Connect with us

Mustafa Kemal Atatürk

ATATÜRK ve TÜRK TARİH TEZİ

Published

on

ATATÜRK VE TÜRK TARİH TEZİ

Yrd. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)

Mustafa Kemal Atatürk’te tarihe, özellikle Türk tarihine karşı ilgi ve sevgi, Manastır Askerî İdâdisi (Lise)’nde öğrenci iken tarih öğretmeninin etkisi ve teşvikiyle başlamış ve hayatı boyunca sürmüştür. [1]

  1. TÜRK TARİH TEZİNİ GEREKLİ KILAN SEBEPLER
  2. Osmanlı Devleti’nin Paylaşılmasında Tarihî Dayanaklar

1918 Paris Barış Konferansına gelinceye kadar, devletlerarası ilişkilerde geçerli olan kural, kazanan devletin fetih hakkı ile ele geçirdiği yerde kalması ve hâkimiyetini sürdürmesiydi. A.B.D. Cumhurbaşkanı Wilson’un 14 maddelik bildirisinde milliyet ilkelerine saygı gösterilmesi gerektiğini öngören bir madde bulunmaktaydı. Bu bildiriden sonra, dünya haritasının milliyetler esasına göre düzeltilmesi anlayışı yayılmaya başladı. Wilson bildirisinde Türkler hakkında, “Türklerin çoğunlukta bulunduğu yerde bağımsız bir Türk devleti varlığını sürdürecektir” [2] hükmünde bir madde yer almıştı. Bu madde hükmüne dayanılarak İstiklâl Harbi öncesinde kurulan cemiyetlerin adı “Müdafaa-i Hukuk-u Milliye” olduğu gibi, bu cemiyetlerin amaçlarından biri de bulundukları yerde Türklerin çoğunlukta bulunduklarını ispatlamak yolunda faaliyet göstermek olmuştur.

1918 Paris Barış Konferansında, Wilson bildirisinde Türkler hakkında yer alan madde hükmü dikkate alınmadı. İtilâf Devletleri, Birinci Dünya Harbi esnasında kendi aralarında yaptıkları antlaşmalar gereğince Türkiye’yi paylaşmak için harekete geçtiler.

Yunanlılar, coğrafya ve medeniyet belgelerine başvurarak Batı Anadolu’da; Fransızlar Haçlı Seferlerinden sonra bir Frank devleti kurulmasını, İtalyanlar ise Roma İmparatorluğunun mirasçıları olduklarını ileri sürerek Güney Anadolu’da hak iddia ettiler. [3] Doğu Anadolu’da bir Kürt ve Ermeni devleti kurulması için tarihe başvuruldu.

Osmanlı Devleti’ndeki Türk olmayan çeşitli topluluklar ve Müslüman Araplar, birçok tarihçinin de yardımıyla dünya kamuoyunu Türklere karşı kışkırtmakta öncülük ettiler. Kasten çarpıtılarak ortaya konulan bu yanlış tarih bilgisi üzerine Sevr Antlaşması hazırlandı ve Osmanlı Devleti’ne imzalatıldı.

Türkiye, Türk İstiklâl Harbi neticesinde maddî olarak bağımsızlığına kavuştu ve bu durumu Lozan Antlaşması ile dünyaya tescil ettirdi. Buna rağmen, Mustafa Kemal’in kafasından, yukarıda belirtildiği gibi tarihin Türkler aleyhine değiştirilmesi ve iftiralarla doldurulması anlayışı silinmemişti.

Nitekim Lozan Antlaşması’ndan sonra bile bazı emperyalist devletlerin öne sürdükleri fikirler ve tâkip ettikleri politikalar, bu devletlerin Türk toprakları üzerindeki emellerinden vazgeçmediklerini göstermiştir. [4]

  • Dünya Kamuoyunda Türkler Aleyhindeki Yanlış Bilgi ve Propagandalar

Türkler İslâm dünyası içine girdikten sonra, İslâmiyetin yayılmasında ve korunmasında yüzyıllarca öncülük etmişlerdir. Buna karşılık, Türklerin tarih içindeki görevi yeterince değerlendirilmemiş, meydana getirdikleri medeniyet eserleri Arap, Fars ve Bizans’a mal edilmiştir. Türk’ün kendisi de Türk sözünü kaba ve avam anlamında kullanmıştır. Türklük ve Türk tarihi “Osmanlılık” adı ve gururu altında kaybolmuş ve hatta eski kitapların bazıları da Türk’ten “Etraki biidrâk” diye söz etmişlerdir. Göktürk kitâbelerinde yer alan “Ey Türk budunu, titre ve kendine dön!” tavsiyesi, ancak Cumhuriyet devrinde suûrlu bir şekilde duyulmuş ve ele alınmıştır.

Ernest Renan tarafından ileri sürülmüş olan, daha sonra da bazı Arap tarihçileri tarafından da savunulan şu iddialar ilgi çekicidir:

  1. Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda İslâm dünyasına en parlak devrini yaşattıran ilim hareketi, Türk olmayan unsurların eseridir.
  2. Parlak bir gelişme göstermiş olan bu ilim hareketi, Selçuk Türklerinin Ön Asya’yı istilâ etmeleri sonucunda durmuş, bu durum İslâm dünyasının çöküşüne sebep olmuştur. [5]

Bazı Avrupalı düşünürler, Türklerin sarı ırka mensup, ikinci sınıf bir insan tipi oldukları görüşünü dünyaya yaymışlardı. Osmanlı çağı Türkiye’si ile Batılılar arasında yüzyıllar boyu sürmüş olan sert tarihî ilişkilerin sonucunda, dinî veya siyasî düşüncelerle Türklerin sarı ırktan olduklarının kabulü, onların medenî yetenekten yoksun olduğu anlayışını da birlikte getirmekteydi.

Batılı birçok tarihçi ve siyaset adamı, Türklerin hiçbir medeniyet eseri meydana getirmediğini, Avrupa’da ordu kurmuş bir insan topluluğu olduğu fikrini ileri sürmüştü. Hatta Türklerin Avrupa’dan Asya’ya kovulması gereken barbarlar olduğu bile ispatlanmaya çalışılmıştı.

Bu görüş ve anlayışla hareket eden bir tarihçi için, Türklerin İslâmiyete girmeden önce kendilerine özgü bir kültüre sahip olduklarını kabul etmeye imkân bulunmamaktaydı. [6]

Türkiye’de tarihe bilimsel açıdan yaklaşılmadığı ve tarih kitapları Batılı yazarların eserlerinden yapılan çevirilerle yazıldığından, yukarıda belirtilen yanlış anlayış ve inanışlar ülkemize de girmiş ve yaygınlaşmış bulunmaktaydı.

Nitekim 1918 Paris Barış Konferansı’nda da, Türklerin her türlü medenî vasıf ve yetenekten yoksun, uygarlık düşmanı, kötülük kaynağı ve medenî milletler arasında yerinin olmadığı ileri sürülmüştü.

İngiliz devlet adamı Gladstone, “dünya yüzünden Türklerin kötülüklerini kaldırmanın bir tek çaresi vardır ki, o da dünya yüzünden kendi vücutlarının kaldırılmasıdır” [7]  demekten kendini alamamıştı.

Açıklanan bu sebeplerle, Türkler haklı olarak akıl almaz bir aşağılık duygusuna kapılmışlardı. Türkleri bu aşağılık duygusundan kurtarmak kendine olan güvenini yeniden kazandırmak gerekliydi.

Mustafa Kemal, Türkiye’de öğretim kurumlarında devam etmekte olan eski tarih eğitim ve öğretimi yerine millî tarihin esas alınması gerektiğini, ruhunda çoktan beri duymaktaydı. Millî tarih aynı zamanda Türk İstiklâl Harbi’nin manevî gücünü de oluşturacaktı. Bunun için Mustafa Kemal’in iki amacı bulunuyordu:

  1. Türk milletinin şanlı ve şerefli mazisinden gurur duyması ve kendine güvenmesi gerçeğinin aşılanması,
  2. Türk milletinin geçmişte güçlü devletler kurduğu ve parlak medeniyetler meydana getirdiği, yaşadığı Anadolu topraklarının asıl sahibinin kendileri olduğunu öğretmek ve böylece millet ile ülke arasındaki ilişkinin gelişmesini hızlandırmak. [8]
  1. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN TARİHE YÖNELMESİ

Mustafa Kemal, Türk İstiklâl Harbi’nde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ve halkla yaptığı toplantılarda yeri ve zamanı geldikçe, Türk tarihi hakkındaki gerçek bilgileri kendisine özgü ateşli uslûbu ile herkese duyurmaya ve manevî gücümüzü yükseltmeye, millî şuurun bu yolla şahlanmasına büyük önem vermiştir..

Saltanatın kaldırıldığına dair T.B.M.M.’nde 1 Kasım 1922 tarihinde verilen karar münâsebetiyle irâd ettiği tarihî nutkunda Mustafa Kemal, Türk tarihi ile ilgili olarak milletine şöyle seslenmiştir:

“Efendiler ! Bu insanlık dünyasında yüz milyondan fazla nüfustan oluşan azim bir Türk milleti vardır ve bu milletin dünya üzerindeki genişliği ölçüsünde tarih içinde de bir derinliği vardır. …  En belirli ve en kesin maddî tarih kalıntılarına dayanarak beyan edebiliriz ki, Türkler 15 yüzyıl önce Asya’nın göbeğinde muazzam devletler kurmuşlar ve insanlığın her türlü kabiliyetlerini kendilerinde toplamış bir unsurdur. Elçilerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın elçilerini kabul eden bir Türk devleti ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlet idi. …Hicretin dördüncü yüzyılında idi ki, Selçuk hükûmeti nâmı altında muazzam bir Türk devleti kuruldu; bu devletin nâmı altında icrây-ı faaliyet eden Türkler, bir taraftan Kafkasya’ya, diğer taraftan güneye İran ve Irak’a ve Suriye’ye ve batıya Anadolu’ya nüfuz eyledi. Gerçekten bu Türk devleti beşinci hicret asrı ortalarında Maveraünnehir ve Harezm’i, Şam ve Mısır’ı ve Anadolu kıt’asının çoğunu ve birçok memleketleri zapt ile sınırını Kâşgar’dan ve Seyhun mecrasından Akdeniz ve Kızıl Deniz ve Umman Denizi’ne kadar genişletti ve Bağdat’ta bulunan Abbasî halifelerini kendi idaresine aldı.” [9]

19 Eylül 1923’te, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Profesörler Kurulu, o zamanki adı ile İstanbul Darülfünunu Edebiyat Medresesi Meclisi Müderrisîni, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Fahrî Edebiyat Profesörlüğü unvanı verilmesini kararlaştırmıştı.

Mustafa Kemal, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Fahrî Profesörlük beratını sunmak üzere Ankara’ya gelen heyete: “Mektep sıralarından beri çok sevdiği tarih ile daima meşgul olduğunu, bu itibarla Fahrî Müderrisliğin edebiyattan ziyade tarihe ait olmasını daha münasip olacağını” söylemiştir. [10]

Mustafa Kemal’in heyette bulunan Şemsettin Günaltay’a dönerek “Tarihçilerle çok konuşacağız” cümlesini sözlerine eklediğine tanık olmaktayız. [11] Bu ifade bize, onun 1919’dan itibaren başladığı tarih çalışmalarını, daha 1923 yılında düşünmekte olduğunu göstermektedir.

22 Eylül 1924’te Samsun’da İstiklâl Ticaret Okulunu ziyaretten sonra Mustafa Kemal Paşa öğretmenlere hitâben şöyle demiştir:

“Efendiler ! Bizim milletimiz derin bir maziye mâliktir. Milletimizin esas hayatını düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden çok Selçuklu Türklerine ve ondan önce bu devirlerin her birine muadil olan büyük Türk devrine kavuşturur…” [12]

1924 yılında Adana’ya yaptığı bir gezide Mustafa Kemal Paşa, İskenderun Sancağı ile ilgili olarak; “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz” biçiminde bir demeç vermiştir. Buradaki “kırk asır”ın dile kolay geldiği için söylenmiş bir söz olmadığı açıktır. Bu “dört bin yıllık Türk yurdu” dediği “Sancak”a (İskenderun ve Antakya bölgesi), vefatından az önce, Atatürk “Hatay” adını vermekle daha derin bir anlam kazandırmıştır. Anadolu’da İsa’dan 2000, zamanımızdan 4000 yıl önce yazılmış çivi yazılı tabletlerde Anadolu’ya Hatti adı verildiği bilinmektedir. Bu ülkede yaşayanlara da Hattili denildiği anlaşılmıştır. Anadolu’ya daha sonra gelen Hititler de ülkelerine Hatti demişlerdir. Erken bir tarihte, Hatay bölgesi Hatti ülkesinin, yani Anadolu’nun bir parçası olmuştur. Birinci Dünya Harbi’nden sonra Misâk-ı Millî sınırları içinde bulunan ve yukarıda belirtildiği gibi eski tarihte Anadolu’nun bir parçasını teşkil etmiş olan bu bölgeye Hattena veya Hatti adları veriliyordu. “Sancak”a Atatürk tarafından eski tarihî ve gerçek adı tekrar kazandırılmakla, Anadolu’nun ve Türklüğün bir parçası olduğu esası ebedileştirilmiş olmaktadır. [13]

1928’de Afet İnan Mustafa Kemal’e, Türk ırkının sarı ırka mensup ve Avrupa zihniyetine göre ikinci sınıf bir insan tipi olduğunu yazan Prof. E. Pittard’ın “Les Races et L’histoire” (Irklar ve Tarih) adlı eserini göstererek bunun doğru olup olmadığını sordu. Mustafa Kemal de doğru olamayacağını, üzerinde çalışmak gerektiğini belirtti. [14]

Bu olay Mustafa Kemal’in Türk tarihi konusundaki çalışmalarını toplamasına yol açmıştır. Bu çalışmalarında Mustafa Kemal’in 1928’lerde aydınlatılmasını istediği ve ilmî çözümler aradığı konular şunlardı:

  1. Türkiye’nin otokton halkı kimlerdir? Bu ülkede ilk medeniyet nasıl ve kimler tarafından kurulmuştur?
  2.      Türklerin cihan tarihindeki yeri ve medeniyet tarihine hizmetleri nelerdir?
  3. Türklerin Anadolu’da bir aşiretten devlet çıkarmaları mümkün olmadığına göre, onların Anadolu’da varoluşlarının gerçek açıklaması nasıl olmalıdır?
  4. İslâm tarihinin gerçek yönü ile Türklerin İslâm tarihindeki yerleri ve rolleri nedir? [15]

1929’dan sonra tarih alanında en yeni kitapların bulunduğu bir kütüphane kuruldu. Mustafa Kemal, milletvekillerinin de katıldığı geniş bir araştırıcı grubuyla birlikte Türk tarihi çalışmalarına başladı.

  1. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN TARİH ALANINDA YAPTIĞI ÇALIŞMALARIN SONUÇLARI

1925’te Ziya Gökalp’in “Türk Medeniyeti Tarihi” adlı eseri, Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekâleti tarafından yayımlandı ve liselerde ders kitabı olarak okutuldu. Türk medeniyetinin İslâmiyetten önceki devrini konu edinen bu eser, ilmî bir iddia taşımaktan çok, o günün ihtiyaçlarına cevap vermek için yazılmıştır. [16] Atatürk’ün, “Vücudumun babası Ali Rıza Efendi, heyecanlarımın babası Namık Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir.” [17] dediği, büyük Türkçünün söz konusu eseri, Türkleri millî tarih anlayışına yaklaştırmak istemesi bakımından önemliydi. Fakat Türk tarihini dünya tarihinden soyutlamaktaydı. Amacı Türk düşüncesinde Batı düşüncesini temel kılmak olan Türk inkılâbının ruhuna uymuyordu. Bu sebeple 1927-1928’de Herbert George Wells’in, dünya tarihine yeni bir boyut kazandıran “The Outline of History” adlı eseri Türk Hükûmetince Türkçe’ye çevirtilerek “Cihan Tarihihin Ana Hatları” adıyla yayımlandı.

Wells’in bu eseri, dünya tarihini bir bütün olarak ele almanın yanında, tarihe hâkim olan ya da hâkim olması gereken temel ilkeleri vurgulaması bakımından da öenmli bir değişiklik gösteriyordu. Wells, dünya tarihini kavimlerin, milletlerin ya da devletlerin tarihi olarak değil, insanların ve insanlığın tarihi olarak görmekte; bütün insanlık bir tek ortak kökene sahiptir, ortak yol boyunca ilerlemiştir ve ortak bir amaca yaklaşılmaktadır sonucunda varmaktaydı. [18]

23 Nisan 1930’da Ankara’da toplanan altıncı “Türk Ocakları Kurultayı”, Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasında ilk adım olması bakımından önem taşımaktadır. Mustafa Kemal’in isteğiyle, 28 Nisan Pazartesi günkü kurultay toplantısında Bayan Afet İnan, Türk tarihinin eskiliğini, Türk milletinin kurduğu büyük medeniyetleri konu alan bir konuşma yaparak kırk imzalı bir önerge vermiştir. Bu önergede, “Türk tarih ve medeniyetini ilmî surette tetkik etmek için hususî ve daimî bir heyetin teşkil edilmesine karar verilmesini ve bu heyetin azâsını seçmek selâhiyetinin Mekez Heyeti’ne bırakılmasını teklif ederiz” denilmekteydi. [19]

İkinci oturumda Yasa Encümeninin okunan raporunda, Türk Ocakları Tüzüğüne: “Merkez Heyeti Türk tarih ve medeniyetini ilmî bir surette tetkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk Tarih Heyeti teşkil eder” maddesinin eklenmesi teklif edildi. Bu madde hükmü gereğince, Türk Tarih Kurumu’nun çekirdeği olan “Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Heyeti” kuruldu.

Mustafa Kemal’in himayesi altında işe başlayan heyet, daha önce okullar için fasiküller hâlinde bastırılan tarih notlarından faydalanarak, on bir bölümden oluşan 606 sayfalık “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı eseri bastırdı. Bu eser; evrenden, dünyanın meydana gelişinden, insanın ortaya çıkışından başlayarak Türk ırkını ve Türk tarihini en eski çağlardan Cumhuriyete kadar kısaca ele almaktaydı. Yalnız yüz olarak bastırılıp ilgili tarihçilerin ve aydınların tenkidine sunulan bu eser, Türk tarihi hakkında yepyeni bir görüşü ortaya atmıştır. [20] Genellikle “Tarih Tezi” diye adlandırılan bu tez şöylece özetlenebilir:

“Türk milletinin tarihi şimdiye kadar tanıtılmak istenildiği gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir.” [21]

“Türk ırkı Anadolu’da ilk devlet kuran bir millettir. Bu ırkın kültür yurdu ilk zamanlarda iklimi müsait olan Orta Asya idi. İklim tabiî şartlar dahilinde değişti. Taşı cilâlamayı bulan, ziraat hayatına erişen, madenlerden istifadeyi keşfeden bu halk kütlesi göç etmeye mecbur kaldı. Orta Asya’dan şarka, güneye, batıda Hazar denizinin kuzey ve güneyine olmak üzere yayıldı. Gittikleri yerlerde yerleştiler, kültürlerini oralarda kurdular.

Bazı mıntıkalarda otokton oldular, bazılarında otokton olan diğer ırk ile karıştılar. Avrupa’da tesadüf ettikleri ırk tipi dolikosefal idi. Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın mümessilleridir. Biz Türkler de onların çocuklarıyız.” [22]

Türk kavminden olan Sümer ve Hititler ise Orta Doğu’da kurulan medeniyetlerin öncüleridir. Anadolu bundan dolayı çok eski zamanlardan beri bir Türk ülkesidir.” [23]

Bu eserin “Türk Tarihine Medhal” ve “Orta Asya” bölümlerinden oluşan 74 sayfalık bir broşür, “Türk Tarihinin Ana Hatları Medhal Kısmı” adı altında Maarif Vekâleti’nce 1931 yılı başında 30.000 adet bastırılarak okullara dağıtıldı. [24]

Türk Tarihinin Ana Hatları adlı eserin ilk sayfasında kitabın niçin yazıldığı şöyle ifade edilmektedir:

Bu kitap muayyen bir maksat gözetilerek yazılmıştır.

Şimdiye kadar memleketimizde neşrolunan tarih kitaplarının çoğunda ve onlara mehaz olan Fransızca tarih kitaplarında Türklerin dünya tarihindeki rolleri şuurlu veya şuursuz olarak küçültülmüştür. Türklerin, ecdat hakkında böyle yanlış malûmat alması, Türklüğün kendini tanımasında, benliğini inkişaf ettirmesinde zararlı olmuştur. Bu kitapla istihdaf olunan asıl gaye,  bugün bütün dünyada tabiî mevkiini istirdat eden ve bu şuurla yaşayan milletimiz için zararlı olan bu hataların tashihine çalışmaktır; aynı zamanda bu, son büyük hadiselerle ruhunda benlik ve birlik duygusu uyanan Türk milleti için millî bir tarih yazmak ihtiyacı önünde atılmış ilk adımdır.” [25]

Eserin “Türk Tarihine Medhal” bölümünün sonunda da Türk milletine şöyle seslenilmektedir:

Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, tarihî nutuklarının sonunda gençliğe hitap ederek memleketin maruz kalabileceği vahim ihtimalleri ve bütün tehlikeleri saydıktan sonra; “Ey Türk İstikbâlinin Evlâdı, işte bütün ahval ve şerait içinde dahi vazifen İstiklâl ve Cumhuriyeti kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” buyurmuşlardı.

“Türkün tarihî azametinin mümtaz timsali büyük reisi, bu notların toplanması ve bir araya getirilmesi için çalışanları, bu mesaiye sevkeden irşatları ve rehberlikleri ile şimdi hatırlattığımız hitabelerine şu cümleleri ilâve buyurmuş oluyorlar:

“Ey Türk Milleti ! Sen yalnız kahramanlık ve cengâverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın şerefisin. Tarih, kurduğun medeniyetlerin sena ve sitayişleriyle doludur. Mevcudiyetine kasteden siyasî ve içtimaî amiller birkaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve hars mirası, ruhunda bakir ve tükenmez bir kudret hâlinde yaşıyor. Hafızasında binlerce ve binlerce yılın hatırasını taşıyan tarih, medeniyetin safında lâyık olduğun mevkii sana parmağıyla gösteriyor, oraya yürü ve yüksel ! Bu senin için hem bir hak, hem de bir vazifedir.” [26]

Türk Ocağı Türk Tarih Heyeti, Haziran 1930- Mart 1931 tarihleri arasında sekiz resmî toplantı yapmıştır. Bu zaman süresince, tarihî konular Gazi Mustafa Kemal’in çevresinde ve yaptığı toplantılarda konuşulmuş, çalışmalar ilerlemiştir. [27]

1931 Nisanının başlarında Türk Ocaklarının kapanması üzerine, “Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Heyeti”nin tüzel kişiliği ortadan kalktı. Bunun üzerine heyet üyeleri İçişleri Bakanlığı’na başvurarak, 15 Nisan 1931’de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni kurdular. Mustafa Kemal’in himayesi altında çalışmalarına devam eden bu cemiyetin adı, dil inkılâbından sonra 1935 yılında “Türk Tarih Kurumu”na çevrildi. Kurumun nizamnamesinde amacı ve bu amaca ulaşmak için kullanacağı yol şu şekilde belirtilmiştir:

“Madde 3- Cemiyetin maksadı, Türk tarihini tetkik ve elde edilen neticeleri neşir ve tamim etmektir.

Madde 4- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti maksadına ermek için aşağıdaki vasıtaları kullanır:

  1.     Toplanıp ilmî müzakerelerde bulunmak,
  2.     Türk tarihinin menbalarını araştırıp bastırmak,
  3. Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak vesikayı ve malzemeyi elde etmek için gereken yerlere araştırma ve keşif heyetleri göndermek,
  4. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti mesaisinin semerelerini her türlü yollarla neşre çalışmak.”  [28]

Türk Tarih Kurumu, ilk iş olarak liseler için dört ciltlik bir tarih kitabı hazırladı. Bu kitabın ilk basımı 1931 sonbaharında gerçekleşti ve liselerde okutulmaya başladı. [29]

Mustafa Kemal, liseler için hazırlanan Tarih II (Orta zamanlar) adlı kitapta, İslâm tarihi konusunda yazılanları yeterli bulmayarak “Muhammed’in Hayatı ve Savaşları” bölümünü yeniden yazdı. [30]

Dört ciltlik lise tarihinin “Osmanlılar dışındaki Türk Devletleri” bölümlerini Prof. Dr. Fuat Köprülü, “Cumhuriyet Tarihi”ni içine alan dördüncü cildini de Tevfik Bıyıklıoğlu ile Doktor Reşit Galip yazmıştır. [31]

Lise tarih kitapları genellikle öğretmenlerce iyi karşılanmış, bu sebeple öğretmenlerin büyük çoğunluğu tarih tezine heyecanla sarılmışlardır. Ortaokullarda da okutulan bu kitapların pedagoji bakımından öğrencilere ağır gelmesi üzerine, iki yıl sonra, Millî Eğitim Bakanlığı’nca bu kitaplara göre ortaokullar için ayrıca üç ciltlik daha küçük tarih kitapları ile ilkokullar için yeni kitaplar yazdırılmıştır. [32]

14 Şubat 1932’de Mustafa Kemal’in Türk Tarih Kurumu’na verdiği direktifler arasında özellikle şu dört konu yer almaktaydı:

  1. Türk Tarihinin Ana Hatları adlı büyük kitabın son incelemeler ve belgeler dikkate alınarak yeniden yazılması,
  2. Liseler için hazırlanan dört ciltlik tarih kitaplarında gerekli düzeltmeler yapılarak yeni baskılarının 1932-1933 öğretim yılına yetiştirilmesi,
  3. İlkokullar için yeni tarih kitapları yazdırılması,
  4. Birinci Türk Tarih Kongresi’nin toplanması. [33]

Yapılan çalışmalar neticesinde birçok konularda araştırmaların yetersizliği sebebiyle “Türk Tarihinin Ana Hatları” kitabının kısa bir süre içinde yazılamayacağı, çeşitli bölüm ve devirler yazıldıkça, bunlardan yayınlanma değeri olanların yayınlanmasına karar verildi. Bu sebeple, Türk Tarih Kurumu’nun yayın dizilerinin sekizincisi bu eserlere ayrıldı. Konular gereğince işlendikten sonra bunlardan yararlanılarak “Türk Tarihinin Ana Hatları” yazılacaktı. Bunlardan ilki, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın yazdığı “Anadolu Beylikleri” adlı eserdir ve 1937’de yayımlanmıştır. [34]

Mustafa Kemal, yeni tarih görüşünün ve tarih öğretiminde tutulacak yolun öğretmenlere anlatılması için Temmuz ayında tarih öğretmenlerine bir kurs düzenlenmesini 14 Şubat 1932’de Türk Tarih Kurumu’na bildirdi. Düzenlenecek “Tarih Öğretmenleri Kursu” ile okutulmaya başlanan tarih kitapları hakkında öğretmenlerin ve profesörlerin düşünceleri öğrenilecekti. Bu toplantıya sonradan “Birinci Türk Tarih Kongresi“  adı verildi ve toplantının tutanakları da bu başlık altında yayımlandı. [35]

Kongre, Maarif Vekâleti ile birlikte düzenlenmiş, İstanbul Darülfünunu (Üniversitesi) tarih müderris(profesör)leri ile lise, ortaokul ve öğretmen okulları tarih öğretmenleri davet edilmiş, kongrenin bütün giderleri adı geçen vekâletçe karşılanmıştır. [36]

Kongre, 2 Temmuz 1932 Cumartesi günü saat dokuzda Ankara Halkevi tiyatro salonunda Maarif Vekili Esat Bey tarafından açılmış, 11 Temmuz 1932 Pazartesi günü öğleden sonra yine Esat Bey’in konuşmasıyla sona ermiştir.

Birinci Türk Tarih Kongresi’ne sadece Türk profesör ve öğretmenleri katıldığından kongrenin milletlerarası bir niteliği bulunmamaktaydı. Birinci Türk Tarih Kongresi’nin önemi, Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşu ile ortaya atılan yeni “Türk Tarih Tezi”nin, kurum üyeleri tarafından profesörler ile öğretmenlere açıklanması ve tartışılmasıdır. Kongre, kurumun çalışma metotları ile amacını belirtmesi bakımından ayrı bir önem taşımaktadır. Kısa bir süre sonra yayımlanan kongre tutanaklarının başında aşağıdaki kısa sunuş bölümü yer almaktadır. [37]

“Türkiye Cumhuriyeti, Türk kültür faaliyetleri arasında millî tarihe en büyük mevkiî vermiştir. 15 yıl önce Türk’ün varlığını tarihten, adını dillerden ve kitaplardan kaldırmaya yeltenenlere karşı Türk’ün yüksek varlığını gösteren Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, Türk yurdunu ve istiklâlini dünya tarihine şeref verecek bir kudretle kurtardıktan sonra, ona hakikî millî tarihini de öğretmek istedi. Dünyaya ilk medeniyet ışığını veren, cihan medeniyet tarihinin her safhasında ve beşerî faaliyetlerin her sahasında yaratıcı varlığının bin bir delilini gösteren Türk milletinin tarihini ilmî vesikalarla tespit ve neşretmek üzere kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni yüksek himayesine aldı. Karanlıkları yırtan ve asırlara hâkim olan dehâsının derin kaynaklarlından ilham alan cemiyet, geceyi gündüze katarak onun çizdiği anahtarlar üzerinde Türk tarihini araştırdı ve Türk gençliğine dört ciltlik bir tarih kitabı verdi. Türk tarihine ve cihan tarihinin umumî görünüşüne yeni bir ışık ve yeni bir manâ veren bu tarih kitaplarını okutmak vazifesini üzerlerine almış Türk muallimlerine cemiyetin Türk tarihi sahasında yaptığı ilmî tetkiklerin neticelerini göstermek ve mekteplerimizdeki tarih derslerine verilecek yeni veçheler hakkında meslektaşlar arasında bir fikir ve hedef birliği vücuda getirmek üzere, 1932 senesi temmuzunda Ankara’da Birinci Türk Tarih Kongresi’ni topladı. En asil gayeye hayatlarını vakfetmiş olan yüzlerce meslektaş, memleketin her tarafından Ankara’ya koştular. Büyük Gazi’nin yüce ve kutlu varlığı ile aydınlattığı samimi bir çalışma havası içinde millî davayı sarsılmaz bir iman ile kuvvetlendirerek iş başına döndüler.

İşte bu kitap, dokuz gün süren kongre esnasında nasıl çalışıldığını, bilgi âlemimizin millî tarihe nasıl bir bakışla baktığını, millî davanın ne kadar derin temellere dayandığını göstermek için çıkıyor. Türk millî tarihine yeni ufuk açan emeklerin bir angısı olmak üzere bastırıldı.” [38]

Birinci Türk Tarihi Kongresi’nde, Türklerin medeniyet ve İslâm tarihindeki rolleri üzerinde durulmuş, Türkler hakkındaki yanlış iddialar çürütülmeye çalışılmış, Türklerin üstün bir ırka mensup oldukları ve Ortaçağ İslâm Medeniyetinde büyük rol oynadıkları ispatlanmıştır. [39]

Mutafa Kemal, tarih alanındaki çalışmalarını yoğunlaştırırken dil meseleleri üzerinde de durmuştur.

12 Temmuz 1932’de (Birinci Türk Tarih Kongresi’nin sona erdiği gün), amacı Türk dilini millileştirmek olan Türk Dil Kurumu kurulmuştur. [40]

1933’ten itibaren Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, tarih araştırmalarını ve yayınlarını devam ettirmek amacıyla başka kurumlar meydana getirmiştir. Bunlardan üçü, Millî Eğitim Bakanlığı’nca kurulmuş olan “ Eski Eserler ve Müzeler Dairesi”, “Tercüme Bürosu” ve “Kültür Bürosu”dur. Birinci kurum kazıları yönetmek, ikincisi birçok dilden tarihî eserleri de içeren klâsikleri çevirmek, üçüncüsü ise eski yazıdan yeni yazıya transkripsiyon yoluyla çevrilmiş başlıca Türk tarihi kitaplarının edisyonlarını yayınlamak için kurulmuştu. Basın Yayın ve Turizm Bakanlığı’na bağlı özel bir dairede Türk Sanat Tarihi ve folkloru konusunda yazılan eserler yayımlanmıştır.

Mutafa Kemal, Batı medeniyetine ayak uydurabilmek için, öncelikle Batı üniversite sistemini Türkiye’ye sokmak gerektiğine inanmıştı. O zaman tek üniversitemiz olan İstanbul Darülfünunu’nun modernleştirilmesi görevini Millî Eğitim Bakanı Doktor Reşit Galib’e vermiştir. [41]

Üniversite reformu için İsviçreli Profesör Albert Malche rapor hazırlamakla görevlendirilmiştir. Malche hazırladığı raporu 1931’de ülkemize gelerek sunmuştur. Almanya’dan gelen patolojik anatomi profesörü Philip Schwartz’ın da bu konuda yardımları dokunmuştur.

1933 yılında Türkiye’ye Avrupa’dan ve özellikle Almanya’dan büyük bir beyin göçü başlamıştır. [42]

Mutafa Kemal Atatürk, tarih ve dil kurumlarını akademi yapmak konusundaki düşüncesini gerçekleştirmek üzere 1935 yılında ilk adımı attı. 14 Haziran 1935’te Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen 2795 sayılı kanunla Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kuruldu ve resmî hüviyetini kazandı.

Atatürk, bir üniversite için lüzumlu bütün fakültelerin Ankara’da kurulmasını bir ihtiyaç olarak zaruri görmekteydi.

Tarih ile coğrafya arasındaki sıkı iş birliğine inanmış olan Gazi Mustafa Kemal, Ankara’da kurulacak fakülte için ilk isim olarak “Tarih-Coğrafya”yı düşünmüştü. Daha sonra fakültenin adına dil kısmı şu sebeplere dayanılarak eklenmiştir:

  1. Türk ve Türkiye tarihine kaynaklık edecek bütün eski dillerin öğretimi ve tetkik merkezleri fakültede kurulmalıdır. Bu maksatla yabancı uzmanlar ülkemizde Türk talebelerini bu çeşitli kollarda eğitmelidir.

Bunun için Orta Asya Türk Tarihi ile Çince’den başlayarak Sinoloji, Sümeroloji, Hititoloji, klâsik dillerden Lâtince, Yunanca, Arapça ve Farsça kürsüleri fakültenin kuruluş programında yer almıştır.

Aynı zamanda bu eski dillerin incelenmesiyle, Türk tarihi kaynaklarından bizzat Türklerin faydalanması sağlanacak; bu dillerin eski ve yeni Türkçe ile karşılaştırılmaları imkânı mümkün olacaktı. Bu esaslara göre kurulacak kürsülerde bir yandan filolojik eğitim yapılırken, diğer taraftan tarihimizin ana kaynaklarını bugünkü dilimize çevirebilecek gençlerin yetişmesi gerekli görülmüştür.

  • Dil bakımından Atatürk’ün ikinci amacı, bütün lehçeleriyle Türk dilinin dünkü ve bugünkü durumunu tespit etmekti. Bunu yanında dil teorilerinin incelenmesi ve Türk dilinin bu teorilerdeki yerinin belirtilmesi gerekmekteydi.

Bu dil meseleleri yanında Atatürk, çağımızın kültür dillerinin bilimsel temellerini, edebiyatını ve filolojisini de öğrenmek gerektiğini düşünmüş, bu hususların ilk programda yer almasını kararlaştırmıştır.

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kuruluş kanunu TBMM’de görüşülürken Atatürk’ün bu işlerle yakından ilgilenmekte olduğu resmen açıklanmıştır. [43]

Gazi Mutafa Kemal, tarih çalışmaları için şu konulara önem verilmesi gerektiğini belirtmiştir:

  1.     Türk tarihinin ana kaynaklarını araştırmak,
  2.     Arkeoloji vasıtasıyla yeni bilgiler sağlamak,
  3. Tarihte ve bugün, ırkî karakterleri antropolojik metotlarla tespit etmek.

Tarihe yardımcı ilimlerden arkeoloji, antropoloji ve etnoloji; Türk tarihi açısından yepyeni çalışma alanlarıydı. Bu alanlarda yabancı uzmanlarca inceleme yapılmakta ve ülkemizin zenginlikleri bize ve dünya ülkelerine bu şekilde tanıtılmaktaydı. Gençlerimizin bu alanlarda kendi ülkemizde akademik seviyede yetişebilmeleri için arkeoloji, antropoloji ve etnoloji bölümlerinin İstanbul Üniversitesi’nden daha geniş bir programla Ankara’da yeni açılacak fakültede yer alması gerekliydi. [44]

Arkeoloji bölümünün tarihe yardımcı olacağı düşünülmekle birlikte, ülkemizin zenginliklerini ortaya çıkaran bir merkez olması da tasarlanmıştı.

Abidin Özmen’den sonra 11 Haziran 1935’te Kültür Bakanı olan Saffet Arıkan, Atatürk’ten yeni kurulacak fakülte hakkında sürekli yeni direktifler almaktaydı.

Gazi Mustafa Kemal, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi binasını dış yapısı ile olduğu kadar iç mimarisiyle de ilgilenmiştir. [45] Fakültenin tüzük ve programlarının hazırlanması için, bütün dünyadaki üniversitelerin tüzük ve programları getirtilmiş ve kendisine sunulmuştur. Bugün fakültenin dekanlık odasında bulunan bu vesikalar, 1934-1935 yılları arasındaki dünya üniversitelerine aittir. Atatürk, yöneticilerin bu programlardan yararlanarak millî bir senteze ulaşmalarını arzu etmiştir.

Fakültenin eğitici kadrosunu, çalışacakları alanlarda Avrupa’da uzmanlıklarını tamamlayan Türk öğretim üyeleri ve sözleşme ile getirilen yabancı ünlü bilginler ve profesörler meydana getirmekteydi. [46]

9 Ocak 1936 Perşembe günü, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin açılış töreni Ankara Halkevi’nde yapıldı. Maarif Vekili Saffet Arıkan’ın açış konuşmasından sonra, Afet İnan “Tarihe Giriş” konulu ilk dersini verdi.

Türk Tarih Kurumu, “Türk ve Türkiye tarihini aydınlatmaya yarayacak belge ve malzemeyi elde etmek için gereken yerlere inceleme, kazı ve bunlarla ilgili araştırma yapma üzere gereken kişileri tek olarak veya heyet hâlinde gönderir” hükümlü amacını gerçekleştirmek üzere 1935 yılından itibaren kazılara başlamıştır. Kurumun kendi parası ve kendi elemanlarıyla yaptığı ilk kazı Alacahöyük kazısıdır. Altın, gümüş ve bronzdan ev ve kült eşyasını bilim dünyasına tanıtan bu kazı, Anadolu’nun binlerce yıl önceki büyük medeniyetini meydana çıkartması bakımından önem taşımaktadır. Kazılardan Türk ce cihan tarihi için önemli sonuçlar alınmıştır. Türk Tarih Tezi, yeni araştırmalar ve kazılarla gittikçe kuvvetlenmiş, birçok yeni meselelerin bilim dünyasının araştırma ve tenkidine sunulması ihtiyacı doğmuştur. [47]

Bu ihtiyacı karşılamak için 20-25 Eylül 1937 tarihleri arasında İstanbul’da yabancı bilginlerin de katılmalarıyla İkinci Türk Tarih Kongresi toplandı. Kongrede, “Türk Tarih Tezi” uzun tartışmalara sebep olmuş ve tezin ilmî nitelikte olduğu kabul edilmiştir.

1936’da Üçüncü Dil Kurultayı’ndan Türk Dil Teorisi-Güneş Dil Teorisi-ortaya atılmış ve tartışılmıştır. [48] Sadri Maksudi Arsal’ın Türk Ocaklarınca yayımlanan “Türk Dili İçin” adlı eserinin başında: “Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır!” diyen Atatürk, bu tutumu ile “Türk milletinin kendini tanıma gücünü yenilemek üzere, atalarının özüne, ilham kaynağına dönmüştür. Türk Dil Tezi, Türk Tarih Tezinden çıkan bir gerekçedir. Türk milleti meydana getirdiği kültür eserlerinin adını ve bu eserlere bağlı fikir sistemlerini, göç sırasında birlikte götürmüş ve içlerine girdiği kavimlere de yaymıştır.” [49] Türk Dil Tezi, Türk Tarih Tezi içinde gelişmiş ve millî kaynaklara dönüşü gerçekleştirme yolunda büyük ölçüde katkılarda bulunmuştur.

DİPNOTLAR

(*) (E) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Eğitimi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[1] Kemal Balkan, “Atatürk ve Tarih Bilimi”, Millî Kültür, Nisan 1981, s.2

[2] Enver Ziya Karal, “Tanzimattan Bugüne Kadar Tarihçiliğimiz”, Felsefe Kurumu Seminerleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara, 1977, s.256

[3] Karal, a. g. m., s.257

[4] Afet İnan- Enver Ziya Karal, Atatürk Hakkında Konferanslar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1946, s. 58

[5] Şemsettin Günaltay, “İslâm Dünyasının İnhitatı Sebebi Selçuk İstilası mıdır?”, İkinci Türk Tarih Kongresi, Kenan Matbaası, İstanbul, 1943, s. 350

[6] M. Fuat Köprülü, “Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri”, a. g. e., s.385

[7] Bekir Sıtkı Baykal, “Atatürk ve Tarih”, Belleten, Cilt: XXXV, Sayı: 140, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1971, s. 537

[8] Kemal Balkan, a. g. m., s. 3

[9] A. g. y.

[10] Baykal, a. g. m., s.352

[11] Şemsettin Günaltay, “Atatürk’ün Tarihçiliği ve Fahrî Profesörlüğü Hakkında Bir Hatıra”, Belleten, Cilt: III, Sayı: 10, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1939, s. 274

[12] Millî Eğitim Bakanlığı, Atatürk’ün Maarife Ait Direktifleri, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1985, s. 20

[13] Balkan, a. g. y.

[14] Uluğ İğdemir, Cumhuriyetin 50. Yılında Türk Tarih Kurumu, TTK Basımevi, Ankara, 1973, s. 3

[15] Afet İnan, “Atatürk ve Tarih Tezi”, Belleten, Cilt: III, Sayı: 10, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1939, s. 244-245

[16] Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi (Hazırlayanlar: İsmail Aka-Kâzım Yaşar Kopraman), Kültür Bakanlığı Yayınları, Güneş Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1976, s. 12

[17] Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989, s. 18

[18] A. g. e., s.38-43

[19] İğdemir, a. g. e., s. 4

[20] A. g. e., s.5

[21] İnan-Karal, a. g. e., s. 63

[22] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1981, s. 61-62

[23] İğdemir, a. g. e., s. 5

[24] A. g. e., s. 5-6

[25] Türk Tarihinin Ana Hatları, Devlet Matbaası, İstanbul, 1931, s. 73-74

[26] A. g. y.

[27] İnan, a. g. e., s. 199

[28] A. g. e., s. 201

[29] T.C. Maarif Vekâleti, Millî Talim ve Terbiye Dairesinin 23.9.1931 tarih ve 140 numaralı kararı

[30] Şerafettin Turan, a. g. e., s. 29

[31] İğdemir, a. g. e., s. 9

[32] A. g. e., s. 15; “Türk Tarih Kurumu’nun Kuruluşuna ve Yedi Yıllık Çalışmalarına Dair Bir Hülâsa”, İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 33

[33] İğdemir, a. g. e., s. 23

[34] A. g. e., s. 11

[35] A.g. y.

[36] A. g. e., s. 13

[37] A. g. y., s. 13-14

[38] Yusuf Akçura, “Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair”, Birinci Türk Tarih Kongresi Konferanslar, Müzakere Zabıtları, T.C. Maarif Vekâleti, 1932, s. 577-607

[39] İnan, a. g. e., s. 20

[40] Aydın Sayılı, “Atatürk, Bilim ve Üniversite”, Belleten, Cilt: XIV, Sayı: 177, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1981, s. 38

[41] Sayılı, a. g. m., s. 39

[42] İnan, a. g. e., s. 229

[43] A. g. e., s. 232

[44] A. g. y.

[45] A. g. e., s. 232

[46] A. g. e., s. 233

[47] İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 37

[48] Şemsettin Günaltay-Hasan Reşit Tankut, Dil ve Tarih Tezlerimiz Üzerine Gerekli Bazı İzahlar, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938, s. 3

[49] Orhan Türkdoğan, “50. Yılında Atatürk’ün Dil ve Tarih Tezi”, Türk Millî Eğitiminin Dünü, Bugünü ve Geleceği, Bimaş Matbaacılık, Ankara, 1979, s. 47

Türk Tarihi

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten Anılar: İstiklal Savaşımızda Tarih Bilgisinin Rolü [*]

Published

on

Yaşamakta olduğumuz bugünü anlamak için en yakın tarihimizin türlü evrelerini incelemek ve öğrenmek zorundayız. Çünkü kırk yıl önceki, Türk yaşayışı ve düşünüş biçimi ile bugünkü arasında büyük farklar vardır. Bugünün gençlerinin, yaşadıkları yıllarla ölçülen bu geçmişe, bir daha dönmemek için, ulusça çekilen ıstırapları en iyi bilmeleri gerekir.

Tarih, bugünkü kurumların aslını inceleyerek, onları iyice anlamak fırsatını verir. Bu inceleme, en yakın dünümüzden başlayarak, mümkün olduğu kadar gerilere doğru gidilerek yapılır. Çünkü asıl o zaman olayların derin sebepleri anlaşılabilir. Fakat şuna dikkat etmek yerinde olur ki, geçmişin bugünü anlatmasından ziyade, bugünkü durum geçmişi daha iyi açıklar. Bugün gördüğümüz olayların tarihteki ilk izlerini ve kuruluşunu bilmek ise, bugünü daha iyi değerlendirmemizi sağlar. Onun için tarih okumak ve bilmek, hemen herkes için ve her meslek için, lazımdır.

Konu olarak, üzerinde durmak istediğim konu, İstiklal Savaşımızda tarih bilgisinin birçok sorunları halletmekte ve kamuoyunu hazırlamakta nasıl bir faydası olmuştur? Bunu belgelere dayanarak açıklamaya çalışacağım.

Atatürk, İstiklal Savaşımızın Başkumandanı, Bü­yük Millet Meclisi’nin Başkanı sıfatıyla Cumhuriyetimizin kurucusudur. İstiklal Savaşımızda ulusal birlik O’nun etrafında toplandı. Orduyu askeri dehasıyla yöneterek zafere ulaştırdı. Bir taraftan da Büyük Millet Meclisi’nde bütün hukuki kuvvetleri topladı. Ulusa, ülkeye ait her sorunun hallini Büyük Millet Meclisi’nden çıkarttı. Ankara’da, 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan bu Meclis tarihimizin en buhranlı sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Burada fikirler ve zihniyetler ekseriya çok farklı olmuştur.

İşte Atatürk’ün de Meclis’e, kâh başkanlık ederken gösterdiği otorite ile kâh kürsüde söz söylerken, hitabet, siyaset, ilim ve fen bakımlarından da, üstün kuvvetini sezmemek mümkün değildir.

İnönü, bir makalesinde bu mesele için şöyle der:

Atatürk’ün cemiyet [toplum] ile söyleşmek ve onunla iş görmek hevesi bu memlekette pahası ölçülmez iyilikler yapmıştır. 1919 İhtilali’ne girdiğinden itibaren, fikirlerini kongrelere, heyetlere ve fertlere anlatmaya çalışıyor. Nihayet çetin silah hareketleri ile hallolunacak muğlak [çapraşık] davalar için, her şeyden evvel cemiyeti ikna etmeye, yani cemiyet yapmaya teşebbüs ediyor. Bu zihniyetin en büyük eseri 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meydana gelmesi olmuştur. Harp ve ihtilal içinde bulunan bir milletin meselelerini Meclis ile idare etmek kolay bir iş değildir. Atatürk’ün cemiyet içinde yer tutmak ve çalışmak hassasıdır [özelliğidir] ki, bu temiz ve çetin idareyi bize temin etmiştir.

Atatürk İstiklal Savaşı esnasında beş büyük sorun ile uğraşmış ve mücadele etmiştir: 1.Askeri cephelerde, 2.Yabancı devletlere karşı güdülen siyasette, 3.0smanlı hükümetine karşı, 4.Büyük Millet Meclisi’nde, 5.Halkı, fikirleri ile hazırlamada.

Bütün bunlara etkisi olan bir konu üzerinde duracağım: Tarih bilgisi.

Atatürk, tarihi, kendi ifadesine göre okul sıralarındaki derslerinden itibaren, çok severdi. Bütün hayatının her devresinde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Benim de tanık olduğum, sırf tarih üzerindeki çalışmaları, bu bölüm konusunun dışında kalıyor. Çünkü bu yazılarımda bundan önceki devreyi ele alacağım.

Atatürk İstiklal Savaşımızın türlü safhalarının belgelerini Nutuk kitabında toplamış ve olaylar hakkındaki düşünceleri kendisi tarafından açıklanmış ve tespit edilmiştir. Nutuk örneğine az rastlanan bir tarih belgesidir.

Atatürk, askeri olaylar için harp tarihi bilgilerinden, bunlara kendi hayatındaki deneyimlerini de katarak yararlanmasını bilmiştir.

Şimdi yazılı belgeler üzerinde bir sıralama yapalım:

Atatürk Meclis’teki konuşmalarında tarihten örnekler verir. Ülkeyi dolaşırken, halk toplantılarında söz söylerken, tarihi konular, en heyecanlı konuşmalarını oluşturur.

28 Eylül 1925’te Atatürk Samsun’dadır. İstiklal Ticaret Mektebi’nde bir toplantıda nutuklar veriliyor; Atatürk onlara cevabında tarihten söz ediyor ve diyor ki:

Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir [geçmişe sahiptir]. Milletimizin hayat-ı asarını [yaşadığı yüzyılları] düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı, yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden, çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil [denk] olan, Büyük Türk devrine kavuşturur.

Bu sözleriyle Atatürk, Anadolu tarihindeki Türk varlığını, bin yıllık bir geçmişe dayatıyor. Bu yurda sahip oluşu tarih bilgisiyle kuvvetlendiriyor ve derinleştiriyor. Ondan sonraki sözler daha geneldir. Büyük Türk devrine işaretle yetiniyor.

Yine aynı nutkun bir başka noktasında, o toplantı da bir öğretmenine tesadüf ettiği için, en yakın geçmişten söz ediyor:

Bilirim ki bugünkü intibahı [uyanışı] düne, maziye medyunuz [geçmişe borçluyuz]. Her halde babalarımızın, analarımı­zın ve mürebbilerimizin [eğiticilerimizin], ruh ve dimağlarımı­zın [bilincimizin] inkişafında feyizli tesirleri [gelişmesinde verimli etkileri] vardır.

İzah etmek istiyorum ki ilk ilham, ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin lisanından, vicdanından terbiyesinden alınır. Bu ilhamatın mahzar-ı inkişaf [esinlerin gelişmeye değer] olması millet ve memlekete büyük ve derin alaka yaratan fikir ve duygularla, her an takviye olunmak [sağlamlaştırmak] lazımdır. Bu fikir ve duyguların membaı [kaynağı], bizatihi [özünden] memleket ve millettir. Milletin müşterek arzu ve temayülüne [eğilimine] temas etmek, onun icabatına hasır-ı mevcudiyeti [gereklerine varlığını vakfetmeyi], hareket düsturu [ilkesi] bilmek, hakiki yolda yürüyebilmek için yegâne esastır.

Atatürk 1927’de söylediği Büyük Nutuk‘ta, ise eski tarihten de örnekler almıştır. Burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe gömülme şeklini birçok yerlerden örnekler alarak, bir tarihi mantık zinciri dâhilinde yapıyor. Şu satırları Nutuk ‘tan alıyorum:

Hayat demek, mücadele, müsademe [uğraşma] demektir. Hayatta muvaffakiyet [başarı], mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinat eder [dayanır] bir keyfiyettir [durumdur]. Bir de insanların meşgul olduğu bütün mesail [sorunlar], maruz kaldığı bilcümle mehalik [tehlikeli durumlar], istihsal ettiği muvaffakiyetler [elde ettiği başarılar], maşeri [ortaklaşa], umumi bir mücadelenin dalgaları içinden tevellüt ede gelmiştir [doğmuştur].

Bu hayat düsturundan sonra tarih konusuna geçiyor ve diyor ki:

Akvam-ı Şarkiyye’nin [Doğu ulusları], akvam-ı Garbiyye’ye [Batı ulusları] taarruz ve hücumu, tarihin belli başlı bir safhasıdır. Akvam-ı Şarkiyye meyanında [arasında], Türk unsurunun başta ve en kavi [güçlü, zorlu] olduğu malumdur. Filhakika Türkler, kablelislam [İslam’dan önce] ve ba’delislam [İslam’dan sonra], Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, istilalar yapmışlardır. Garb’a taarruz eden ve istilalarını, İspanya’ya, Fransa hudutlarına kadar temdit eden [uzatan] Araplar da vardır.

Fakat her taarruza karşı daima, mukabil [karşı] taarruz düşünmek lazımdır. Mukabil taarruz ihtimalini düşünmeden ve ona karşı emniyete şayan tedbir bulmadan hareket edenlerin akıbeti [sonu) mağlup ve münhezim [bozguna uğramış] olmaktır, münkariz olmaktır [tükenmektir]. Garb’ın, Araplara mukabil taarruzu Endülüs’te acı ve şayan-ı ibret [ibret alınması gereken] bir felaket-i tarihiye [tarihi felaket]   ile başladı. Fakat orada bitmedi. Takip, Afrika şimalinden [kuzeyinden] de devam etti.

Mustafa Kemal burada Attila’nın Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırlattıktan sonra şunları söylüyor:

Selçuk Devleti enkazı üzerinde teşekkül eden Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Şarki [Doğu] Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere irca-ı nazar edelim [bakışlarımızı çevirelim]: Osmanlı tacdarları [padişahlar] içinde, Almanya’yı, Garbi [Batı] Roma’yı zapt ve istila ederek muazzam bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bulunmuş olanlar vardı.

Yine, bu hükümdarlardan biri, bütün İslam âlemini bir noktaya raptederek [bağlayarak] sevk ve idare etmeyi düşündü. Bu emelin şevkiyle Suriye’yi, Mısır’ı zapt etti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da, hem Avrupa’yı zapt etmek, hem âlem-i İslam’ı hükmü ve idaresi altına almak gayesini takip etti.

Garb’ın mütemadi [sürekli] mukabil [karşı] taarruzu, İslam Âlemi’nin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böylece cihangirane tasavvurlar ve emellerin, aynı hudut içine aldığı muhtelif unsurların adem-i imtizaçları [uyumsuzlukları], binnetice [sonuçta] emsali [benzerleri] gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu da, tarihin sinesine tevdi etti.

diyerek tarihin bütün devirleri üzerinde açıklamalar yapıyor.

Atatürk, güttüğü siyaset için, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinden iki suretle faydalanmıştır:

1. Osmanlı İmparatorluğu’nun, yaşamakta olan bazı lüzumsuz ve zararlı teşkilatını yıkmak isterken, onların kuruluş tarihlerini anlatmak ve bu suretle ömürlerini bitirmiş olduklarını belirtmek. Aynı zamanda bu örneklere tarih boyunca bakarken, onlar gibisini kurmamak. Demek ki bu noktada iki esas vardır: Bugün, bir teşkilatı yıkıp yenisini kurarken, eskisinin kuruluş ve gelişimini bilmek. Gelecek için, yenisi kurulurken, onun kötü taraflarını almamak.

2. Manevi kuvveti tazelemek ve cesaret vermek için, ulusal benliğin üzerinde durarak tarihten yararlanmak. Ülkeyi kurtarmak girişiminde ilerlerken, ulusun yeteneklerini, tarihten örnekler getirerek kuvvetlendirmek, manevi kuvveti yükseltmek.

27 Aralık 1919’da Mustafa Kemal’in Ankara’ya ilk gelişinde şehrin ileri gelenleri ile yaptığı konuşmadaki şu sözlerini okuyalım:

Cihanın malumudur ki Devlet-i Osmaniye pek vasi [geniş] olan ülkesinde bir hududundan diğer hududuna ordusunu sürat-i fevkalade ile [fevkalade hızlı] ve tamamen mücehhez [donanımlı] olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce, hüsnü-i iaşe ve idare ederdi [iyi besler ve yönetirdi]. Böyle bir hareket, yalnız ordu teşkilatının değil, bütün şuabat-ı idariyenin [yönetim kollarının] fevkalade mükemmeliyetine ve kendilerinin kabiliyeti olduğuna delalet eder.

İşte Mustafa Kemal’in bu sözleri, daha ilk mücadele yılında ulusun kuvvet ve kudretine işaret ederek ulusun yeteneklerini cesaretlendirmek içindi.

28 Ağustos 1925’te İnebolu’da halk ile konuşma yapıyor ve onlara şöyle hitap ediyor:

Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihinde medenidir, hakikatte medenidir… Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir.

diyor ve evvela bir tarihi gerçeği belirtiyor. Sonra da yeni devrimlerin benimsenmesi için telkinlerde bulunuyor.

Şimdi yukarıda birinci olarak ayırdığımız kısmın üzerinde bazı örnekler verelim… 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de [Türkiye] İktisat Kongresi toplanmıştır. Mustafa Kemal orada şunları söyler: “Tarih, milletimizin itila [yükselme] ve inhitatı [çöküş] esbabını [sebeplerini] ararken birçok siyasi, askeri, içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır.

Kapitülasyonların Lozan Antlaşması’nda ne kadar çetin münakaşalardan sonra kaldırıldığını biliyoruz… Ve O, kapitülasyonlar üzerinde konuşurken şu tarihi safhaları anlatır:

Fatih zamanında Cenovalılara verilen imtiyazlarla [ayrı­calıklarla] açılan yol, kendisinden sonra daima tevessü etmiştir [genişlemiştir]. Bu imtiyazat, bu istisnaiyet [ayrıcalıklar ve istisnalar], hükümetin en kuvvetli, en azametli zamanında vuku buluyordu, mahza bir Müsaade-i Şahane [padişahın izni], bir İhsan-ı Şahane [padişahın lütfu] olmak üzere vuku buluyordu.

Cümleniz hatırlayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman, Venedikliler ile ticaret taahhüdüne girişmeyi, kendi şerefine ve izzet-i nefsine mugayir [aykırı] buldu. Zira onun zihniyetine göre muahede [antlaşma] yekdiğerine müsavi [eşit] milletler arasında yapılırdı. Venedik halkı, Osmanlı Devleti’ne müsavi [eşit] olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya esiri vaziyetinde idi. Binaenaleyh, Zat-ı Şahane [padişah] böyle bir muahede yapamazdı. Fakat ona müsaadatta bulundu [izin verdi]. İşte bu “müsaade” kelimesi kapitülasyonlar kelimesi ile tercüme edilmiştir. Hâlbuki biliyorsunuz, kapitülasyon kelimesi bir kale içinde muhasara olunan [kuşatılan], bütün esbap-ı vesait-i tedafüiyesini [savunma araçlarını] kullandıktan sonra arz-ı teslimiyete mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi padişahımızın müsaadesi diye tercüme ederek kullanmış bulunuyorlar.

Bir başka örnek: Başkumandan Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi ile Büyük Taarruz arasındaki zamanda, İslam tarihi okumaktadır. Her vesile ile rastladığı kimselere bu tarihten sualler sormakta ve kamuoyunu hazırlamaktadır.

Büyük Taarruz neticesinde askeri zafer tamamlanmış ve ülke düşman kuşatmasından kurtarılmıştır. Büyük Millet Meclisi’nde, 1 Kasım 1922’de çok önemli bir mesele üzerinde çetin müzakereler cereyan etmektedir. Çünkü zafer kazanan Büyük Millet Meclisi Hükümeti yanında, ihaneti sabit olan İstanbul Hükümeti de, Barış Konferansı’na çağrılıyor. Atatürk karar veriyor: “Saltanat hilafetten ayrılacak. Bu suretle, Osmanlı hanedanından devlet reisi olan zat, yalnız din reisi yani halife olarak kalacak.” Gazi Mustafa Kemal’in savaş esnasında okuduğu İslam tarihinin manası şimdi anlaşılacaktır.

Bu meselede Meclis’teki durum, çok karışıktır ve fikirler henüz istenildiği kadar olgun değildir. Heyecanlı ve tarihi bir oturum olan bu toplantıda, bilimsel kanıtlar istenmektedir. Atatürk bu vesile ile tarihten büyük ilham almıştır. Oradaki beyanatı, hilafetin tam tarihini anlatır. Halifeliğin kökenini, görevlerini, Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet başkanlığı ile birleşmesini. . . Kısacası bu uzun açıklama bir tarih dersidir, fakat aynı zamanda Meclis’te bulunanların fikirlerinin kendi kararına uymasını sağlamıştır. O açıklamalarında, İslam tarihi içinde halifeliğin geçirdiği devirleri anlattıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na geçişini şu şekilde açıklar:

Selçuk Devleti’nin idaresinde teşeddüt [şiddet] hâsıl olması üzerine Türkler 699 tarih-i hicride Selçuk Devleti yerine, Osmanlı Devleti’ni ihyaen tesis eylediler [yeni bir güç olarak kurdular]. Bu devletin ulularından Yavuz hazretleri 924 tarih-i hicride, Mısır’ı zapt eylediği zaman, orada idam eylediği Mısır hükümdarlarından başka unvanı olan bir zat buldu. Halife sıfatının böyle bir şahsı-ı aciz tarafından kullanılması, âlem-i İslam için şin olduğuna şüphe etmediğinden, o sıfatı, Türkiye devletinin kuvvasına [kuvvetlerine] istinat ettirmek [dayandırmak], ihya ve i’la eylemek [canlandırmak ve yüceltmek] üzere aldı.

Osmanlı Devleti ki 699’da teessüs etmişti [kurulmuştu], Hilafet’i aldığı tarihten ancak elli sene sonrasına kadar tarih-i cihanda [dünya tarihinde] devr-i i’tila [yükselme devri] denilen ve muvaffakiyet-i mütevaliye [üst üste başarılar] ve azime ile mali olan, takriben üç asırlık bir devir yaşadı. Ondan sonra inhilal [dağılma] başlıyor. Devri inhitatın [çöküş devrinin] her safhası Türkiye Devleti’nin hudutlarını biraz daha darlaştırı­yor. Türk milletinin maddi ve manevi kuvvetlerini biraz daha fazla taksim ediyor, devletin istiklalini [bağımsızlığını] darbeliyor, arazi, servet, nüfuz ve haysiyet-i millet azami bir süratle mahv ve heba oluyor. Nihayet Al-i Osman’ın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahdettin’in devri saltanatında Türk milleti, en derin hufre-i esaretin [esaret çukurunun] önüne getiriliyor.

Atatürk, Vahdettin’in hıyanetinden ve şahsi saltanatın zararlarından söz ettikten sonra, katiyetle şunları söylüyor:

Artık, milletin, en makul ve en meşru ve en insani salahiyetini istimal etmek [kullanmak] zamanı geldiğine tereddüt kalmamıştır. Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osmanlı devleti tesis eden ve bunların hepsini hadisat [olaylar] ile tecrübe eyleyen Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında, bir devlet tesis ederek bütün felaketlerin karşısında memur olduğu, kabiliyet ve kudretle ahz-i mevki etti [yer aldı]. Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün efradı [bireyleri] tarafından müntehip [seçilmiş] vekillerden terekküp eden [oluşan] bir Meclis-i Ali’de [Yüce Meclis’te] temsil etti. İşte o Meclis, “Meclis-i Aliniz”dir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Ve bu makam-ı hâkimiyetin hükümetine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir makam-ı saltanat, bundan başka bir Heyet-i Hükümet yoktur ve olamaz.

Bu sözleri ile Mustafa Kemal, demokrasi esaslarına dayanan yeni Türk devletinin resmen temelini atmış bulunuyor. Bunun neticesinde ilk adım olarak, saltanat kaldırılmış ve hilafet ayrılmıştır. İkinci adım bildiğimiz gibi, 3 Mart 1924’te hilafetin de lağvedilmesidir. Atatürk hilafet meselesini Büyük Nutuk’unda açıklarken şöyle diyor:

Halka sordum, bir devlet-i İslamiye olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir salahiyetini [yetkisini] tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü devletinin istiklalini, milletinin hâkimiyetini muhildir [bozar]. Millete şunu da ihtar ettim ki, kendinizi cihanın hâkimi zannetmek gafleti artık devam etmemelidir. Hakiki mevkiimizi dünyanın vaziyetini tanımaktaki gafletle, gafillerce uymakla milletimizi sürüklediğimiz felaketler artık yetişir. Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.

Bu suretle halifelik, ömrünü bitirmiş bir teşekkül olarak Büyük Miller Meclisi’nin kararı ile tamamen kaldırılmıştır. Meclis, tarihten aldığı derse göre, bunun · yerine bir yenisini de koymamıştır.

Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki Atatürk, tarih bilgisine çok kuvvetli olarak sahip bulunuyordu. Hayatının her devresinde tarih okumuştur. Tarihin yeni keşifleriyle de derinden ilgilenmiş ve Türk Tarihi bilimine yepyeni bir yol açmıştır. İstiklal Savaşımız sıralarında ise türlü fırsatlarda söylediği sözlerde tarih, bazen ulusal bir heyecan kaynağı oluyor, bazen de, tarihi bilimsel bir konu olarak eline aldığında, en büyük yetki ve açıklıkla konuşuyor. Tarih, yasalaştırmak istediği meseleler için dayanak noktası oluyor. Tarihten deliller getirerek, ikna edici örnekler veriyor, neticelerini gösteriyor. Bozulmuş kurumları yıkarken, onların tarihte geçirmiş oldukları evrelerin bilinmesiyle, ömürlerinin tamam olduğuna inanıyor. Onun için kendisi, bir devlet başkanı olmuştur, fakat asla bir ‘halife’ olmak istememiştir. Çünkü tarihte ve uygulamalarda, siyasi hayat için, halifeliğin büyük bir rolü olmadığını biliyordu. O, yalnız Türklüğün birliğini temin ederek bu devleti kurdu. Panislamcılığın, Pantürkçülüğün birer hayal olduğunu ve tarihte asla gerçekleşmemiş olduğunu anlamıştı. Hayaller ve imparatorluklar peşinde gitmeyi asla istememiştir ve böyle hayalleri milletine telkin etmemiştir. Atatürk, bütün devrimlerinde olduğu gibi, bunda da yapılabilecek işlerin sınırını aşmamıştır.

Bu örnekleri Atatürk’ten aldım, bütün nutuklarını taradım, tarihten bahsettiği kısımlardan bazılarını topladım ve göstermek istedim ki, bir devlet kurucusunun, bir büyük siyaset adamının kişiliğinde, kararlarında tarih bilgisi ne büyük rol oynar ve ulusun kaderini nasıl değiştirebilir?

Tarih bilmenin büyük faydaları her sahada tecrübe edilmiştir. Tarih, siyaset adamlarına lazımdır. Bir kumandanın en çok bileceği şeylerden biri “Harpler Tarihi”dir; her ilim adamı, uğraştığı sahanın tarihini iyi bilirse, yeni keşifler için kendisini o kadar hazır bulur; edebiyatçı tarihten konu ve örnekler alır, bir mimar eski tarihi anıtlardan ilham alırsa, kendisi de bunlar gibi büyük eserler yapabilir. Velhasıl tarihin girmediği saha ve lüzumlu olmayan meslek tasavvur edemiyorum. Ulusal yurt tarihi ise, her bilgimizin temelini oluşturmalıdır.

Yazımı Atatürk’ün, 28 Eylül 1925’te Samsun İstiklal Ticaret Mektebi’nde, daima tazeliğini ve dinamizmini koruyan düşüncelerini anlatan şu sözleriyle bitirmek isterim:

Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayatta muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir [en gerçek yol gösterici bilimdir], fendir, ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir [sapkınlıktır]. Yalnız, ilim ve fennin, yaşadığımız her dakikada safhalarının tekâmülünü idrak etmek [evrelerinin gelişimini anlamak] ve terakkiyatını zamanında takip eylemek [ilerlemesini zamanında izlemek] şarttır.

 [*] Bu konferans 1 Aralık 1944’te DTCF’de, 8 Ocak 1945’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, 31 Mayıs 1966’da ise Kayseri Halkevi’nde verilmiştir.

[Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Yeni Baskıya Hazırlayan: Arı İnan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.125-137]

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

10 Kasım’da Atatürk’ü Anmak ve Anlamak

Published

on

Özet

Bu makale, 10 Kasım’ın tarihi anlamını yalnızca bir anma günü olarak değil, aynı zamanda Atatürk’ün fikri mirasını yeniden yorumlama fırsatı olarak ele almaktadır. Atatürk’ü anmak, onu tarihi bir figür olarak yüceltmekten öte, çağdaş bir düşünce sisteminin sürekliliğini koruma çabasıdır. Bu bağlamda makale, anmanın tören boyutu ile anlamanın entelektüel boyutunu bütünleştirerek, 10 Kasım’ı bir toplum bilinci pratiği olarak analiz etmektedir.

Anahtar Kelimeler: Atatürk, 10 Kasım, Anma Kültürü, Cumhuriyet Düşüncesi, Modernleşme, Eleştirel Tarih.

Giriş

Türkiye Cumhuriyeti’nde 10 Kasım, yalnızca Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü değil; aynı zamanda, bir milletin kendisini yeniden tanıma ve tarih bilincini tazeleme günüdür. 1938’den itibaren her yıl tekrarlanan bu tören, bir yas ifadesinden ziyade, modern Türk kimliğinin sürekliliğini koruma iradesinin sembolü hâline gelmiştir.

Atatürk’ü anmak, onun bıraktığı mirasın hem tarihi hem de fikri boyutlarını hatırlamaktır. Ancak onu anlamak, bu mirasın felsefi ve sosyal temellerini çağın şartlarına uyarlayabilmektir.

1. Atatürk’ü Anmak: Orta Hafızada Bir Tören

Anma olgusu, sosyal hafızanın yeniden üretim biçimlerinden biridir. 10 Kasım sabahı 09.05’te bütün ülkenin aynı anda susması, yalnızca bir “yitiriş” anını değil, bir “yeniden diriliş” bilincini temsil eder. Bu sessizlik, bireysel bir yas değil, ortak bir anlamlandırma dönemidir.

Ortak bellek teorisine göre, bir toplum, geçmişini yeniden kurgularken aslında kendisini inşa eder. Bu bağlamda 10 Kasım törenleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin kimlik inşasında önemli bir “zaman ve mekân sabitesi” görevini yapmıştır.

Bu tören, bireylerin şahsi duygularını sosyal bir çerçeveye yerleştirir. Özellikle okullarda, kamu kurumlarında ve meydanlarda yapılan törenler, genç kuşaklara Cumhuriyet’in değerlerinin aktarıldığı sembolik mekânlardır. Dolayısıyla 10 Kasım, sadece geçmişi hatırlama değil, aynı zamanda “geleceğe ait bir kimliği” gösterme ve sürdürme eylemidir.

2. Atatürk’ü Anlamak: Fikri Mirasın Yeniden Yorumu

Atatürk’ü anlamak, yalnızca tarihi olayları bilmek değil, bu olayların ardındaki fikri sistemi kavramaktır. O, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bireylerden oluşan bir toplum ideali ortaya koymuştur. [1]

Bu ideal, dogmalardan arınmış bir akılcılığı ve bilime dayalı bir ilerleme anlayışını temel almaktadır. “Benim manevi mirasım ilim ve akıldır” sözü, Atatürk’ün fikri mirasının özüdür.

Atatürk’ün inkılapları –özellikle eğitim, hukuk ve kadın hakları alanlarındaki dönüşümler– birer modernleşme adımı olmanın ötesinde, insanı merkeze alan bir özgürlük anlayışının yansımaslarıdır. Bu inkılaplar, “rasyonelleşme dönemi”nin Türkiye’deki göstergeleridir.

3. Vaka Analizi: 10 Kasım 1938 ve Sosyal Tepki

Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe Sarayı’nda vefatı, yalnızca bir devlet adamının ölümü değil,  millî bir sarsıntı olarak yaşanmıştır. Ancak bu sarsıntı, kısa sürede “millî direniş bilinci”ne dönüşmüştür.

Arşiv belgelerine göre, İstanbul’da cenaze gününde sokağa çıkan yüzbinler, kendi inisiyatifleriyle yas tutma biçimleri geliştirmiştir. [2] Bu durum, anma kültürünün halk tarafından özümsendiğini göstermektedir.

1938 sonrasında 10 Kasım törenleri, devletin resmi tören çizgisinden taşarak, bireysel ve sivil hafızanın ortak alanına dönüşmüştür. Özellikle 1950 sonrası dönemde, anma biçimlerinin çeşitlendiği ve duygusal yoğunluğun kuşaklar arası aktarımında kültürel bir süreklilik sağladığı gözlemlenmiştir.

4. Eleştirel Tarih Bakış Açısıyla 10 Kasım’ın Dönüşümü

Eleştirel tarih yöntemi, geçmişi kutsallaştırmadan, onun bugüne etkilerini çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, 10 Kasım anmaları yalnızca “nostaljik bir bağlılık” değil, tarih bilinci üretiminin bir aracıdır.

Son yıllarda yapılan bazı araştırmalar, 10 Kasım’ın genç kuşaklar nezdinde duygusal bir etkiden ziyade sembolik bir törene dönüştüğünü ortaya koymuştur. [3] Ancak bu durum, anmanın anlamını yitirdiği anlamına gelmez; aksine, yeni kuşakların Atatürk’ü kendi çağlarının diliyle yeniden yorumlama çabası olarak görülebilir.

Dolayısıyla Atatürk’ü “anlamak”, onu tekrarlamak değil, onun yöntemini sürdürmektir: eleştirel düşünmek, sorgulamak ve daima ileriyi hedeflemek.

Sonuç

10 Kasım, yalnızca bir anma günü değil,  millî bilincin yenilenme anıdır. Atatürk’ü anmak, geçmişe duyulan saygıdır; ama onu anlamak, geleceğe duyulan sorumluluktur.
Bu sebeple her 10 Kasım, Türk milletinin “düşünen ve ilerleyen insan” idealini yeniden hatırladığı bir zaman eşiğidir.

Atatürk’ün mirası, bir kişi kültü değil; bir düşünce kültürüdür. Bu kültür, her kuşakta yeniden doğar, çünkü 10 Kasım’ın sessizliğinde bir milletin sesi saklıdır.

DİPNOTLAR

  1. Atatürk, Nutuk, Cilt II Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1969, s. 894.
  2. Cumhurbaşkanlığı Devlet Arşivleri, Dolmabahçe Defterleri, 1938 Kasım Dosyası, Belge No: 27.
  3. Ayşe Kuruoğlu, “10 Kasım Anma Kültürünün Kuşaklar Arası Dönüşümü” Toplum ve Tarih 412 (2019), s. 67–89.

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Yönetimde Adalet: Kutadgu Bilig, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’in Karşılaştırmalı Analizi

Published

on

Özet

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde devletin bekasının ve toplum düzeninin en temel direği olarak kabul edilmiştir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig (1069-1070) ve Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetname’sinde (1091) adalet; kozmik düzen ve ahlaki temeller üzerinden ele alınırken, Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler (1767) adlı eserinde ise daha çok mali-idari düzenin korunması ve reform ihtiyacı bağlamında işlenmiştir. Bu makalede dört eser karşılaştırılarak adaletin görevleri meşruiyet kaynağı, toplum düzeninin garantisi, mali düzenin temeli ve devletin bekası — çerçevesinde değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Adalet, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Türk-İslam Siyaset Düşüncesi.

Giriş

Adalet, siyaset felsefesinin en eski ve evrensel kavramlarından biridir. Antik Yunan’dan Türk-İslam siyaset geleneğine, Orta Çağ’dan Osmanlı klasik düşüncesine kadar bütün siyasal teorilerde adalet, devletin düzenini ve meşruiyetini sağlayan temel unsur olarak görülmüştür. Türk-İslam düşüncesinde de adalet, yalnızca ahlaki bir ilke değil, aynı zamanda yöneticinin görev ve sorumluluklarını belirleyen bir siyasal kurumdur.

Karahanlılar’da Yusuf Has Hâcib’in Kutadgu Bilig’i, Selçuklu’da Nizamülmülk’ün Siyasetname’si, Osmanlı’da Koçi Bey Risalesi ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütleri, farklı dönemlerde ve şartlarda kaleme alınmış olmakla birlikte, ortak bir kavram etrafında birleşirler: adalet.

Yönetimde Adalet

1. Kutadgu Bilig’de Adalet

Yusuf Has Hâcib, adaleti devletin “dört sütunundan” biri olarak tanımlar. Hükümdarın zulümden uzak durması, fakirleri koruması ve eşitliği gözetmesi en temel yükümlülüklerdir. Eserde, adaletin Tanrı’nın rızasıyla doğrudan ilişkili olduğu belirtilmektedir:

Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”

2. Siyasetname’de Adalet

Nizamülmülk’e göre adalet, “mülkün temelidir.” Devletin düzeni, hükümdarın zulümden uzak durmasına bağlıdır. Halkın şikâyetlerini doğrudan dinlemek ve kadıların bağımsızlığını korumak, adaletin somut göstergeleridir.

Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”

3. Koçi Bey Risalesi’nde Adalet

Koçi Bey, Osmanlı’da yaşanan bozulmayı adaletin kaybına bağlamaktadır. Ona göre rüşvet, liyakatsiz atamalar ve kanun dışı uygulamalar devlet düzenini çökertmiştir. Bu sebeple adaletin yeniden tesisi için ıslahat teklif etmektedir: rüşvetin kaldırılması, tımar sisteminin eski düzenine döndürülmesi ve kadıların tarafsızlığının korunması.

Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”

4. Devlet Adamlarına Öğütler’de Adalet

Defterdar Sarı Mehmet Paşa, adaleti özellikle mali düzen üzerinden ele almaktadır. Zulümle toplanan vergilerin bereketsiz olduğunu, hazinenin bu yolla dolsa bile sonunda boşalacağını ifade etmektedir. Ona göre adalet, yalnızca şeriatın değil, aynı zamanda mali disiplinin de teminatıdır.

Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Karşılaştırmalı Analiz

  • Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti metafizik, ahlaki ve kozmik bir ilke olarak görürken;
  • Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, adaleti mali-idari düzenin sağlanmasında pratik bir ıslahat unsuru olarak ele almıştır.

Yönetimde Adalet: Karşılaştırmalı Tablo (Alıntılarla)

EserAdaletin KonumuAdaletin Yöneticiden BeklentisiUygulama AlanıTemel Tehdit / Bozulma SebebiÖzgün Alıntı
Kutadgu Bilig (1069-1070, Yusuf Has Hâcib)Devletin dört sütunundan biri; kozmik-dini düzenin temeliHükümdarın eşitliği gözetmesi, fakirleri koruması, zulümden uzak durmasıVergi adaleti, liyakat, halk ile hükümdar ilişkisiZulüm → devletin ömrünün kısalması“Beylerin halk üzerine zulmü artarsa, Tanrı’nın gazabı iner, devlet yıkılır.”
Siyasetname (1091, Nizamülmülk)“Mülkün temeli” olarak görülürHalkın şikâyetlerini dinlemek, kadıları bağımsız bırakmak, zulmü engellemekVergi düzeni, kadılık sistemi, şikâyet mekanizmasıAdaletin bozulması → kozmik ve toplumsal düzenin çöküşü“Adalet mülkün temelidir; adalet giderse memleket de gider.”
Koçi Bey Risalesi (1631)Devletin bozulma sebeplerini açıklayan merkezî unsurRüşvetin kaldırılması, timar düzeninin eski hâline getirilmesi, kadıların tarafsızlığıAskeri, mali ve adli düzenLiyakatsiz atamalar, rüşvet, kanun dışı uygulamalar“Rüşvet ile mansıp verilmekle adalet yok oldu, nizam bozuldu.”
Devlet Adamlarına Öğütler (1767, Sarı Mehmet Paşa)Mali ve idari düzenin bekçisiGelir-gider dengesinde adalet, kul hakkından sakınma, ölçülülükVergi toplama, hazine yönetimi, idari denetimZulümle toplanan vergi → halkın huzursuzluğu ve hazinenin boşalması“Hazineyi zulümle doldurmak haramdır; sonunda hazine boşalır, halkın bedduası devleti yıkar.”

Dört eserin ortak noktası, adaletin yokluğunun devletin çöküşüne yol açacağı fikridir. Ancak dönemler ilerledikçe, adaletin tanımı soyut bir düşünceden somut bir yönetim ilkesi ve mali düzen mekanizmasına dönüşmüştür.

Sonuç

Adalet, Türk-İslam siyaset düşüncesinde daima devletin varlık sebebi ve bekasının şartı olmuştur. Kutadgu Bilig ve Siyasetname, adaleti daha evrensel ve ahlaki bir çerçevede değerlendirirken; Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı’nın çözülme döneminde adaleti ıslahatların anahtarı olarak görmüştür. Bu karşılaştırma, siyasal düşünce tarihimizde adalet kavramının sürekli varlığını, fakat içerik ve uygulama bakımından dönemin ihtiyaçlarına göre dönüşümünü açıkça göstermektedir.

Kaynakça 

  1. Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çev. Reşit Rahmeti Arat, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1985.
  2. Nizamülmülk, Siyasetname, Çev. Mehmet Altay Köymen, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1999.
  3. Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Haz. Zuhuri Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1972.
  4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler (Nasihatü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ), Haz. Hüseyin Algül, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991.
  5. Halil İnalcık, Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet, Eren Yayıncılık, İstanbul, 2000.

Continue Reading

En Çok Okunanlar