hâdiselerin en mühimi şüphesiz en sonuncusu olan İstiklâl Savaşıdır. Bu muharebe sadece Türk milletinin kendi hayat haklarını yeni baştan kazanmış olduğu harp değildir. Hakikatte 26 Ağustos sabahı Dumlupınar’da gürleyen toplar, İktisadî ve siyasî esaret altında yaşayan bütün şark milletleri için yeni bir devrin başladığını ilân ediyordu. Onun içindir ki bundan böyle her zincir kırılışının başında Ankara’nın adı geçecek ve her hürriyet mücadelesi, Sakarya’da, İnönü’nde, Afyon’da, Kütahya ve Bursa yollarında ölenlerin ruhuna kendiliğinden ithaf edilmiş bir dua olacaktır.

Atatürk’ün hemen herkesin gördüğü, mektep kitaplarına kadar geçmiş bir fotoğrafı vardır. Anafartalar ve Dumlupınar’ın kahramanı son muharebenin sabahında tek başına, ağzında sigarası, bir tepeye doğru ağır ağır ve düşünceli çıkar, işte Ankara kalesi muhayyilemde daima ömrünün en güneşli saatine böyle yavaş yavaş çıkan büyük adamla birleşmiştir. Bu şaşırtıcı terkip nasıl oldu? Eğer böyle bir şey lâzımsa vatanın her tepesinde aynı şekilde tahayyül ve tasavvur etmem icabeden bir insanla bu kale bende nasıl birleştiler? Bunu hiç bir zaman izah edemem. Bu cins yaklaştırmalar insan muhayyilesinin en sırlı tarafıdır. Bildiğim bir şey varsa bir gün, bu fotoğrafa bakarken Ankara kalesi kendiliğinden gözlerimin önüne geldi ve ben bir daha bu iki hayali birbirinden ayıramadım.

1928 sonbaharında Ankara’ya ilk geldiğim günlerde Ankara kalesi benim için âdeta bir fikr-i sabit olmuştu. Günün birçok saatlerinde dar sokaklarında başıboş dolaşır, eski Anadolu evlerini seyrederdim. Bu evlerde yaşadığımdan çok başka bir hayat tahayyül ederdim. Onun içindir ki Yakup Kadri’nin Ankara’sının çok sevdiğim ve doğruluğuna hayran olduğum baş taraflarını okurken içim burkulmuştu. Hâlâ bile bu keskin realizmin ötesinde, bütün imkânsızlığım bilmeme rağmen bir anlaşma noktası bulunabileceğine inanırım.

Samanpazarı’ndan bugünkü eski Dışişleri Bakanlığına inen eski Ankara mahalleleri, çarşıya ve kaleye çıkan yollar, Cebeci tarafları gibi üzerimde hep bu tesiri yapardı. O biçare kerpiç evlerin bütün fakirliğini, iyi bilmekle beraber kendimde olmayan bir şeyi onlarla tasavvur ederdim. Onların arasında, bir sıtma nöbetine benzeyen ve durmadan bir şeylere, belki de bu fakirliğin altında tasavvur ettiğim ruh bütünlüğüne sarılmak, onunla iyice bürünmek arzusunu veren bir ürperme ile dolaşırdım. Gerçeği budur ki Anadolu’nun fakirliğinde vaktiyle kendi hastalığı olan ve insanını asırlarca tahrip eden sıtmaya benzer bir gey vardır. Tadanlar bilir ki hiçbir lezzet sıtma üşümesi ile yarışamaz.

Kaç defa Cebeci’de veya kalede bu evlerden birinde oturmağı düşündüm. Fakat evvelâ Ankara lisesinde, sonra Gazi Terbiye Enstitüsünde o kadar cemiyetli bir hayatımız vardı ki, bir türlü bırakamadım. Zaten o seneler Ankara memurlarının çoğu resmi dairelerde hattâ vekâletlerde kalıyorlardı. Hakikatte şehir bir taraftan millî mücadeledeki sıkışık hayatına devam ediyor, bir taraftan da yeni baştan yapılıyordu. Her tarafta bir şantiye manzarası vardı. Hiç birinin üslûbu yanı başındakini tutmayan, çoğu mimarî mecmualarından olduğu gibi nakledilmiş villâlarıyle, küçük memur mahalleleriyle yeni şehrin kurulduğu devirdi bu. Tek bir sokakta Riviera, İsviçre, İsveç, Baviera ve Abdülhamid devri İstanbul’u ev ve köşklerini görmek mümkündü. Yeni yapılmış sefaret binaları da bu çeşidi arttırıyordu. Sovyet sefareti modern mimarînin kendisini aradığı bu 1920 yıllarının en atılgan tecrübelerinden biriydi ve daha ziyade büyük bir vapura benziyordu. İran sefareti eski Sâsânî saraylarının hâtıralarından bir şark üslûbu aramıştı. Biz birkaç arkadaş Belçika sefaretinin sakin ve gösterişsiz, klâsik yapısını seviyorduk. Bu tecrübeler arasında Türk mimarîsi de kendine bir üslûp yaratmağa çalışıyordu. Türk Ocağı binası, Etnografya Müzesi olan bina, Gazi Terbiye Enstitüsü, İstanbul’da Yeni Postahane ve Dördüncü Vakıfhan ile başlayan tecrübenin devamı idiler. Sonradan Güzel Sanatlar Akademisinde arkadaşlık ettiğimiz Prof. Egli Cebeci’deki Musiki Muallim Mektebi ile çoğu dıştan taklit eden bu tecrübeleri ilk defa modern malzemenin imkânlarıyla birleştirmeğe muvaffak olmuştu.

Şehrin aktüalitesi biraz da bu yeni binalarla Mustafa Kemal’in hayatıydı. Bu nerde basıldığı bilinmeyen, hatta hiç elinize geçmeyen, fakat sizden başka herkesin okuduğu ve her ağzın beraberce size naklettiği bir gazeteye benziyordu, öyle ki aynı fıkrayı, herkesin âdeta zaruri olarak günde birkaç defa birbirine rastladığı bu şehirde, bir saat içinde yirmi kişi birden size anlatabilirdi. Bir tek tefrikası vardı. Şehrin her köşesinin, rast geldiğiniz her insanın naklettiği çetin savaş ve karar günleri… Bu insanların kendileri, yaşadıkları şeyleri anlatmasalar bile siz o günlerdeki hayatlarını yine tasavvur edebilirdiniz. Bununla beraber her şeyi o kadar büyük ye cazip gösteren büyü artık gitmişti. Beş sene evvelinin tarihini yapanlar, onun aydınlığından çıkmışlar, günlük şeylerin ışığında yaşıyorlardı. Yalnız Mustafa Kemal kendi lejander hayatına devam ediyordu.

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mareşal Mustafa Fevzi Çakmak’ın 30 Ağustos Zaferine ve İzmir’in Kurtuluşuna Ait Hatıraları

Published

on

Millet Meclisinde muhalifler taarruz halinde yüzde 25 zafer ihtimali göremiyorlardı!

Rahmetli Mareşal Fevzi Çakmak [1], Atatürk’ün derin itimat ve muhabbetini kazanmış büyük bir askerdi. Millî Mücadele boyunca Erkânı Harbiye-i Umumiye Reisliğine [Genelkurmay Başkanlığına] ilâveten Heyeti Vekile Reisliği (Başvekillik/Başbakanlık) de yaptı. Yani ordunun başında bulunduğu kadar memleketinin idarî mesuliyetini alan heyete de başkanlık etti. B. M. Meclisi Reisi Başkumandan Mustafa Kemal’in iyi, vefalı ve bilgili bir yardımcısı oldu. Gazi, Büyük Zafer’in kazanılışında onun rolünü şöyle anlatır:

“…Taarruz, öteden beri Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Paşa Hazretlerinin pek derin ilme ve vukufa ve pek derin feyz ve tecrübeye müsteniden ihzar ettiği plân dâhilinde vuku bulacaktı. Bu plân dâhilinde hazırlık emri verildi…”

Bir Ecnebi, Mareşal Çakmak’ı (Büyük Mehmetçik) diye tavsif etmişti. Bu tavsif, Türk askerinin kahramanlığı ile Mareşal’in şahsiyetini birleştiren güzel bir buluştu. Aşağıda Mareşalle yapılmış bir görüşmeyi okuyacaksınız:

Şimdi, 1947 Eylülünün yedinci [07.09.1947] günündeyim. “Ödemiş” dağlarının (1400) rakımlısına, yeşil bir leylek yuvası gibi sığınmış “Gölcük” köyündeyiz. Yanımda, vaktiyle düşmanın sahicisine ilk silâhı atanlardan Âlim Efe, karşımda ise bize, çocukluğumun imansız günlerinde erişilmez bir rüya sandığım zafer saadetini kazandırmış olan sayılı adamlardan birisi: Mareşal Çakmak var…

Onun, ne dış düşmanların, ne de yılların asil olgun ve içten güzelliğini yıpratmadıkları ak yeleli çehresine bakarak gülümsüyorum:

Sizi düşünüyorum Mareşalim… Sizi, ve nankörler tarafından unutulan zaferinizin, vaktiyle bizi nelerden kurtardığını!..

Mareşal, yaşaran gözlerime, babacan bir gülümseyişle bakıyor:

– İzmirli, Hislerine kapılma… O zafer benim, şunun, bunun değil, bizimdir. Biz onu nasıl olsa kazanacaktık… Zira bu milletin, uzun müddet uşaklarının kölesi olarak yaşamayacağı muhakkaktı… Bizler, istiklâlimize yapılan taarruzun def’ini, olsa olsa biraz hızlandırabilmiş, kolaylaştırabilmiş sayılabiliriz.

Sonra ciddileşerek ilâve ediyor:    

– Fakat ne dersiniz? O sırada siz İzmir’de bizi beklerken, biz Anadolu’da, sade düşmanlarımızla değil, aynı zamanda, en yakın kavga arkadaşlarımızın -hemen hemen düşman silâhları kadar tehlikeli olan- dalâletleriyle de mücadele ediyorduk… Sorduğunuz suale cevap vermek, yani İzmir’e nasıl girdiğimizi anlatmak için, Dokuz Eylüle takaddüm eden günlerin olaylarını da hatırlatmam zarurîdir… Zira İzmir’in, istiklâl kavgamızda, bir bakımdan, başka vilâyetlerimizinkine hiç benzemeyen bir hususiyeti vardır. Faraza, şahsen, bana sorarsanız, ben bu hususiyeti hülâsa edebilmek için derim ki:

Bizim İstiklâl Harbimiz, fiilen İzmir’de başlamış ve fiilen İzmir’de sona ermiştir.

Şimdi sırası geldiği için açıklamaya mecburum ki, biz, hedefi İzmir olacak bir kat’î ve büyük taarruzu tasarlarken, karşımıza düşman ordusundan evvel, Millet Meclisinin pasif diplomatları dikildi.

Onlar, düşmanla anlaşmamıza taraftarlık ediyorlar ve yapmak istediğimiz taarruz teşebbüsünü, bir cinnet sayıyorlardı.

O sırada, Fransızlar bize, İngilizler ise Yunanlılara taraftardılar… Bu sayede bir Fransızlardan, bir miktar silâh almış bulunuyorduk. Ben, bütün cepheyi gezmiş, kumandanlarla, zabitlerle, neferlerle konuşmuş ve ordumuzun durumunu, her bakımdan, yapmak istediğimiz taarruz hareketine alabildiğine elverişli bulmuştum.

Zaten, böyle olmasaydı bile, hakkımızı şmana, kuvvetimizi göstermeden tanıtmamız imkânı yoktu. Yunanlılar, İngilizler tarafından adamakıllı şımartılmışlardı. İstanbul’un gözde halifesi, Mısır Hidivliğinin sefil salâhiyetlerini kabule bile hazırlanmış bir ak namzedi idi. Bu vaziyette, onun tarafından idama mahkûm edilmiş bulunan bizler, mücadele meydanında ciddî bir kuvvet, ciddî bir varlık olduğumuzu göstermeden, İngilizlere sözümüzü nasıl dinletebilirdik?

Böyle düşünmekte Mustafa Kemal’le tamamen mutabık olduğumuz için, ben, ordudaki vazifemden ayrılarak, Erkânı Harbiye Dairesinin odasına kapanmış, yapılacak taarruzun plânlarını hazırlamaya koyulmuştum.

O sırada, bir gün, Ankara’da hükûmet konağının üst katında, fevkalâde bir toplantı yapıldı.

Toplanan Vekiller Heyetine, Rauf Bey riyaset ediyordu. Ve müzakerelerin başlayışından pek az sonra, taarruz aleyhtarlarının itirazları alabildiğine şiddetlendi.

Kimisi, taarruzun bir cinnet olduğunu söylüyor, kimisi, “Ne diye boşu boşuna (!) kan dökelim?” diyor, kimisi ise:

Efendim, yüzde yirmi beş zafer ihtimali olsa, bu taarruza ben de taraftar olurdum, fakat, maalesef, yok!..” diyordu.

Nihayet içlerinden birisi, kalkıp da:

– Efendim, bizim şu kadar katırımız ve şu kadar devemiz olsaydı, bu yapılabilirdi!..” kabilinden bir hezeyan savurunca, dayanamayarak yumruğumu masaya vurdum, ve:

Efendim, dedim, bu taarruzda zafer ihtimali, yüzde yirmi beş değil, yüzde yetmiş beştir. Filvaki, bizim, muarızlarımızın istedikleri miktarda katırımız veya devemiz yok amma, ben Mehmetçiğin mücadele gücünü, dünyanın başka hiçbir mahlûkuyla mukayese edemem… O Mehmetçik, kavgayı sevdiği zaman, deveden çok fazla yol yürüyerek ve deveden çok fazla aç kalarak dövüşür. Hem unutmayın ki, Sakarya kavgamıza, mermilerimizin çoğunu, Mehmetçiğin karısı taşımıştır.

Muarızlarımıza göre, düşmanın tel örgüleri varmış. Bunu söyleyenlere hatırlatırım ki, Mehmetçik sahiden hırsa gelince, yumruklarıyla telleri değil, demirleri paralamıştır!..

Benim bu sözlerim üzerine rahmetli “Kara Vasıf“:

İyi amma efendim, Ankara’yla İzmir arasındaki 800 kilometrelik mesafeyi alırken, askeri neyle besleyeceğiz? demezler mi?

Tahmin buyuracağınız gibi, ona mesafeyi ölçerken, pergeli her halde yanlış tutmuş olduğunu söyledim: Zira belliydi ki, muterizlerimiz, bizim taarruza, Ankara’dan değil, Afyon’dan başlayacağımızı bile hesaplamayacak kadar gaflet içindeydiler.

Mamafih insafla itiraf edeyim ki, kendisine:

– Vasıf Bey… Şimdi harman mevsimidir. Şimdi köylünün elinde, her şey vardır. Onlar, kendi ordularını, fırınlar dolusu ekmekler çıkararak, sürülerle kurbanlar keserek ve çuvallar dolusu üzümler sağlayarak karşılayacaklardır. Bu kavga, başka orduların, başka şartlar içinde yaptıkları kavgalardan hiçbirisine benzemez. Bunun içindir ki, bu kavgada bizim iaşe menzilimiz, tarihin klâsik harplerinde görülen ordularınki gibi gerimizde değil, ilerimizdedir...

Dediğim zaman, Kara Vasıf’ın gözleri yaşarmıştı.

Ve çok şükür, şimdi adını anmak istemediğim o musır muarızımızın hâlâ:

– Bize deve lâzım… Bize katır lâzım!..

Deyip durmasına rağmen, taarruz kararımız Hey’eti Vekile ekseriyetinin tasdikine kavuştu!”.

“Mareşal”:

– Ötesini biliyorsunuz, diyor, çok şükür zafer, tarihlerde okuduğumuz şekilde kazanıldı. Fakat tuhaf değil mi? Afyon’un sukut ettiğine, dürbünleriyle bakmadan inanmayanlar ve bu meyanda bilhassa:

Bize:

– Efendim, bu işe deve lâzım… Bu iş devesiz olmaz!.. diyen zevat:

– Aşkolsun… İyi oldu. Fakat siz yoruldunuz, artık işin ötesini bize rakın… Tek biz biraz dinlenin de, alimallah, biz gidip İzmir’e gireriz!...” demezler mi?

Fakat müsaadenizle, biz henüz lâyıkıyla sağlanmış saymadığımız bu şerefi, onlara emanet edemezdik. Bunun içindir ki, orduyu, Mustafa Kemal’le beraber Afyon’dan İzmir’e kadar adım adım takip ettik…

Şimdi o yılda, bazan buğday, bazan da üzüm çuvalları üzerinde, ikişer saat kestirerek geçirdiğimiz geceleri hatırlıyorum.

Hatta bu saatlerden birisinde, üzerine uzandığı çuvalın deliğinden aldığı bir avuç üzümü ağzına atmadan evvel, koca Mustafa Kemal’in gülerek:

– Paşam, şu hayatın cilvesine bak, aslanlık edelim derken, farelere döndük: çuval deliğinden üzüm, çalıyoruz!..dediğini, o yolculuğumuzun en şirin nüktelerinden biri olarak hatırlarım… Fakat, inanın bana, ömrümde hiçbir başka yatağın rahatı, beni, o üzüm çuvalları üzerinde çekilen muzaffer uyku kadar mesut etmemiştir!..

Bu son cümleleri söylerken, gözleri dolan Mareşal sözlerini şöyle tamamladı:

– Yalnız, bir büyük hatamız oldu… Büyük taarruzdan sonra, Mareşal Penlöveden, “Franclen Buyon”dan ve arkadaşlarından müteşekkil bir Fransız heyeti, bizimle, Anadolu’nun herhangi bir yerinde temasta bulunmak istemişti.

Biz onlara, kendilerini 9 Eylülde “Nif” (Kemal Paşa) de bulacağımızı bildirmiştik. “Nif”e vardığımız zaman, onlardan, Türk ordusunun harekâtını, aramızda geçecek müzakerelerden sonraya bırakmamızı isteyen bir başka tel aldık. Elbette ki, hiç olmazsa zararsız ve diplomatik bir nezaket göstererek, onların bu ricalarını is’af etmek istedik. Fakat hemen o anda İzmir’den gelen bir haber, Türk süvarilerinin, Akdeniz kıyısına varmış bulunduklarını ve Kordon boyunda haklı bir zafer neşvesi içinde at oynattıklarını bildiriyordu. Bu itibarla, belliydi ki, Fransız dostlarımızın teli, elimize geç gelmişti!..” ve tevazuuyla gülümseyerek ilâve etti:

– Bu yüzden, İzmir’e varınca elimizde olmayan sebepler yüzünden, randevumuzdan evvel geldiğimiz için, Fransız dostlarımızdan af istedik!..” [2]

DİP NOTLAR

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/maresal-fevzi-cakmak-1876-1950/

[2] 30 Ağustos Hatıraları, Sel Yayınları, s. 18-24; 30 Ağustos Hatıraları, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları, 2014, İstanbul, s. 26-35

Continue Reading

Türk Tarihi

Bir Osmanlı Filosunun (Sumatra/Endonezya) Seferi

Published

on

Giriş

Sumatra Adası, Asya’nın güneydoğusunda, Avustralya’nın kuzeydoğusunda, Borneo adasının batısında, Büyük Okyanus ile Hint Okyanusu arasında bulunmaktadır. Sumatra Adası ile Asya’nın güneyindeki Malaka Yarımadası ve diğer bir takım küçük adalarda Müslüman Açe Sultanlığı hüküm sürmektedir. Bu devlete, Sumatra’daki başkentinin isminden dolayı Açe Krallığı denilmektedir. Osmanlı tarihi belgelerinde Açe Sultanlığı (1514-1903) adıyla yer almaktadır.

O sırada bu devletin hükümdarı Sultan Alaeddin Şah’tır (1537-1568). İkinci Selim’in bazı fermanlarında Sultan Alâeddin’den “Padişah” unvanıyla da söz edilmektedir.

Hint Okyanusu’nda gösterdikleri sömürgecilik faaliyetinden bilhassa İslâm ülkelerine musallat olmaları, Kanunî devrinde Hadım-Süleyman Paşa’nın Hindistan seferine sebep olan Portekizliler, bu sırada Sumatra Müslümanlarını çok tazyik etmektedir.  Sultan Alaeddin, İslâm âleminin halifesi ve koruyucusu Kanunî Sultan Süleyman nezdine vezir “Hüseyin” isminde bir elçi ile bir nâme göndermiş ve top, topçu, silâh, askerlik mütehassısları ve bilhassa istihkâm mühendisleri istemiştir. Açe elçisinin İstanbul’a gelişi Zigetvar seferine (1566) tesadüf ettiğinden, Kanuni’nin ölümüyle İkinci Selim’in cülûsu gibi hâdiselerden huzura kabulü gecikmiştir. Elçi Hüseyin İstanbul’da fazla beklemiştir.

Hatta Yemen’de karışıklıkların (1567-1569) ortaya çıkması da yapılacak yardımın bir sene daha gecikmesine sebep olmuştur. Açe hükümdarı Sultan Alaeddin, Osmanlı himayesini isteyerek Osmanlı padişahının hâkimiyetini kabul etmiştir.

Osmanlı-Açe ilişkileri, genellikle Osmanlı Devleti’nin Hint denizine ilgisi sebebiyle yapılan çalışmaların bir parçası olarak ele alınmış/kalmıştır. Türkiye’de konuyla ilgili ilk çalışmayı Saffet Bey yapmıştır. Saffet Bey, Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası’nda 1912 yılında yayımlanan makalesi ile konuya dikkat çekmiştir. Saffet Bey’in “Bir Osmanlı Filosunun Sumatra Seferi” başlıklı makalesi, Osmanlı Türkçesi’nden çevrilerek aşağıda sunulmuştur. Görsel malzemeler, metni açıklayıcı, destekleyici ve tamamlayıcı unsur olarak eklenmiştir.

***

Bir Osmanlı Filosunun (Sumatra) Seferi

Kitaplarımızda yok denecek kadar az ve karanlık kalan bu, oldukça büyük vaka için kayıtlarımızda elliyi bulur güzel vesikalar görülüyor. Vakayı Avrupalılar da biliyorsa da bildikleri pek eksik ve yanlıştır. Şimdi, bizimkilerle onlarınkileri yanyana koyarak eksiklerini tamamlayalım, yanlışlarını düzeltelim, vakayı doğruca öğrenelim. İlkin Avrupalıların rivayetlerini yazalım [1]:

Türkiye’ye giden Açe sefareti- Açe’nin kuvvetlenmeğe başladığı on altıncı asır içinde, adını bilmediğimiz sultanlarından biri, bütün Müslümanların reisi Raçarum, yani Türkiye sultanına kendi varlığını bildirmenin artık çağı geldiğini gördü. Bunun üzerine en büyük gemilerden birini, memleketin başlıca mahsulü olan karabiber ile yükleterek, en büyük efendiye biat ve itaatini göstermek üzere piş-keş [peşkeş, hediye] gönderdi. Bazıları sultanın kendisi[nin] bu seyahati ettiğini, başkaları da memleketin zengin ayanından bir sefaret heyetini gönderdiğini rivayet ediyorlar.

O günlerde İstanbul [Açelilerce Sutambuy]’da Açe’yi duyan ve nerede olduğunu bilen yok idi. Elçiler İstanbul’a vardıklarında her ne kadar paralarıyla yatacak bir yer edinebilmişlerse de, sultanın huzuruna çıkmalarını arz için, bu gibi işlere bakan memurların gönüllerini etmeğe uzun uzadıya çalışmaları boşa çıktı. İşte böylece İstanbul’da bir veya iki yıl kadar kaldılar, yanlarındaki paraları da bittiğinden yiyecek, içecek tedariki için yavaş yavaş biberlerini satmaya başladılar.

Ne ise, kısmet böyle imiş. Bir Cuma günü Sultan camiden sarayına giderken, birçok itibarlı seyirciler arasında, bizim Açelileri gördü. Kılık ve kıyafetleri sultanın gözüne ilişti, nereden ve ne için geldiklerini sordu. Sultanın istediği malumat verildi. Bu elçi heyetinin huzuruna kabul olunmaları ricalarını bu kadar uzun zaman geri bırakan memurları, budalaca kibir ve gururlarından dolayı sert azardan sonra, yabancıların hemen o gün saraya getirilmelerini emretti.

Açeliler artık muratlarına erdiklerinden dolayı aşırı sevindilerse de, böyle büyük bir ziyaret için elverişli üst ve başları kalmadığından ve beraberce getirdikleri bir gemi yükü biberden ancak bir çupa [2] kaldığından çok sıkıldılar, utandılar. Sultanın huzuruna çıktıklarında Açe padişahlığı üzerine malumat verdiler. Padişahlarının ilk vergisi olmak üzere bir gemi yükü biber getirmişlerse de, yiyecek içecek tedariki için bu biberi satıp para edinmeli olduklarını ve şimdi ancak onun bir örneği olarak, bir çupa kadar ellerinde kaldığını ve bu kadarcık takdim edebildiklerini arz eylediler. Sultan bunların piş-keşlerini [hediyelerini] seve seve kabul büyüklüğünü gösterdi ve sonra Açe’nin halinden, İstanbul’a ne kadar uzak olduğundan, yolda uğradıkları zorluk, çektikleri sıkıntıdan, şundan bundan söz etmelerini ve malumat vermelerini emretti.

Ladasi Çupa-Sonra Sultan bunlara karşılık olarak bir büyük top hediye verilmesini emretti. Bu topa Ladasi Çupa adı verilmişti ve yine bunların dilekleri üzerine, Açe’de olmayan ve bilinmeyen, her türlü sınıftan birçok sanat ustaları gönderilmesini, orada o ustaların öğretmelerini irade buyurdu.

Töngkudi Bitay-Rivayet olunur ki, Suriye’den gelen bu usta ve hocalardan bir takımı Dalam yakınında bir Kampung’da yerleştiler ve vatanlarını hatırlamak üzere bu köye Bitay dediler [Bu kelime Batal’ın Açelilerce söylendiği olup, bu da Beyt’il-mukaddes=Kuds-i şerif’ten galattır] Bugün Bitay’da bir veli kabri vardır, Tongkudi Bitay diye biliniyor, yine rivayete göre bu zat o yabancılardan birisi imiş.

Mevlüt Günü-Türkiye sultanı bu yeni tebaasının öyle her yıl vergi ve elçi göndermeleri sıkıntısına ve o kadar ırak yoldan gelip gitmeleri zorluğuna düşmelerini hoş görmedi. Bunun üzerine “haydi, siz benim reayam olduğunuzu göstermek üzere vereceğiniz vergiyi din ve peygamber yolunda sevaplı ve hayırlı yerlere harc ediniz. Peygamberimizin doğduğu günde ayrıca bayram etmek çok ecirli değerli iştir, Açe’nin her köyünde bu gün halk Mevlüt [Açelilerin Mevlüdü söyleyişleri] şenlikleri yapsınlar. İşte sizin emir’il-müminine verginiz bu olsun” iradesini vermiş.

***

Bu sefer üzerine Mösyö Şnok [Şnohck] ile Avrupa’nın rivayeti budur. Bizim en büyük vesikamız ise İkinci Sultan Selim’in Açe padişahı Sultan Alaeddin’e Mustafa Çavuş ile gönderdiği şu namedir:

Açe padişahına yazılan name-i hümayun suretidir.

Sernamesi merhum Koca Nişancı Bey’in inşaasıdır [3].

“Haliya ‘atebe-i ‘aliyye-i seadet medar ve südde-i seniyye-i gerdu-ı iktidarımız ki, melaz-ı selatin-i kam-kar ve melce-i havakin-i al-i mıkdardır, kıdvetil havas velmakribin veziriniz olan Hüseyin dam mecde vesatiyle name-i şerifiniz varit olup, mazmun-ı hikmet-i makrunende leyl-vennehar ol canibde küffar-ı hak-sar ile kaza ve karzar olup, düşman arasında yalnız kalıp, her taraftan aday-ı bedray-ı hücum üzeredir deyu alat-ı cihad ile asker-i nusret mutadımızdan harb ve kital ve cenk ve cidal görmüş kullarımız talep ve istianet olunup ol diyarda yirmi dört bin cezire olub … aliniz üzerine hayli kafir gelüb, itfak-ı hezimet vaki’ olub, ol cezireleri kafir alub, rencide olan cümle müslümanlar dahi küffara giriftar ve padişahları olan kemalin mahruse-i keferede karar üzere olup ve zikr olunan cezirelerin dördünden Mekke-i mükerremiye sefer eden tüccar ve haccac gemileri ol geçide vardıklarında kimini fırsat bulub esir edub, fırsat buldukların ardından top ile urub gemilerin batırub, müslümanları deryaya gark iderler ve vilayetin kurbunda Seylan ve Kalikut dimekle maruf iki kafir padişahı olub raiyyetlerinin ekseri müslüman olub, daima küffar ile muharebeden hali olmayub, mukaddema südde-i seadetimiz kullarından Lütfi zide kıdvenin ol canibe vusul bulduğuna matla’ olduklarında atabe-i aliyemize arz-ı ubudiyet-ve ihlas ve ahd-ü misak edüb, bu taraftan donanma-ı hümayunumuz varacak olursa kendüleri vekafir reayaları cümle imana gelüb, bi-inayeti’l-melikül cevad niyet-i gazzen ve cihad vefeth-i vilayet ve bilad edeceklerin ilam edüb ve başlıca ve şayka ve havai toplardan hisar döğmek içün talep olunub ve elçinüz bu hususda at ve yerak ve nuhas alındukda ol diyara varmağa mani olmak için Mısır ve Yemen beylerbeyilerine ve Cidde ve Aden beylerine emr-i şerifim gönderilmesini ve hisar ve kadırga bina eden taleb olunub ve bunlardan gayri, her ne kadar takrir ve tahrir olunmuş ise saye-i serir-i saadet masir-i hüsrevanımıza arz olunub, alem-i şerif, alem-i şumul hıdivanımız muhit ve şamil olmuştur ile olsa havakin-i azam ve selatin-i alimekamın iltimas ve istidaları hayz-ı kabulde vaki olmak adet-i hasene-i şahan örnek nişin ve kaide-i müstahsene-i padişahan adalet-i ayin olduğundan mada hıfz ve himayet-i beyza-i din-i mübin ve zabt ve siyanet-i şer’i hazret-i seyyidi’lmürselin aleyhi efdalis-salat babında vaki olan hususatın tedarik ve itmamı emrinde sarf-ı makdur ve bezl-i meysuretmek ehemm-i vacibat ve ehemm-i ….. olmağin memalik-i mahrusemizden Mısr-ı Kahire tevabiinden Bender-i Süveyş’den on beş pare kadırga ve iki pare barça dergah-ı muallam topçularından, topçubaşı ile yedi nefer topçu ve Mısır kullarından kifayet mikdarı asker-i nusret-i esir tayin olunub ve kal’alar için kifayet mikdarı top ve tüfenk ve sayir edvat-ı harb ve cenk virilmek emrim olub ve tayin ve irsal oluncak asakir-i fevz-i mesire sabıka İskenderiye kapudanı olup, sancağa mutasarrıf olan iftiharü’l-ümerai’l kiram muhtarül kübrail feham zülkadr-i vel ihtiram el muhtes-i mezid … melikül ‘lam Kurdoğlu Hızır dam ulüh serdar tayin olunub, inayet-i hakk-ı cell-ü ‘alaya tevekkel tam ve mu’cizet-i kesireti’l berekat hazret-i seyyidi’l-berar aleyhi’s-selevata tevessül-ü mala kelam kılınub, küffar-ı hak-sar-ı duzah-ı karar ile cihad-ı fi sebilillah içün sevb-ü sevab nümaya irsal olunub, müşarül-ileyhe şöyle emrim olmuşdur ki: İnşallah-ı teala size varub mülaki oldukda, eğer fetih ve teshiri lazım olan kal’alardır, eğer sair küffar-ı hak-sarın haklarından gelmekdir, sizce ve münasib gördüğünüz üzere din ve babında ve devlet-i hümayunumuza müteallik olan umurda bezl-i makdur eyleyüb, eğer müşarül-ileyhe ve eğer sayir koşulan topçu ye asakir halkının sagir ve kebiri asla size muhalefet etmeyüb, her ne yüzden veçhe ve münasib görürseniz tabi olub, hizmette bulunalar, eğer muhalefet edenlerin müşaril-ileyh marifetiyle haklarından gelesiz ve esbal olunan asakirin bir yıllık mevacibleri virilmiş, ger giderki biz dahi din babında devlet-i hümayunumuza müteallik olan umurda bezl-i makdur eyleyüb, küffar-ı hak-sarın eğer kal’aların feth etmekde eğer ehl-i islam üzerlerinden şer-ü şurlardan def’ etmekte sai’ ve ikdam eyleyüb inayet-i hakk-ı cel ve ala ile ol diyar-ı televvüsası kefereden tethir ve pak eyliyesiz ki, eyyam-ı saadet encam-ı hüsrevanımızda  ol diyarın ehl-i islamı dahi asude hal olub, ferağ-ı bal ile kar ve kisblerine meşgul olalar, inşallah murad üzere eğer kal’a ahvali, eğer memleket hıfzı görülüb itmam-ı maslahat oldukda irsal olunan topculara icazet viresiz ve sayir ahval ve etvar her neye müneccir olursa, müşarül-ileyh Mustafa Çavuş ile ilam eyliyesiz, sonra anda olan asakir hakkında ferman-ı şerifim ne vechile sadir olursa mucibi ile amel eyliyesiz ve name-i şerifiniz vürudı esnasında takdir-i hazret-i mukadderi’l-hal ile izz-ü şane, cenab-ı mağfiret-i penah ve rahmet-i nisab merhum ve mağfur-leh babamız Sultan Süleyman Şah kuds-i aşiyan-ı enarullah büruhane asakir-i mansure-i müslimin ve leşker-i derya şiar-ı muhiddin ile küffarı hak-sar-ı hezimet-i asar ile cihad-ı fi sebilillah içün gaza-yi gara-yi nüsret-i intimaba azimet etmişlerdi. Hudud-ı na m’adud firengistandan kıdve-i erbab-ı delal olan akyal-i firenkten nemçe kıralı olan melun delalet makrunın azim-i husun-ı metanet makrunundan kal’a-i mansure-i Zigetvar‘ın fethine azimet etmişlerdi. Bi-inayetillahil hakkul fettah-ı leşker-i islam nusret-i peyam ile ol hüsn-ü husini feth eyleyüb, memalik-i vesia-i firengistandan binnihaye memleketler ve kal’alar  alındıkdan sonra vücud-ı mevcud-ı şehadet vürudları dar-ı fenadan alem-i bakaya irtihal eylediler. Elhamdülillah elvahidül gahhar la cerem-i avn ve inayetillah vüsun ve siyanet namütenahi birle serir-i saadet ve ikbal-i zat-ı aliyemiz ile müstemid olub, inşallah elizzül ikram hatır-ı atır-ı cihanbani veniyyat ümmimetil berekat kiti sitani daima küffar-ı hak-sar ile cihadımızdan hali olmamak üzere mukarrerdir. Çünkü ol caniblerde dahi kefere-i fecrenin hazele humullahü teala alıval-i deladet meal-i name-i dürer-barünüzde şehr ve tafsil olunduğu üzere makrurdur. Çünkü ol caniblerde dahi kefere-i fecirenin … behemehal ihvan-ı sadakat-ı nişana merasim-i muavenet ve mededkârı ve levazım-ı muzahharat ve destyarı da asar-ı ikdam ve ihtimam-ı mebzul ve mecbul kılınur. Hakk-ı subhane ve tealanın izz-ü cell-i asitane-i ikbal-i aşiyanemiz kabline. vüfur-ı imdad-ı aliyeleri derece-i tefsil ve şimardan mütecavizdir. İnşallah-ı el-izzül-ekrem ol caniblerde dahi memalik-i islamiyeye müstevli olan ada-i din-i mübin ve düşmanan-ı ayin-i seyyidil mürselinin aleyhisselevati vesselam def mazarrat ve delaletleri içün asakir-i cerrar-ı nusret şiarımızdan daima ol canibe irsal olunur bu zamanda kaide-i müstemireniz üzerine me’muldur ki, ol diyarın ahval ve macerasın mufassal şerh ve atebe-i alempenahınız canibine enba olunmakdan hali olunmıya ve müşarün-ileyh veziriniz gönderilmek içünbahar ihzar olunmuş idi. Parçalar irsal olundu, tahmil olunub gönderile ve gelen elçiniz dahi şöyle ki, şerait-i risaletdir, kemal-i adab ile eda edüb, hüsn-ü icaretimize mukarin olub irsal olunmuşdur.

fi 16 Rebiül-evvel, sene 975

İşte, görülüyor ya, bizim vesikalarla Avrupa’nın rivayeti birbirinden ne kadar ayrılıyor. Bakınız nasıl:

Birinci Buraya gelen Açe elçisi veya elçileri öyle Açe’nin varlığını göstermeye gelmediler. Zavallılar Portekizlilerin ellerinden yanıp bıkmış olduklarından İstanbul kapılarına yardım, meded dilemeğe düştüler.

Vasco dö Gama Ümit Burnu’nu dolaşarak (20 Mayıs 1498’de) Malabar veya Malibar yalılarında Kaliküt limanına düşmüş, bu yolu ve Hindistan’ı Avrupa’ya tanıtmış idi. Portugal hükûmeti, sözde buralarda ticaret etmek üzere fakturiyetler yani ticaret evleri açmağa kalkışmış, kurdukları evlerin duvarlarının harcı zavallı yerlilerin kanları ile yoğrulmuş idi. Bunlar bir-iki yıl içinde Hürmüz, Diyo adalarını ele geçirdiler. 1515’de meşhur Albukerke Gava’yı zabt ve Şarki Hindiye Hıdivi unvanı olarak Portekizlileri o sularda yerleştirdi. Bu adam pek becerikli olmaktan başka, kendinden önce ve sonra gelenlerden daha insanca davrandı. Bunun günlerinde Mozambik kıyılarından Çin sularına kadar bütün yalılara ve adalara Portugal devletinin hükmünü salmış, koyduğu nizamlarla boyunduruk altına aldığı yerlerde kendini sevdirmiş idi. Bundan sonra gelen Hıdivler ise haydut türlü kişiler olup, peşlerine taktıkları bir alay serserilerle İspanyolların Amerika’da yaptıklarının daha başka türlüsünü yapıyorlardı.

Son Mısır padişahı Melik Eşref Kansugavri gayet derin düşünceli, iş eri bir zat idi. İskenderiye, Avrupa ve Hindu Yemen arasında, tek bir ticaret kapısı idi. Bu kapının kazancı, Venedik şu ve bu gibi yabancıların cebine giriyordu. Sonra bizim yalıların yaramazları bu kapıyı beklerler, geleni gideni avlarlar, rahatsız ediyorlardı ki, bunun Mısır’a da ziyanı oluyor, Kansugavri de sıkılıyordu. İşte bu zat güzel denizci olan bu korsanları helalinden kazanca çağırdı, bunlara sermaye verdi. Karaman, Teke, Menteşe, Kazdağı yalılarının ateşli delikanlıları İskenderiye’ye üşüşmeğe başladı. Bunlara Araplar, Hindliler “rumi” derler, bir aralık Barbaros’un kardeşi Oruç Reis de Kansu’nun hizmetine girmiş ve bir gemi almışdı. (Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, 4. cüz, sahife 236’ya bak).

“Gücerat” Müslümanları Mısır devletinden Portekizlilere karşı yardım dilediler, ellerinden kurtulmayı yalvardılar. Kansu işi daha büyütmek istedi. Gerek bunlara yardım, gerekse Hindin sahibi olmak için, Süveyş’te bir tersane kurarak tez elden elli-altmış teknelik bir filo yaptı. 917[1515]’te Rumilerden Süleyman Reis, Kurd Hüseyin kumandasıyla o yanlara gönderdi. Süleyman oralara giderek Portekizlilere iyice bir sille vurmuş, dönüşünde de Yemen’i zabt etmiş idi. Süleyman’ın bu seferi yalnız uc çıkarmak, Mısır devletini göstermekle kaldı ve Kansu’nun başladığı bu iş Osmanlılar ile olan bozuşukluğu ve kendisinin ölmesiyle söndü. İşte bizim Bahr-i Ahmer [Kızıldeniz] filomuzun tarihi bununla başlar.

Mısır’ın 923[1517]’te fethiyle Hicaz ve Yemen ülkeleri Osmanlıya katıldı. 15-20 yıl kadar devlet buralara bakamadı, bakmadı. Rumiler, kendi hesaplarına çalışıyorlar, biri ötekini öldürerek Yemen’e vali oluyorlardı. Bunlardan Bayram oğlu Mustafa, Sefer Hoca gibiler Gücerat yalılarında “Rumi Han”, “Hüdavend Han” adlarıyla birer emir oldular. O· yıllarda Bahreyn hâkimlerinden birinin adının Murad Şah olduğunu görüyoruz. Araplarda Murad adı pek kullanılmadığından bunun da bir Rumi olduğu sanılıyor. Eğer bu serseri Rumilerin aralarına bir Hızır, Turgud, Aydın, Salih gibisi girseydi, daha çok ileri giderlerdi. Çünkü oralarda meydan daha geniş, iş becermek daha kolay idi.

Halifeliğin Osmanlı Devleti gibi genç ve dinç bir hükümete geçtiğini, her yanda parlak zaferlere atladığını duyup sevinen şark suları Müslümanları birer birer kendiliklerinden Sultan Süleyman’a biat ve Portekizlilerden şikâyet ediyorlardı. Yalnız Müslümanlar değil, namede görüldüğü üzere Seylan ve Kalikut racaları gibi Mecusiler bile “Eğer Osmanlı bizi Portekiz kralından kurtarırsa Müslüman oluruz”a düştüler.

Gerek bunların şikâyeti, gerekse Portekizlilerin bizim kıyılara sarkıntılığı, hacı vetüccar gemilerine sataşmaları padişahı kızdırarak 945[1538]’te tazelenen Bahr-i Ahmer [Kızıldeniz] filosu ile Mısır Beğlerbeyisi Hadım Süleyman Paşa Bab-ı elmündib’den çıkarak Aden’i fethetmiş ve Hızır Mevt yalılarını isteyerek istemeyerek itaate çekmiş ve Diyo’ya giderek Portekizlileri püskürtüp kal’asını muhasara eylemiş ise de, yollarda ettiği zalimliği ve oralarda gösterdiği bayağılığı herkesi küstürmüş ve bu işi ağzına burnuna bulaştırmıştır. İşte, buralara çıkan ilk Osmanlı filosunun gördüğü iş bu olmuş idi. Eğer bu adamın yerinde tam bir insan olsa idi, güzel başlanacak olan bu büyük işin sonu, pek parlak, pek kazançlı olacaktı. Süleyman Paşa’nın bu yarım yamalak işi, Portekizlileri kızdırmış, yüreklendirmiş, meydanı boş bulunca gelen geçen, tüccar, haccac gemilerini vurmağa başladılar. Bunlar bir aralık Gamran adasını ele geçirmişlerdi. Gitgide Basra, Aden körfezleriyle Bahr-i Ahmer yalılarına sarkıntılıklarını artırmışlar. Hatta 948[1541]’de Cidde’yi [v]urup Süveyş’e gelerek tersaneyi yakmayı göze aldırmışlardı. Portekizlilerle şurada burada çarpışışlara dağınık olarak rast geliyoruz. Bunları toplamak bizim işimiz ise de, pek de zor iştir.

Kanuni’nin koyduğu nizam ve tensikat ile Mısır Kapudanlığı, Süveyş, Cidde, Mana, Aden derya beylikleri ve merkezi Duhtel-uyun kal’ası olan Lahsa beylerbeyi, daha sonra Habeş beylerbeyi açıldı. Kuzey Tuna’nın şimalinde olan Sultan Süleyman’ın Rüstem Paşa gibi vezirleri günlerinde, Basra kıyılarımızı, Bahr-i Ahmer filosu ile kollamağa, korumağa çalıştık. Bu filonun oradan oraya gidip dönmesi, birçok kanlı çarpışmalara, birçok değerli canlar, büyük adamlar kaybolmasına sebep oldu.

Devlet teknesinin dümeni Sokollu gibi harita, pusula ile yol verir bir ele düştükte, hele İmam-ı Mutahhara’nın ayaklanmasında işin rengi değişti, şimdiye kadar kimsenin aldırmadığı, bir serseriden öteki serseri eline geçen Yemen’in nizamına bakılmaya, bu filonun düzelüb kuvvetlendirilmesine, hatta Süveyş Kanalı’nın açılmasına çalışıldı.

Ne ise, gelelim sözümüze, yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı, o yılların gülünç politikası ile dargınlığımız, barışıklığımız belli olmayan devletlerden biri de Portugal idi. İkinci ve üçüncü vesikalar aramızda geçen politikayı gösteriyor. Hele üçüncü vesika gerçekten görülecek şeydir. Artık kuru mukavele, dipsiz musalahadan bıkmış olan Sultan Süleyman, Portugal kralına “suyu baştan kesmeli” kaidesince: “Görüyorum siz yaptığınızı yine yapıp gidiyorsunuz; artık yapmayın demem. Amma sizin oralarda yaptığınızın acısını, Allah’ın inayetiyle ben daha yakında çıkarırım” diyor, meselenin düğümünü bıçakla kesiyor.

“Portugal kralına name-i şerife yazıla ki, hala südde-i seniyye-i devlet penah ve atabe-i aliyye-i saadet destgahımız ki, merci-i havakiyn-i namdar ve melce-i selatin-i zeva’il iktidardır, kudveti’l ayan el milleti’l-mesihiyye etmeniz, Nikola vasıtasıyla mektubunuz sadakat mezhubunuz varid olub, mezmun ihlas meşhununda bundan akdem kendi canibinizden ve diyar-ı Hindistan’da vaki’ olan kaymakamınızdan bab-ı muallamıza varid olan mekatibin muzameyninde münderic olan hususat ki, memalik-i mahrusemiz hakimleri ile diyar-ı Hindistan’da vaki’ olan vilayetinizin emin ve ümena babında asitane-i adalet unvanımız ile murad olunan dostluk içün muteber kasdınız gelmeğe isticaze-i hümayun etdüğünüzden yüce dergahımıza arz-ı muhabbet ve ihlas edenler hakkında ulu himmet-i şahanemiz masruf ve matuf olıgeldiği üzere elçinüz gelmeğe icazet-i hümayunumuz olub, ol babda name-i saadet-i numunemiz irsal olunmuşdu. Vilayetiniz bu’d ve mesafe ve yollar dahi mahuf ve muhatara olub, vilayetiniz halkı ile meşveret edinceye değin, elçiniz bir mikdar tehire kalmakla niyet olunan dostluk ahvalinde iştibah olunmuya. Elçimiz irsal olunmak üzeredir, varan adamımız istical üzere ihbar-ı meserret asar ile irsal oluna deyü iş’ar eylemişiz. Mektubunuzda her ne ki derc olunmuş ise ve gelen adamınızın cevabı ne ise, bittemam rikab-ı zafer-i intisabımıza arz olunub, ulum-ı şerif cihan aramız muhit ve şamil olmuşdur. Eyle olsa saadetlu babımız daima meftuh ve mekşuf olub kimsenin gelib gitmesine mani’ varid olmayub, hakk-ı subhane ve teala hazretlerinin ulu inayeti ile şimdiki halde hilafet-i ruy-i zemin kabza-i tasarruf ve iktidarımızda olub şark ve garbın reayası cenah-ı devletimizle müstezil olub, daima reaya hakkında mezid-i merhamet-i şahanemiz mebzul olduğuna binaen ol caniblerde reaya ve tüccarın refahatı içün mademki murad olunan dostluktan feragat olunmayub diyar-ı Hindistan’da ve Cezayir tarafında vesair ol havalide olan memalik-i mahrusemiz reayayı ve tüccarı ile derya yüzünden ve kara canibinden emin ve iman üzere olalar. Memalik-i mahrusemiz hâkimlerine dahi tenbih olunmuşdur ki, elçinüz gelib dostluğunuz ahvali mukarrer oluncaya değin ol taraflarda emin-ü âmâna muhalif ve murad olunan dostluğa mugayir vazi’ etmiyeler. Hala gelen elçiniz tehir olunmayub hüsn-ü icazet-i şerifimiz karin-i hali olub, name-i mükremet-i asarımız ile yine ol canibe irsal olundu. Ger gider ki, varub vusul buldukda, ıslah-ı ahval-i raiyyet ve tanzim-i umur-ı memleket içün … olan amal-i hayr-ı ittisaliniz içün olunacak elçiniz tehir olunmayub irsalinde sür’at oluna ki, tarafeynden dostluk ahvali mukarrer olub ol tarafların tüccar ve reayası ızdırab ve inkılabdan beri olub asude hal olalar.”

Kostantıniyye fi 23 Muharrem sene 973[1565]

***

“Portugal kıralı Don San İstepan [ ] kırala name-i şerif yazıla· ki:

Bundan akdem atebe-i aliye-i gerdun-ı iktidar ve bargâh-ı felek medarımız ki, meşrik-i neyr-i ikbal… dır. Adamınız elinden ve kal’a-i Diyu’da vaki’ olan kaymakamınızdan mekatubunuz varid olub, Irak-ı arabda ve sayir ol cevanibde vaki’ olan memalik-i mahrusemiz hafızları ile emin-i aman üzere sulh vesalahda olmak tevki’ olunduğu ecilden kaide-i müstamire-i hakani adet-i muhtahsine-i kişversitaniye binaen ol havalide vaki olan tarafeynin reayası ve tüccarı asude halde olmalariyçün yarar kasıdınız gelüb sulh ve salaha veahd-ü âmâna müteallik umur ne ise mukarrer ola deyü tecviz olunub name-i saadet meratibimiz irsal olunmuşdur. Hala murad olunan sulha mugayir diyar-ı [1] Hind’den derya tarafı ile gelen haccac-ı müslimine ve tüccara dahl ve tecavüz olunduğu istima olunub [ş]imdi yüce asitanemiz daima meftuh ve mekşuf olub eğer dostluk ve eğer düşmanlık içündür kimseye mani varid yoktur. Gerektir ki name-i hümayunumuz vüsul buldukda filhakika ol tarafların sulh ve salahı muradınız ise derya taraflarından haccac ve tüccara tecavüzden el çeküb mektubunuzla itimad olunur adamlarınız gönderile ki, ol diyarın ahval ve intizamına münferi olan umur ne ise mukarrer ola, eğer ol canibin ihtilaline salik olursan bi-inayetillah-ı teala bu canibden muktezi olan umur ne ise tedarik olunur, sonra sulh murad olunmuşdu dimek müfid olmaz ziyade ne demek lazımdır.”

fi 6 Rebiülevvel 973[1565]

İkinci İstanbul’da Açe’yi işiden, bilen yokmuş. Vakıadan yıllarla önce yazılmış Arapça, Türkçe kitaplar kütüphanelerimizde duruyor. Bunlar bir yana, padişah namesinde hassa reislerden Lütfi’nin Hind yalılarına gidip geldiğini söylüyor.

Üçüncü – Elçiler bir iki yıl İstanbul’da kalmışlar da bir türlü padişahın huzuruna çıkmağa yol bulamamışlar.

Bu gibi elçiler için Fatih yakınlarında ayrıca bir “elçi misafirhanesi” oldukdan başka, hiç, ziyaret ve seyahat için Türkistan’dan, Hind’den şuradan buradan gelüb gidenlerin ellerine sözün gelişi “karime” veya “Aden’e varınca yollardaki beğlerbeğiler, beğler ve kadılara hüküm ki” diye başlayan fermanlarla bunları kollamağın, her türlü yardım olunmağın emir edildiğini çok görüyoruz.

Sultan Selim devrinde Sokullu ikinci bir padişah idi. Koca bir gemi yükü biber, bahar hediyesiyle gelen elçiyi Sokullu duymasın, akıllara sığar şey değildir. Hem name bunu açıkça söylüyor. Elçiler yolda iken veya buraya vardıklarında Sultan Süleyman sefere çıkmış, İstanbul’da kaymakam vezirden başka kimse yok idi. Padişah Zigetvar‘da merhum oldu, yeni padişah geldi, elbet bu bir yıl kadar sürdü. Yoksa o diplomat Sokullu, halifeliğin adını, sanını yükseltecek böyle işi kaçırmaz.

Bu gelen biberi bilmiyorsak da, padişahın elçiyi ağırladığını, ayrıca, bir tekne ile İskenderiye‘ye yolladığını, Aden‘e kadar yollarda bütün devlet memurlarının işlerine bakub, yardım etmeleri; buradan gönderilen, top, tüfenk, cephanenin yerine, oraya gidecek, barçalarımızın dönüşte pirinç, baharat yüklemeleri emirlerini, gemi ve silah yapıcı esnafından dörder beşer yamaklarıyla beraber, elliden fazla ustalar, işçiler gönderildiğini bu gün adları ve sanatlarıyle beraber cedvelini görüyoruz.

Yazık ki, bu seferin başlangıcını bu kadar iyi bilirken sonu ne oldu, nasıl döndüler, elimizde tam bir haberi yoktur. Bunu şurada burada rast geldiklerimizle tamamlayacağız.

Süveyş‘te on beş ve sonradan dört daha katılarak on dokuz kadırga, gidecek eşya ve askeri taşımak üzere de üç barça, garab cinsinden birkaç tekneler hazırlandı. Bunların üzerine Mısır kapudanı Kurdoğlu Hızır Bey başbuğ oldu ve kendi karaya çıktığında gemilerin kumandası Süveyş kapudanı Mahmud Beğ‘e kalacaktı. Bunların hepsi Sultan Alaeddin‘in emrine bakacaklardı. Sultan Alaeddin gönülleriyle kalacaklardan isteği kadar adamı orada tutabileceklerdi. Giden askerin bir yıllık maaş ve zahiresi vardı. Fazlasını Açe hâkimi verecekti. Tam kalkacakları sırada Yemen işi büyüdü, gemilere çok iş çıktı, ne yapsınlar işi bir yıl sonraya bıraktılar. Filo bu yıl Mısır’dan Maha’ya, Aden’e asker taşımak, Yemen’in deniz yolunu kesmek ile uğraştı. Vesikaları şunlardır:

“Bundan akdem İskenderiye kapudanı olub badehu irsal olunan askere serdar olan Hızır Beğ’e hüküm ki:

İnşallahü ezzü emr olunan donanma ile ol diyara vusul müyesser olub bir yere veyahut bir kal’a döğmeğe top çıkartmalu oldukda sen ayrı olmağın çıkacak topları sen çıkarub karada lazım olan hizmet üzere olub, gemileri minbad bozmayub, gemilerin cenkcisinden, kürekcisinden dahi senden ve lazım olandan bir ferdi çıkarmayub, gemileri bozmayub mükemmel hazır olub gemileri Süveyş  kapudanı olan Mahmud dam ezze göndermek emr edüb buyurdum ki, emrim üzere onun gibi bir yere veyahud bir kala döğmeğe top çıkmalu oldukda gemileri bozmayub kemakan cenkçi ve kürekçi ve sayir topçu aletcileriyle durub, müşarün-ileyh Mahmud dam ezze gemilerden çıkmayub gemileri hıfz eyleye ki, onun gibi sen karada hizmet üzere iken deryada veyahut esirden gemilere bir zarar ihtimali olmaya.”

“Açe padişahının elçisi Hüseyin’e hüküm ki:

Haliya Yemen canibinde fitne zuhur edüb defi ve refileri ehemm-i mühimmattan olmağın vilayet-i Hindi’ye irsal olunacak donanma-ı hümayun bu sene tehir olunmuştur. Buyurdum ki, inşallahü teala inayet-i hak ve cell-i ali ile ol canibin fitne ve fesadı def ve ref olunduktan sonra zikrolunan donanma-ı hümayun muahede olunduğu üzere … bi-kusur irsal ve isal olunur.”

5 Receb, sene 975[1568]

Mustafa Çavuş’a verildi

Şurada Hızır Reis‘in başından geçen bir vakıayı söylemeden geçmiyelim. Zeydiler Aden’i zabt etmişler, Hızır Beğ gidip kurtarmış idi. Hâkimi olan Kasım ibn-i Şuyi Hızır’ın eline geçmiş iken bir şey yapmamış, hatta güzel muamele etmiş idi. Bu iyilik bilmez herif para ile birini tutmuş ve divane tavrını takınan bu çapkın divanda iken Hızır Beğ’e bir kama [v]urmak istemiş ise de hemen ayağa fırlayan Hızır yalnız ayağından yaralanmış ve beynine indirdiği korkunç bir yumruk ile leşini sermiştir.

Şu halde seferin 976[1569]’da olduğu görülüyor ve oraya vardığı biliniyorsa da işi ne kadara kadar götürebildikleri karanlıktır. Gidenlerin birçokları orada kalmıştır.

Bundan seksen-doksan yıl sonra Kâtip Çelebi Cihannüma’sında ve Ebubekir Dımışki coğrafyasında Açelilerin cenkçi olduklarını, top dökmeyi, kılınç, mızrak dövmeği bildiklerini, bunları hep Türklerden öğrendiklerini söyledikten sonra, bundan on yıl sonra, miladın 1579, hicretin 986’ncı yılında Menluis denilen bir Portekiz amiralinin on iki gemilik filosu ile bunları fena halde bozduğunu ve yüz gemi kadar kaybettiklerini söylüyor.

Hızır’ın aldığı emirler arasında Süleyman Paşa’nın Diyu’da bırakıp kaçtığını ve Seyit Ali’nin [Mir’atü’l Memalik. İkdam Kütüphanesine bak] Gücerat hâkimine teslim ettiği topları veya behalarını alıp getirmeği görüyoruz. Bu da Seydi Ali seferi için bir vesikadır.

Sonra Açe racaları ailesinden bir zatın sözlerini şuraya geçiriyoruz. “Raca ailesine mensup bir zatın ifadesi fi 22 Kânunusani 1911:

“Vaktiyle Sumatra Racası tarafından bir heyet-i mebuse gönderilüb Dersaadet’te zat-ı hazret-i hilafetpenahiden muavenet talep edilmiş ve bu müracaat üzerine buraya Dersaadet’ten iki sefine-i Osmaniye gelmiş ve askeriden ve erbab-ı sanattan birçok muallimin vasıl olmuştur. Gemilerin bayrakları ve topları Hollandalılarla son muharebe, yani 25 sene evveline kadar mevcut idi. Bu iki sefine Dersaadet’e avdet etmemiş idi. Bunların içindeki heyet-‘i Osmaniye bizi talim içün Açe’de kalmış idi ve bunlar bir Türk köyü dahi teşkil eylemişlerdi. Bu köyün ahalisi elan kendisinin Türk neslinden geldiğini bilir ise de yerlilerle vuku bulan izdivacatdan dolayı adeta yerli olarak yerli lisanından başka bir lisan bilmezler, mamafih çehrelerinde az çok Türk ırkına müşabehet [benzerlik] mevcuttur. İşbu sefinelerle beraber zat-ı hazret-i hilafetpenahi tarafından racamıza hitaben bir ferman gelmiş idi. İşbu ferman-ı ali elyevm Ambon‘da menfi [sürgün] bulunan son racamızın nezdindedir. Kezalik işbu sefinelerle bir hutbe sureti dahi gelmiş ve işbu hutbe elan baki ve cuma Açe’de kıraat edilmektedir. Ve ol vakit sefirlerimize ve racamızla mensubatına zat-ı şahane tarafından hediyeler gönderilmiş ve hediyelerin birçoğu eshabı nezdinde muhafaza edilmiştir. Açe’den giden heyetin reisi Halife Madum isminde bir zat idi. Gelen sefinelerle envaı şekil ve cesamette toplar getirilmiştir. Bunlar meyanında gayet uzun tunçtan mamul on on beşe karib cesim top getirilmiştir. Bunlardan maada tulen sagir fakat gayet geniş ağızlı toplar dahi bulunmakta idi. Şimdi bunların kâffesi nerede bulunduğu malum değil. Rivayete nazaran yapıldıkları madenlerin ehemmiyetine binaen tahrib edilib salib ve kilise kampanaları dökülmüştür. Dersaadet’ten gelen heyetin reisi “Seyyidil Kemal yahut Açece “Elmun” dur ki, bir vilayete Beğ -dereceyi saniyede raca- tayin edilmişti. Usul-i tedris tatbik eden ulemadan Şeyh Abdülrauf ve sünnetçi Tenkusyo Kuvala namlarındaki zevat olub, bu ikincisinin asıl Türkçe ismi mahfuz kalmamıştır. Bu heyet azasından diğer bir kaç zevat daha beğlerbeğliklerine tayin olunmuşlar idi, evladlarında Türk alaimi mahfuz kalmıştır.”

Şu zatın sözleri bizim vesikaları okşuyor: Lakin gemilerin sayısı ile ayrılıyorsa da belki ikisi orada kalmış ola. Sonra da bir Seyyidil Kemal var. Fermanda bunun da ismi geçiyor ki, belki Lakadiyo, Maldiyo (takımada) gibi oraların hâkimi olsun. Bununla beraber o yıllardaki koca Portekiz filosunun yol uğrağından geçmek için iki geminin gidemeyeceği, bu kadar silah ve cephane ve adamı öyle iki gemi ile göndermenin akıllı işi olmayacağı göz önüne alınırsa, yine bizim vesikalarda olduğu gibi o filo azdan aza yirmi tekneden aşağı değildi.

Yine Erşed Beğ Efendinin gönderdiği kâğıtlar arasında Osmanlı seyyahlarından “Abdülaziz” denilen bir zatın şu sözlerini kısaca yazıyoruz:

“1898’de Açe’ye gitmişdim. Malabuh Racası Tuku Süleyman ile görüşdüm. Bu seferden söz geçmişken o toplardan kalan var mı diye sordum. Birinin Sumatra‘da hükümet konağında bulunduğunu haber verdi. Bir tanesini de Cava‘da buldum.

Açe’de bazı Türk mezarları, Türk yüzlü adamlar gördüm. Yazık ki bunlar bir şey bilmiyorlardı. Yalnız Türk olduklarını söylüyorlardı. Başka bir şeye rast gelmedim.”

Bu sefer üzerine topluca bir şey söylenebiliyorsa, o da bu seferi ettik, gidenlerin çoğu orada kaldı, bu güne kadar yerliler bunu unutmamışlardır. Makalemiz kısa vedar olmakla beraber, tarihimizde karanlık kalan bir seferi oldukça aydınlatmağa yardımı oldu sanırız.

Miralay Saffet Bey

DİPNOTLAR [AÇIKLAMALAR]

[1] Bu makale (Felemenk-i Şark-ı Hindiye) yerliler umuru müşaviri Dr. Snouch Hurgronje’nin “Açeliler” unvanlı kitabından alınmıştır. Bu kitabı (Malaga Boğazı müsta’miresi) sabık müsteşar muavini (E. S. O’Sullivan) İngilizceye tercüme etmiş, (Malaya hükumeti mütefekkihası) mektepler müfettişi (R. J. Wilkinsin) de bir fihrist yapmıştır. Kitap (1906’da) (Leyden’de) basılmış ve şu makale de onun 208-209’uncu sahifelerinden alınmıştır.

Şimdi hariciye-i istişare odası müdürü (Erşed) Beyefendi hazretleri (Batavya) şehbenderliğinde bulunduğu zaman o kitabın parçasını ve başka birçok malumatı hediye buyurmuşlardı. Kendilerine ayrıca teşekkürler ederim.

[2] Kile gibi bir Açe ölçüsü

[3] Bu namenin bir diğeri daha vardır. O da Koca Nişancı-zade merhum bunu yazmağa başlamış, hastalanmış, bir-iki ay sonra merhum olmuş ve gerisini başkası bitirmiştir.

[4] Onaltıncı Sebastian (1557-1578) ki, bu adam amca-yeğen olarak iki emirin taht kavgaları sırasında birinde yardım için Fas’a girmiş ve ahalinin İstanbul’dan yardım dilemeleri üzerine Cezayir Beğlerbeğisi Ramazan Paşa Fas’a yürümüş (985’te) [1577] ve Vad’is-seyl’de olan bir harpte Sebastian vurulmuştu. Bu harpte otuz bin kişi telef olmuş; biri eceliyle olmak üzere üç padişah ölmüştür.

DİPNOTLAR

[1] Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, Cüz:10, 1 Teşrinievvel 1327, Ahmet İhsan ve Şürekâsı, 1329, İstanbul, s. 604-614

www.tufs.ac.jp%2Fcommon%2Ffs%2Fasw%2Ftur%2Fhtu%2Fdata%2FHTU2338-02%2Findex.djvu

[2] Tarih-i Osmani Encümeni Mecmuası, Cüz:11, 1 Kânunuevvel 1327, Ahmet İhsan ve Şürekâsı, 1329, İstanbul, s. 678-683

www.tufs.ac.jp%2Fcommon%2Ffs%2Fasw%2Ftur%2Fhtu%2Fdata%2FHTU2338-02%2Findex.djvu

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Rauf Orbay’ın Anlatımıyla İstanbul’un İşgali (16 Mart 1920)

Published

on

İngilizlerin Meclisi Basma İhtimali

İngilizlerin mütareke şartlarına aykırı olduğu kadar, hak ve adalet mefhumlarıyla bağdaşmayan hareketlerle de kalmayarak, İstanbul’da bütün gözleri yıldırmak hevesine kapılıp, bir şeyler yapmağa hazırlandıkları duyulduğu günlerde, Sultan Vahdettin de, herhalde kendi hesabına bazı tehlikelere maruz kalabileceği endişesiyle telâşa düşerek, Mebusan Meclisi riyasetinden, (içine bilhassa benim de katılmam kaydıyle) bir mebuslar heyetinin gidip, kendisini ziyaret etmesini istemişti. Meclisin kabul ettiği bu ziyaret, Padişahın tensibi ile Mart’ın 15 inci günü, öğleden evvel yapılacaktı. Heyet de, benimle Meclis Başkanı Celâlettin Arif ve Konya Mebusu Vehbi Hoca Efendiden mürekkep olarak seçilmişti. Fakat o sabah Meclis Başkanlığına alelâcele bildirilen:

Zatı Şâhâne münharifül mizaç olduklarından Meclis heyetini ancak yarın sabah kabul buyuracaklardır” tarzında irade-i seniyye ile ziyaret ertesi güne bırakılmıştı.

Bu sırada, biz bazı yakın arkadaşlarımla, İngilizlerin herhangi bir taarruzuna uğramak ihtimalini düşünerek, böyle bir durumda Meclisten gayri bir yerde yakalanmamak için, evlerimize uğramayıp geceleri başka yerlerde kalmak kararını vermiş olduğumuzdan, ben de birkaç gündür, asıl ikametgâhım olan Beyoğlu’nda Ağa Camiinin karşısındaki sokakta Naum Paşa apartmanına uğramamakta ve dostlarımdan ticaretle meşgul Hâşim Beyin Şişli’deki apartmanında kalmakta idim.

“Bin Lirayı Alda Gel”

Gece yarısı, Mustafa Kemal Paşa’dan acele bir telgraf geldi. Mahrem muhaberemize vasıta olan Harbiye Nâzın Fevzi Paşa’nın (Çakmak) Seryaveri Salih Beyin (Omurtak) bana gönderdiği bu telgrafta, Mustafa Kemal Paşa: “Osmanlı Bankasıyla bin lira gönderildi. Al da, gel” diyordu. Ben de derhal: “Evvelce kararlaştırdığımız gibi, namus borcumuzu yapacağız. Meclisi bastırmak için orada kalacağız. Aksi takdirde bize güvenerek burada kalanlar kendilerine haber verilmeden aralarından ayrılışımıza muğber olurlar da içtimaa devam ederlerse, o zaman meclisin Ankara’da toplanması meselesi ciddî şekilde tehlikeye girer.” şeklinde cevap verdim.

16 Mart [1920] günü sabahı, uyanır uyanmaz, ilk işimiz bermutat gazeteleri aramak oldu. Fakat o sabah gazeteler gelmedi. Sebebini soruştururken, İngilizlerin ani bir baskınla Şehzadebaşı karakolundan itibaren, şehri yer yer işgal ettiklerini haber aldık. Biraz sonra da, İngilizlerin benim Beyoğlu’nda oturduğum apartmanı basmış ve beni orada bulamayınca, nerede bulunabileceğimi tahkike koyulmuş olduklarını öğrendik. Bu durumda, sokağa çıkarken de ihtiyatlı bulunmak gerekiyordu. Apartmanda kapanıp kalamazdım. İngilizlerin, bulunduğum yeri kolayca keşfedemeyeceklerini de düşünerek, Hâşim Beyin apartmanından çıkıp, arka yolları takiple, doğru Mebusan Meclisine gitmek üzere idim ki, Kâzım Paşa (Orbay) ile Miralay Seyfi Bey ziyaretime geldi. Her ikisi de, sevip saydığım dostlarımdı. Teessür ve heyecan içinde idiler. Böyle ani gelişlerinin sebebini merak ederken, (hemen Ankara’ya gitmek) istediklerini söylediler. O günlerde, hele İngilizlerce mimlenmiş güzide şahsiyetlerin İstanbul’dan, Anadolu’ya geçmeleri ancak gizli yollardan mümkün olabiliyordu. Bizce hazırlanıp tespit edilmiş en emin yolun mebdei: Vaniköy’deki tekke idi.

Gizlice bu tekkeye gidenler, oradan hükumetin kendisinden katiyen şüphelenmemesi için, Maltepe Endaht Mektebi Kumandanlığı vazifesini de almış ve bilahare İstanbul Mebusu olan-Enver Paşa’nın da askeri yaveri- Yenibahçeli Şükrü Bey (Oğuz) tarafından alınıp Maltepe’den itibaren arka yollardan içerilere gönderiliyorlardı.

Kâzım Paşa ile Seyfi Beye de bu yolu tavsiye ettim. Onlar veda ile yanımdan ayrıldıktan sonra, ben de doğru Meclise gittim.

Meclise vardığım zaman, Padişahı ziyarete gitmek üzere Reis Celâlettin Arif Beyi aradım. Makamında bulamadım. Sordum, arattım, bulduramadım. Sarayda bulunmak saati yaklaştığı halde, görünmedi, nerede olduğunu bilen de yoktu. Çaresiz, onun yerine Reis vekili Balıkesir Mebusu Abdülaziz Mecdi Efendiyi alarak, Konya Mebusu Vehbi Efendi de dâhil, heyet halinde Yıldız Sarayına gittik.

“ Zulmün Topu Var, Kal’ası Varsa…”

Giderken yollarda, sağda, solda, cihana hükmedermiş gibi mağrur, dimdik duran süngülü düşman askerlerini gördükçe, yüreğimiz sızlayarak, sesimiz kısılmışçasına, susuyorduk. Fakat itiraf ederim ki, maruz kaldığımız felâketin büyüklüğünü açıkça gösteren bu manzara karşısında, ne benim, ne de yanımdaki arkadaşlarımın, bugünlerin de geçerek yurdun ve milletin kurtulduğu güne kavuşulacağı hakkındaki iman ve ümidimiz katiyen sarsılmış değildi. İngilizler, şimdi kuvvetlerine güvenerek her şeyi yapabilirlerdi, fakat hiçbir zulmün devam etmesine imkân olmadığı gibi, bunun da, Allah’a ve yurtseverliğinden emin olduğumuz millete güvenimiz bâki kaldıkça, sonu geleceğine inanıyorduk. İşte bu duygularla mütehassis olarak Saraya vardık ve derhal huzura kabul olunduk.

Sultan Vahdettin, bizi karşısında görünce gayet soğuk bir eda ile selâmlarımıza mukabele ettikten sonra, yanındaki Başmabeyinci Fuat Beye hitap ile: “Biz nasıl haber aldık, bu işi?“diye sordu.

Fuat Bey, el pençe divan durmuş bir vaziyette, şu cevabı verdi: “Efendim, dün Fransız mümessilliği baş tercümanı geldi. Anadolu’dan gelen birtakım zevatın, İstanbul’un emniyet ve huzurunu ihlâl edecek harekâtta bulunduklarından bahisle, İtilâf devletleri mümessillerinin şehrin asayişini muhafaza için, bir nümayiş yapılmasına karar verdiklerini, ancak bunun, İstanbul’un statükosunu ihlâl edecek bir hareket olmayacağını söyledi.

Vahdettin, bir işaretle Fuat beyi salondan çıkardıktan sonra, bana döndü:

“- İşittiniz mi beyefendi?” dedi. “Bu adamlar her şeyi yaparlar. Yaptıkları bu kadarla da kalmaz. Daha fazlasını yapmağa da cür’et edebilirler. Onun için, Meclisteki konuşmalarınıza dikkat edin.

Ben cevap vereceğim sırada, Konya Mebusu Vehbi Hoca, heyecanını zapt edemedi, benden evvel konuşarak:

“- Efendim!” dedi, “ne yapsalar milleti yıldıramazlar. Millet Hilâfet ve Saltanata sadıktır. Memleketin kurtarılması için uğraşıyoruz. Müsterih olunuz Padişahım!

Fakat Vahdettin hiç de müsterih görünmüyordu. Tekrar etti:

“- Rica ederim, dikkat edin. Bu adamlar, her şeyi yaparlar, Meclisteki sözlerinize dikkat edin…”

Bu sefer, Abdülaziz Mecdi Efendi, heyecanlandı ve oturduğu yerden, pencereden görünen Dolmabahçe önünde demirli düşman donanmasını göstererek:

“- Padişahım” dedi, “bu kâfirlerin zoru işte su kenarına kadar geçer. Ötesinde sökmez. Anadolu pulattır. Memleketin selâmeti için atıldığı mücadelede mutlaka muvaffak olacaktır. Bundan emin olunuz.”

Vahdettin, oralarda değildi. Söylenenleri duymuyormuş gibi, zihninde yerleştirmiş olduğu aynı nakaratın üzerinde duruyordu:

Tekrar ediyorum, akıl için yol birdir” dedi. “Vaziyet meydandadır. İsterlerse, yarın Ankara’ya da giderler.

Vahdettin’in, bütün ruh haletini ve bilhassa şunun bunun tesiri ile gözünde büyüttükçe büyüttüğü düşmanlardan, her arzu ve emellerine kayıtsız şartsız mutavaat edecek dereceyi bulan korkaklığını sarahatle belirten bu sözleri karşısında, ben de kendimi tutamadım:

“- Müsaade buyurun!” dedim. “Misak-ı Millî ile tespit edildiği veçhile, Hilâfet ve Saltanat makamı ile memleketin kurtarılması bahis konusudur. Fakat cereyanı hale göre eğer biz, bu milletin duygularına tercüman olabiliyorsak, şunu arz edelim ki, milletin sizden istediği Meclis kararı olmadan herhangi bir milletlerarası vesikayı imzalamamaktır. Aksi takdirde, istikbali çok karanlık görüyoruz. O kadar ki, akıbetin ne olacağı şimdiden kestirilemez.”

“Koyun” ve “Millet” Benzetmesi

Vahdettin, bu sözlerim üzerine, sinirliliğini açıkça belirten bir tavırla oturduğu koltuktan kalkıp, bakışlarını gözlerime dikerek:

“- Rauf Bey!” dedi, “bir millet var, koyun sürüsü… Buna bir çoban lâzım… O da benim.

Onun bana bu sözü, aynen bir müddet evvel, Ahmet Rıza Beyle birlikte İzzet Paşa Kabinesini tazyik eyledikleri sırada kendisini ziyaretimiz esnasında söylemiş olduğunu da hatırladım, demek ki çobanlık rolünü oynamağa pek hevesli, gerçekten de kararlı ve azimli imiş…

Artık bizim için söylenecek bir şey kalmamıştı. Zaten onun davranışı ile beraber, biz de oturduğumuz koltuklardan kalkmıştık. Karşılaştığımız andaki halden çok daha soğuk bir hava içinde ayrıldık ve doğru Meclise döndük.

Meclis, bir matemgâha dönmüştü. İşgal faciasiyle beyinlerinden vurulmuşa dönen mebuslar, heyecan ve üzüntü içinde, ne yapılması gerektiğini düşünerek, dertleşiyorlardı.  Bizim geldiğimizi görünce, Padişahtan getirdiğimiz haberleri bir an evvel almak merakına düştüler. Meclis Reisi Celâlettin Arif Bey, hâlâ meydana çıkmadığından, Abdülâziz Mecdi Efendi başkanlığında bir grup toplantısı yapılmasına karar verildi.

Abdülâziz Mecdi Efendi, kürsüye çıkarak, Vahdettin ile görüşmemizi, olduğu gibi anlatmağa başladı. Bu gibi görüşmelerde Padişahın, Meclis azalarına – usulen ve nezaketen bir selâm göndermesi âdet olduğu halde- bu sefer, selâm yerine azarlama ve ihtar ile hiç beklenmeyen şeyler geldiğini gören mebuslar, hayretler içinde hayal kırıklığına uğrayarak, hikâyenin sonunu beklerken, Meclis Muhafız Kıtası Kumandanı salona girerek; kapıya gelen bir İngiliz müfrezesinin benimle Kara Vasıf Beyi teslim almak istediklerini haber verdi.

Bunu duyan mebuslar, bir anda feveran ettiler. “Teslim etmeyiz!.. olamaz!., olamaz!.. Silâhla mukabele ederiz.” sesleri ortalığı çınlatıyordu. Bu arada Gümüşhane Mebusu Zeki Bey (Kadirbeyoğlu) ile bazıları, bana hitapla kaçmamı teklif ediyorlardı. Meclis binası, malûm, Fındıklı’da deniz kıyısında olduğundan, bu arkadaşlar için, akla gelen kaçmaktan kolay şey yoktu. Fakat ben hiç sesimi çıkarmıyordum. Bu esnada Sinop Mebusu Yusuf Kemal Bey (Tengirşenk):

“- Arkadaşlar, sakin olunuz, bu işte asıl salâhiyet sahibi Rauf Beydir. O karar versin” deyince, ben de:

“- Şimdiye kadar sizin durumunuz tehlikeye düşmesin diye, sustum. Mademki Meclis taarruza uğramıştır, burada muhafız bölüğü var, emir verilsin, mukavemet etsin. Vazifesini yapsın” dedim.

Bu sözüm üzerine muhafız kıtası harekete geçirilmek istendi ise de Reis Celâlettin Arif Beyin, Meclisten ayrılırken, böyle bir ihtimali düşünerek (Ne maksatla olursa olsun, silâh kullanılmaması) emrini vermiş olduğu anlaşıldığından, muhafız kıtası atıl bir vaziyette kalmağa mecbur oldu.

İdeal Uğruna

Salonda gürültü devam ediyordu. Dâvayı bir an evvel halletmek maksadıyla Trabzon Mebusu Bahriyeli Ali Şükrü Beye; gidip kapıdaki İngiliz zabitleriyle görüşerek, kan dökülmesinin önüne geçmek için ancak beni müzakere salonundan zorla teslim aldıklarına dair yazılı bir vesika verdikleri takdirde, teslim olacağımı bildirmesini söyledim. Ali Şükrü Bey gitti. Fakat Meclisteki arkadaşlardan birçoğu hâlâ, ne suretle olursa olsun, teslim olmamam, kaçmam taraftarı idiler. Çünkü niçin kaçmak istemediğimi bilmiyorlardı. Bir yalı olan Fındıklı Sarayının rıhtımından, oracıkta duran sandal veya motorlardan birine binerek, gözden kaybolmak imkânı bu kadar var iken, dış kapıya gelen İngilizlere teslim olmak elbet akıl kârı değildi. Lâkin o anda ben; nefsimi, kendimi, kendi rahat ve huzurumu ve hürriyetimi dahi uğrunda hiç tereddüde düşmeden feda edebileceğim, başka şeyler düşünüyordum.

Ali Şükrü Bey, İngilizlerle görüştükten sonra, teklifimi kabul ettikleri cevabını getirince, artık salonda ses seda kesildi. Bunun üzerine, İngilizlerden istediğim vesikayı alıp, Meclis riyasetine tevdi ettikten sonra, hâlâ şaşkınlıklarından sıyrılmamış arkadaşlara veda ederek, kapıda bekleyen İngilizlere teslim oldum. Kara Vasıf Bey de aynı şekilde benimle beraber geldi.

Silahlı İngilizler, bizi Meclis kapısında bindirdikleri askerî otomobille doğru Tophane’ye şevkle- şimdi Malûl Gaziler Yurdu olan- tarihî köşke soktular. Ve oradan yine Tophane rıhtımından ufak, köhne ve pis bir gemi ile açıkta demirli bulunan (Benbow) dretnotuna götürdüler ve en alt katta, astsubaylara mahsus olan loş ve havasız bir yere tıktılar. Orada, bizden evvel yakalanmış Edirne mebusları Şeref ve Faik Beylerle diğer bazı mebuslar da vardı.

[Rauf ORBAY, Cehennem Değirmeni Siyasi Hatıralarım 2, Emre Yayınları, İstanbul, 1993, s. 30-38]

Continue Reading

En Çok Okunanlar