Connect with us

Mustafa Kemal Atatürk

ATATÜRK ve TÜRK TARİH TEZİ

Published

on

ATATÜRK VE TÜRK TARİH TEZİ

Yrd. Doç. Dr. Kemal KOÇAK (*)

Mustafa Kemal Atatürk’te tarihe, özellikle Türk tarihine karşı ilgi ve sevgi, Manastır Askerî İdâdisi (Lise)’nde öğrenci iken tarih öğretmeninin etkisi ve teşvikiyle başlamış ve hayatı boyunca sürmüştür. [1]

  1. TÜRK TARİH TEZİNİ GEREKLİ KILAN SEBEPLER
  2. Osmanlı Devleti’nin Paylaşılmasında Tarihî Dayanaklar

1918 Paris Barış Konferansına gelinceye kadar, devletlerarası ilişkilerde geçerli olan kural, kazanan devletin fetih hakkı ile ele geçirdiği yerde kalması ve hâkimiyetini sürdürmesiydi. A.B.D. Cumhurbaşkanı Wilson’un 14 maddelik bildirisinde milliyet ilkelerine saygı gösterilmesi gerektiğini öngören bir madde bulunmaktaydı. Bu bildiriden sonra, dünya haritasının milliyetler esasına göre düzeltilmesi anlayışı yayılmaya başladı. Wilson bildirisinde Türkler hakkında, “Türklerin çoğunlukta bulunduğu yerde bağımsız bir Türk devleti varlığını sürdürecektir” [2] hükmünde bir madde yer almıştı. Bu madde hükmüne dayanılarak İstiklâl Harbi öncesinde kurulan cemiyetlerin adı “Müdafaa-i Hukuk-u Milliye” olduğu gibi, bu cemiyetlerin amaçlarından biri de bulundukları yerde Türklerin çoğunlukta bulunduklarını ispatlamak yolunda faaliyet göstermek olmuştur.

1918 Paris Barış Konferansında, Wilson bildirisinde Türkler hakkında yer alan madde hükmü dikkate alınmadı. İtilâf Devletleri, Birinci Dünya Harbi esnasında kendi aralarında yaptıkları antlaşmalar gereğince Türkiye’yi paylaşmak için harekete geçtiler.

Yunanlılar, coğrafya ve medeniyet belgelerine başvurarak Batı Anadolu’da; Fransızlar Haçlı Seferlerinden sonra bir Frank devleti kurulmasını, İtalyanlar ise Roma İmparatorluğunun mirasçıları olduklarını ileri sürerek Güney Anadolu’da hak iddia ettiler. [3] Doğu Anadolu’da bir Kürt ve Ermeni devleti kurulması için tarihe başvuruldu.

Osmanlı Devleti’ndeki Türk olmayan çeşitli topluluklar ve Müslüman Araplar, birçok tarihçinin de yardımıyla dünya kamuoyunu Türklere karşı kışkırtmakta öncülük ettiler. Kasten çarpıtılarak ortaya konulan bu yanlış tarih bilgisi üzerine Sevr Antlaşması hazırlandı ve Osmanlı Devleti’ne imzalatıldı.

Türkiye, Türk İstiklâl Harbi neticesinde maddî olarak bağımsızlığına kavuştu ve bu durumu Lozan Antlaşması ile dünyaya tescil ettirdi. Buna rağmen, Mustafa Kemal’in kafasından, yukarıda belirtildiği gibi tarihin Türkler aleyhine değiştirilmesi ve iftiralarla doldurulması anlayışı silinmemişti.

Nitekim Lozan Antlaşması’ndan sonra bile bazı emperyalist devletlerin öne sürdükleri fikirler ve tâkip ettikleri politikalar, bu devletlerin Türk toprakları üzerindeki emellerinden vazgeçmediklerini göstermiştir. [4]

  • Dünya Kamuoyunda Türkler Aleyhindeki Yanlış Bilgi ve Propagandalar

Türkler İslâm dünyası içine girdikten sonra, İslâmiyetin yayılmasında ve korunmasında yüzyıllarca öncülük etmişlerdir. Buna karşılık, Türklerin tarih içindeki görevi yeterince değerlendirilmemiş, meydana getirdikleri medeniyet eserleri Arap, Fars ve Bizans’a mal edilmiştir. Türk’ün kendisi de Türk sözünü kaba ve avam anlamında kullanmıştır. Türklük ve Türk tarihi “Osmanlılık” adı ve gururu altında kaybolmuş ve hatta eski kitapların bazıları da Türk’ten “Etraki biidrâk” diye söz etmişlerdir. Göktürk kitâbelerinde yer alan “Ey Türk budunu, titre ve kendine dön!” tavsiyesi, ancak Cumhuriyet devrinde suûrlu bir şekilde duyulmuş ve ele alınmıştır.

Ernest Renan tarafından ileri sürülmüş olan, daha sonra da bazı Arap tarihçileri tarafından da savunulan şu iddialar ilgi çekicidir:

  1. Dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda İslâm dünyasına en parlak devrini yaşattıran ilim hareketi, Türk olmayan unsurların eseridir.
  2. Parlak bir gelişme göstermiş olan bu ilim hareketi, Selçuk Türklerinin Ön Asya’yı istilâ etmeleri sonucunda durmuş, bu durum İslâm dünyasının çöküşüne sebep olmuştur. [5]

Bazı Avrupalı düşünürler, Türklerin sarı ırka mensup, ikinci sınıf bir insan tipi oldukları görüşünü dünyaya yaymışlardı. Osmanlı çağı Türkiye’si ile Batılılar arasında yüzyıllar boyu sürmüş olan sert tarihî ilişkilerin sonucunda, dinî veya siyasî düşüncelerle Türklerin sarı ırktan olduklarının kabulü, onların medenî yetenekten yoksun olduğu anlayışını da birlikte getirmekteydi.

Batılı birçok tarihçi ve siyaset adamı, Türklerin hiçbir medeniyet eseri meydana getirmediğini, Avrupa’da ordu kurmuş bir insan topluluğu olduğu fikrini ileri sürmüştü. Hatta Türklerin Avrupa’dan Asya’ya kovulması gereken barbarlar olduğu bile ispatlanmaya çalışılmıştı.

Bu görüş ve anlayışla hareket eden bir tarihçi için, Türklerin İslâmiyete girmeden önce kendilerine özgü bir kültüre sahip olduklarını kabul etmeye imkân bulunmamaktaydı. [6]

Türkiye’de tarihe bilimsel açıdan yaklaşılmadığı ve tarih kitapları Batılı yazarların eserlerinden yapılan çevirilerle yazıldığından, yukarıda belirtilen yanlış anlayış ve inanışlar ülkemize de girmiş ve yaygınlaşmış bulunmaktaydı.

Nitekim 1918 Paris Barış Konferansı’nda da, Türklerin her türlü medenî vasıf ve yetenekten yoksun, uygarlık düşmanı, kötülük kaynağı ve medenî milletler arasında yerinin olmadığı ileri sürülmüştü.

İngiliz devlet adamı Gladstone, “dünya yüzünden Türklerin kötülüklerini kaldırmanın bir tek çaresi vardır ki, o da dünya yüzünden kendi vücutlarının kaldırılmasıdır” [7]  demekten kendini alamamıştı.

Açıklanan bu sebeplerle, Türkler haklı olarak akıl almaz bir aşağılık duygusuna kapılmışlardı. Türkleri bu aşağılık duygusundan kurtarmak kendine olan güvenini yeniden kazandırmak gerekliydi.

Mustafa Kemal, Türkiye’de öğretim kurumlarında devam etmekte olan eski tarih eğitim ve öğretimi yerine millî tarihin esas alınması gerektiğini, ruhunda çoktan beri duymaktaydı. Millî tarih aynı zamanda Türk İstiklâl Harbi’nin manevî gücünü de oluşturacaktı. Bunun için Mustafa Kemal’in iki amacı bulunuyordu:

  1. Türk milletinin şanlı ve şerefli mazisinden gurur duyması ve kendine güvenmesi gerçeğinin aşılanması,
  2. Türk milletinin geçmişte güçlü devletler kurduğu ve parlak medeniyetler meydana getirdiği, yaşadığı Anadolu topraklarının asıl sahibinin kendileri olduğunu öğretmek ve böylece millet ile ülke arasındaki ilişkinin gelişmesini hızlandırmak. [8]
  1. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN TARİHE YÖNELMESİ

Mustafa Kemal, Türk İstiklâl Harbi’nde ve Cumhuriyetin ilk yıllarında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ve halkla yaptığı toplantılarda yeri ve zamanı geldikçe, Türk tarihi hakkındaki gerçek bilgileri kendisine özgü ateşli uslûbu ile herkese duyurmaya ve manevî gücümüzü yükseltmeye, millî şuurun bu yolla şahlanmasına büyük önem vermiştir..

Saltanatın kaldırıldığına dair T.B.M.M.’nde 1 Kasım 1922 tarihinde verilen karar münâsebetiyle irâd ettiği tarihî nutkunda Mustafa Kemal, Türk tarihi ile ilgili olarak milletine şöyle seslenmiştir:

“Efendiler ! Bu insanlık dünyasında yüz milyondan fazla nüfustan oluşan azim bir Türk milleti vardır ve bu milletin dünya üzerindeki genişliği ölçüsünde tarih içinde de bir derinliği vardır. …  En belirli ve en kesin maddî tarih kalıntılarına dayanarak beyan edebiliriz ki, Türkler 15 yüzyıl önce Asya’nın göbeğinde muazzam devletler kurmuşlar ve insanlığın her türlü kabiliyetlerini kendilerinde toplamış bir unsurdur. Elçilerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın elçilerini kabul eden bir Türk devleti ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlet idi. …Hicretin dördüncü yüzyılında idi ki, Selçuk hükûmeti nâmı altında muazzam bir Türk devleti kuruldu; bu devletin nâmı altında icrây-ı faaliyet eden Türkler, bir taraftan Kafkasya’ya, diğer taraftan güneye İran ve Irak’a ve Suriye’ye ve batıya Anadolu’ya nüfuz eyledi. Gerçekten bu Türk devleti beşinci hicret asrı ortalarında Maveraünnehir ve Harezm’i, Şam ve Mısır’ı ve Anadolu kıt’asının çoğunu ve birçok memleketleri zapt ile sınırını Kâşgar’dan ve Seyhun mecrasından Akdeniz ve Kızıl Deniz ve Umman Denizi’ne kadar genişletti ve Bağdat’ta bulunan Abbasî halifelerini kendi idaresine aldı.” [9]

19 Eylül 1923’te, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Profesörler Kurulu, o zamanki adı ile İstanbul Darülfünunu Edebiyat Medresesi Meclisi Müderrisîni, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine Fahrî Edebiyat Profesörlüğü unvanı verilmesini kararlaştırmıştı.

Mustafa Kemal, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Fahrî Profesörlük beratını sunmak üzere Ankara’ya gelen heyete: “Mektep sıralarından beri çok sevdiği tarih ile daima meşgul olduğunu, bu itibarla Fahrî Müderrisliğin edebiyattan ziyade tarihe ait olmasını daha münasip olacağını” söylemiştir. [10]

Mustafa Kemal’in heyette bulunan Şemsettin Günaltay’a dönerek “Tarihçilerle çok konuşacağız” cümlesini sözlerine eklediğine tanık olmaktayız. [11] Bu ifade bize, onun 1919’dan itibaren başladığı tarih çalışmalarını, daha 1923 yılında düşünmekte olduğunu göstermektedir.

22 Eylül 1924’te Samsun’da İstiklâl Ticaret Okulunu ziyaretten sonra Mustafa Kemal Paşa öğretmenlere hitâben şöyle demiştir:

“Efendiler ! Bizim milletimiz derin bir maziye mâliktir. Milletimizin esas hayatını düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden çok Selçuklu Türklerine ve ondan önce bu devirlerin her birine muadil olan büyük Türk devrine kavuşturur…” [12]

1924 yılında Adana’ya yaptığı bir gezide Mustafa Kemal Paşa, İskenderun Sancağı ile ilgili olarak; “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz” biçiminde bir demeç vermiştir. Buradaki “kırk asır”ın dile kolay geldiği için söylenmiş bir söz olmadığı açıktır. Bu “dört bin yıllık Türk yurdu” dediği “Sancak”a (İskenderun ve Antakya bölgesi), vefatından az önce, Atatürk “Hatay” adını vermekle daha derin bir anlam kazandırmıştır. Anadolu’da İsa’dan 2000, zamanımızdan 4000 yıl önce yazılmış çivi yazılı tabletlerde Anadolu’ya Hatti adı verildiği bilinmektedir. Bu ülkede yaşayanlara da Hattili denildiği anlaşılmıştır. Anadolu’ya daha sonra gelen Hititler de ülkelerine Hatti demişlerdir. Erken bir tarihte, Hatay bölgesi Hatti ülkesinin, yani Anadolu’nun bir parçası olmuştur. Birinci Dünya Harbi’nden sonra Misâk-ı Millî sınırları içinde bulunan ve yukarıda belirtildiği gibi eski tarihte Anadolu’nun bir parçasını teşkil etmiş olan bu bölgeye Hattena veya Hatti adları veriliyordu. “Sancak”a Atatürk tarafından eski tarihî ve gerçek adı tekrar kazandırılmakla, Anadolu’nun ve Türklüğün bir parçası olduğu esası ebedileştirilmiş olmaktadır. [13]

1928’de Afet İnan Mustafa Kemal’e, Türk ırkının sarı ırka mensup ve Avrupa zihniyetine göre ikinci sınıf bir insan tipi olduğunu yazan Prof. E. Pittard’ın “Les Races et L’histoire” (Irklar ve Tarih) adlı eserini göstererek bunun doğru olup olmadığını sordu. Mustafa Kemal de doğru olamayacağını, üzerinde çalışmak gerektiğini belirtti. [14]

Bu olay Mustafa Kemal’in Türk tarihi konusundaki çalışmalarını toplamasına yol açmıştır. Bu çalışmalarında Mustafa Kemal’in 1928’lerde aydınlatılmasını istediği ve ilmî çözümler aradığı konular şunlardı:

  1. Türkiye’nin otokton halkı kimlerdir? Bu ülkede ilk medeniyet nasıl ve kimler tarafından kurulmuştur?
  2.      Türklerin cihan tarihindeki yeri ve medeniyet tarihine hizmetleri nelerdir?
  3. Türklerin Anadolu’da bir aşiretten devlet çıkarmaları mümkün olmadığına göre, onların Anadolu’da varoluşlarının gerçek açıklaması nasıl olmalıdır?
  4. İslâm tarihinin gerçek yönü ile Türklerin İslâm tarihindeki yerleri ve rolleri nedir? [15]

1929’dan sonra tarih alanında en yeni kitapların bulunduğu bir kütüphane kuruldu. Mustafa Kemal, milletvekillerinin de katıldığı geniş bir araştırıcı grubuyla birlikte Türk tarihi çalışmalarına başladı.

  1. MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’ÜN TARİH ALANINDA YAPTIĞI ÇALIŞMALARIN SONUÇLARI

1925’te Ziya Gökalp’in “Türk Medeniyeti Tarihi” adlı eseri, Türkiye Cumhuriyeti Maarif Vekâleti tarafından yayımlandı ve liselerde ders kitabı olarak okutuldu. Türk medeniyetinin İslâmiyetten önceki devrini konu edinen bu eser, ilmî bir iddia taşımaktan çok, o günün ihtiyaçlarına cevap vermek için yazılmıştır. [16] Atatürk’ün, “Vücudumun babası Ali Rıza Efendi, heyecanlarımın babası Namık Kemal, fikirlerimin babası Ziya Gökalp’tir.” [17] dediği, büyük Türkçünün söz konusu eseri, Türkleri millî tarih anlayışına yaklaştırmak istemesi bakımından önemliydi. Fakat Türk tarihini dünya tarihinden soyutlamaktaydı. Amacı Türk düşüncesinde Batı düşüncesini temel kılmak olan Türk inkılâbının ruhuna uymuyordu. Bu sebeple 1927-1928’de Herbert George Wells’in, dünya tarihine yeni bir boyut kazandıran “The Outline of History” adlı eseri Türk Hükûmetince Türkçe’ye çevirtilerek “Cihan Tarihihin Ana Hatları” adıyla yayımlandı.

Wells’in bu eseri, dünya tarihini bir bütün olarak ele almanın yanında, tarihe hâkim olan ya da hâkim olması gereken temel ilkeleri vurgulaması bakımından da öenmli bir değişiklik gösteriyordu. Wells, dünya tarihini kavimlerin, milletlerin ya da devletlerin tarihi olarak değil, insanların ve insanlığın tarihi olarak görmekte; bütün insanlık bir tek ortak kökene sahiptir, ortak yol boyunca ilerlemiştir ve ortak bir amaca yaklaşılmaktadır sonucunda varmaktaydı. [18]

23 Nisan 1930’da Ankara’da toplanan altıncı “Türk Ocakları Kurultayı”, Türk Tarih Kurumu’nun kurulmasında ilk adım olması bakımından önem taşımaktadır. Mustafa Kemal’in isteğiyle, 28 Nisan Pazartesi günkü kurultay toplantısında Bayan Afet İnan, Türk tarihinin eskiliğini, Türk milletinin kurduğu büyük medeniyetleri konu alan bir konuşma yaparak kırk imzalı bir önerge vermiştir. Bu önergede, “Türk tarih ve medeniyetini ilmî surette tetkik etmek için hususî ve daimî bir heyetin teşkil edilmesine karar verilmesini ve bu heyetin azâsını seçmek selâhiyetinin Mekez Heyeti’ne bırakılmasını teklif ederiz” denilmekteydi. [19]

İkinci oturumda Yasa Encümeninin okunan raporunda, Türk Ocakları Tüzüğüne: “Merkez Heyeti Türk tarih ve medeniyetini ilmî bir surette tetkik ve tetebbu eylemek vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk Tarih Heyeti teşkil eder” maddesinin eklenmesi teklif edildi. Bu madde hükmü gereğince, Türk Tarih Kurumu’nun çekirdeği olan “Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Heyeti” kuruldu.

Mustafa Kemal’in himayesi altında işe başlayan heyet, daha önce okullar için fasiküller hâlinde bastırılan tarih notlarından faydalanarak, on bir bölümden oluşan 606 sayfalık “Türk Tarihinin Ana Hatları” adlı eseri bastırdı. Bu eser; evrenden, dünyanın meydana gelişinden, insanın ortaya çıkışından başlayarak Türk ırkını ve Türk tarihini en eski çağlardan Cumhuriyete kadar kısaca ele almaktaydı. Yalnız yüz olarak bastırılıp ilgili tarihçilerin ve aydınların tenkidine sunulan bu eser, Türk tarihi hakkında yepyeni bir görüşü ortaya atmıştır. [20] Genellikle “Tarih Tezi” diye adlandırılan bu tez şöylece özetlenebilir:

“Türk milletinin tarihi şimdiye kadar tanıtılmak istenildiği gibi yalnız Osmanlı tarihinden ibaret değildir. Türk’ün tarihi çok daha eskidir.” [21]

“Türk ırkı Anadolu’da ilk devlet kuran bir millettir. Bu ırkın kültür yurdu ilk zamanlarda iklimi müsait olan Orta Asya idi. İklim tabiî şartlar dahilinde değişti. Taşı cilâlamayı bulan, ziraat hayatına erişen, madenlerden istifadeyi keşfeden bu halk kütlesi göç etmeye mecbur kaldı. Orta Asya’dan şarka, güneye, batıda Hazar denizinin kuzey ve güneyine olmak üzere yayıldı. Gittikleri yerlerde yerleştiler, kültürlerini oralarda kurdular.

Bazı mıntıkalarda otokton oldular, bazılarında otokton olan diğer ırk ile karıştılar. Avrupa’da tesadüf ettikleri ırk tipi dolikosefal idi. Irak, Anadolu, Mısır ve Ege medeniyetlerinin ilk kurucuları Orta Asyalı brakisefal ırkın mümessilleridir. Biz Türkler de onların çocuklarıyız.” [22]

Türk kavminden olan Sümer ve Hititler ise Orta Doğu’da kurulan medeniyetlerin öncüleridir. Anadolu bundan dolayı çok eski zamanlardan beri bir Türk ülkesidir.” [23]

Bu eserin “Türk Tarihine Medhal” ve “Orta Asya” bölümlerinden oluşan 74 sayfalık bir broşür, “Türk Tarihinin Ana Hatları Medhal Kısmı” adı altında Maarif Vekâleti’nce 1931 yılı başında 30.000 adet bastırılarak okullara dağıtıldı. [24]

Türk Tarihinin Ana Hatları adlı eserin ilk sayfasında kitabın niçin yazıldığı şöyle ifade edilmektedir:

Bu kitap muayyen bir maksat gözetilerek yazılmıştır.

Şimdiye kadar memleketimizde neşrolunan tarih kitaplarının çoğunda ve onlara mehaz olan Fransızca tarih kitaplarında Türklerin dünya tarihindeki rolleri şuurlu veya şuursuz olarak küçültülmüştür. Türklerin, ecdat hakkında böyle yanlış malûmat alması, Türklüğün kendini tanımasında, benliğini inkişaf ettirmesinde zararlı olmuştur. Bu kitapla istihdaf olunan asıl gaye,  bugün bütün dünyada tabiî mevkiini istirdat eden ve bu şuurla yaşayan milletimiz için zararlı olan bu hataların tashihine çalışmaktır; aynı zamanda bu, son büyük hadiselerle ruhunda benlik ve birlik duygusu uyanan Türk milleti için millî bir tarih yazmak ihtiyacı önünde atılmış ilk adımdır.” [25]

Eserin “Türk Tarihine Medhal” bölümünün sonunda da Türk milletine şöyle seslenilmektedir:

Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, tarihî nutuklarının sonunda gençliğe hitap ederek memleketin maruz kalabileceği vahim ihtimalleri ve bütün tehlikeleri saydıktan sonra; “Ey Türk İstikbâlinin Evlâdı, işte bütün ahval ve şerait içinde dahi vazifen İstiklâl ve Cumhuriyeti kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” buyurmuşlardı.

“Türkün tarihî azametinin mümtaz timsali büyük reisi, bu notların toplanması ve bir araya getirilmesi için çalışanları, bu mesaiye sevkeden irşatları ve rehberlikleri ile şimdi hatırlattığımız hitabelerine şu cümleleri ilâve buyurmuş oluyorlar:

“Ey Türk Milleti ! Sen yalnız kahramanlık ve cengâverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın şerefisin. Tarih, kurduğun medeniyetlerin sena ve sitayişleriyle doludur. Mevcudiyetine kasteden siyasî ve içtimaî amiller birkaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü ağırlaştırmış olsa da, on bin yıllık fikir ve hars mirası, ruhunda bakir ve tükenmez bir kudret hâlinde yaşıyor. Hafızasında binlerce ve binlerce yılın hatırasını taşıyan tarih, medeniyetin safında lâyık olduğun mevkii sana parmağıyla gösteriyor, oraya yürü ve yüksel ! Bu senin için hem bir hak, hem de bir vazifedir.” [26]

Türk Ocağı Türk Tarih Heyeti, Haziran 1930- Mart 1931 tarihleri arasında sekiz resmî toplantı yapmıştır. Bu zaman süresince, tarihî konular Gazi Mustafa Kemal’in çevresinde ve yaptığı toplantılarda konuşulmuş, çalışmalar ilerlemiştir. [27]

1931 Nisanının başlarında Türk Ocaklarının kapanması üzerine, “Türk Ocağı Türk Tarihi Tetkik Heyeti”nin tüzel kişiliği ortadan kalktı. Bunun üzerine heyet üyeleri İçişleri Bakanlığı’na başvurarak, 15 Nisan 1931’de “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti”ni kurdular. Mustafa Kemal’in himayesi altında çalışmalarına devam eden bu cemiyetin adı, dil inkılâbından sonra 1935 yılında “Türk Tarih Kurumu”na çevrildi. Kurumun nizamnamesinde amacı ve bu amaca ulaşmak için kullanacağı yol şu şekilde belirtilmiştir:

“Madde 3- Cemiyetin maksadı, Türk tarihini tetkik ve elde edilen neticeleri neşir ve tamim etmektir.

Madde 4- Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti maksadına ermek için aşağıdaki vasıtaları kullanır:

  1.     Toplanıp ilmî müzakerelerde bulunmak,
  2.     Türk tarihinin menbalarını araştırıp bastırmak,
  3. Türk tarihini aydınlatmaya yarayacak vesikayı ve malzemeyi elde etmek için gereken yerlere araştırma ve keşif heyetleri göndermek,
  4. Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti mesaisinin semerelerini her türlü yollarla neşre çalışmak.”  [28]

Türk Tarih Kurumu, ilk iş olarak liseler için dört ciltlik bir tarih kitabı hazırladı. Bu kitabın ilk basımı 1931 sonbaharında gerçekleşti ve liselerde okutulmaya başladı. [29]

Mustafa Kemal, liseler için hazırlanan Tarih II (Orta zamanlar) adlı kitapta, İslâm tarihi konusunda yazılanları yeterli bulmayarak “Muhammed’in Hayatı ve Savaşları” bölümünü yeniden yazdı. [30]

Dört ciltlik lise tarihinin “Osmanlılar dışındaki Türk Devletleri” bölümlerini Prof. Dr. Fuat Köprülü, “Cumhuriyet Tarihi”ni içine alan dördüncü cildini de Tevfik Bıyıklıoğlu ile Doktor Reşit Galip yazmıştır. [31]

Lise tarih kitapları genellikle öğretmenlerce iyi karşılanmış, bu sebeple öğretmenlerin büyük çoğunluğu tarih tezine heyecanla sarılmışlardır. Ortaokullarda da okutulan bu kitapların pedagoji bakımından öğrencilere ağır gelmesi üzerine, iki yıl sonra, Millî Eğitim Bakanlığı’nca bu kitaplara göre ortaokullar için ayrıca üç ciltlik daha küçük tarih kitapları ile ilkokullar için yeni kitaplar yazdırılmıştır. [32]

14 Şubat 1932’de Mustafa Kemal’in Türk Tarih Kurumu’na verdiği direktifler arasında özellikle şu dört konu yer almaktaydı:

  1. Türk Tarihinin Ana Hatları adlı büyük kitabın son incelemeler ve belgeler dikkate alınarak yeniden yazılması,
  2. Liseler için hazırlanan dört ciltlik tarih kitaplarında gerekli düzeltmeler yapılarak yeni baskılarının 1932-1933 öğretim yılına yetiştirilmesi,
  3. İlkokullar için yeni tarih kitapları yazdırılması,
  4. Birinci Türk Tarih Kongresi’nin toplanması. [33]

Yapılan çalışmalar neticesinde birçok konularda araştırmaların yetersizliği sebebiyle “Türk Tarihinin Ana Hatları” kitabının kısa bir süre içinde yazılamayacağı, çeşitli bölüm ve devirler yazıldıkça, bunlardan yayınlanma değeri olanların yayınlanmasına karar verildi. Bu sebeple, Türk Tarih Kurumu’nun yayın dizilerinin sekizincisi bu eserlere ayrıldı. Konular gereğince işlendikten sonra bunlardan yararlanılarak “Türk Tarihinin Ana Hatları” yazılacaktı. Bunlardan ilki, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın yazdığı “Anadolu Beylikleri” adlı eserdir ve 1937’de yayımlanmıştır. [34]

Mustafa Kemal, yeni tarih görüşünün ve tarih öğretiminde tutulacak yolun öğretmenlere anlatılması için Temmuz ayında tarih öğretmenlerine bir kurs düzenlenmesini 14 Şubat 1932’de Türk Tarih Kurumu’na bildirdi. Düzenlenecek “Tarih Öğretmenleri Kursu” ile okutulmaya başlanan tarih kitapları hakkında öğretmenlerin ve profesörlerin düşünceleri öğrenilecekti. Bu toplantıya sonradan “Birinci Türk Tarih Kongresi“  adı verildi ve toplantının tutanakları da bu başlık altında yayımlandı. [35]

Kongre, Maarif Vekâleti ile birlikte düzenlenmiş, İstanbul Darülfünunu (Üniversitesi) tarih müderris(profesör)leri ile lise, ortaokul ve öğretmen okulları tarih öğretmenleri davet edilmiş, kongrenin bütün giderleri adı geçen vekâletçe karşılanmıştır. [36]

Kongre, 2 Temmuz 1932 Cumartesi günü saat dokuzda Ankara Halkevi tiyatro salonunda Maarif Vekili Esat Bey tarafından açılmış, 11 Temmuz 1932 Pazartesi günü öğleden sonra yine Esat Bey’in konuşmasıyla sona ermiştir.

Birinci Türk Tarih Kongresi’ne sadece Türk profesör ve öğretmenleri katıldığından kongrenin milletlerarası bir niteliği bulunmamaktaydı. Birinci Türk Tarih Kongresi’nin önemi, Türk Tarih Kurumu’nun kuruluşu ile ortaya atılan yeni “Türk Tarih Tezi”nin, kurum üyeleri tarafından profesörler ile öğretmenlere açıklanması ve tartışılmasıdır. Kongre, kurumun çalışma metotları ile amacını belirtmesi bakımından ayrı bir önem taşımaktadır. Kısa bir süre sonra yayımlanan kongre tutanaklarının başında aşağıdaki kısa sunuş bölümü yer almaktadır. [37]

“Türkiye Cumhuriyeti, Türk kültür faaliyetleri arasında millî tarihe en büyük mevkiî vermiştir. 15 yıl önce Türk’ün varlığını tarihten, adını dillerden ve kitaplardan kaldırmaya yeltenenlere karşı Türk’ün yüksek varlığını gösteren Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal Hazretleri, Türk yurdunu ve istiklâlini dünya tarihine şeref verecek bir kudretle kurtardıktan sonra, ona hakikî millî tarihini de öğretmek istedi. Dünyaya ilk medeniyet ışığını veren, cihan medeniyet tarihinin her safhasında ve beşerî faaliyetlerin her sahasında yaratıcı varlığının bin bir delilini gösteren Türk milletinin tarihini ilmî vesikalarla tespit ve neşretmek üzere kurduğu Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’ni yüksek himayesine aldı. Karanlıkları yırtan ve asırlara hâkim olan dehâsının derin kaynaklarlından ilham alan cemiyet, geceyi gündüze katarak onun çizdiği anahtarlar üzerinde Türk tarihini araştırdı ve Türk gençliğine dört ciltlik bir tarih kitabı verdi. Türk tarihine ve cihan tarihinin umumî görünüşüne yeni bir ışık ve yeni bir manâ veren bu tarih kitaplarını okutmak vazifesini üzerlerine almış Türk muallimlerine cemiyetin Türk tarihi sahasında yaptığı ilmî tetkiklerin neticelerini göstermek ve mekteplerimizdeki tarih derslerine verilecek yeni veçheler hakkında meslektaşlar arasında bir fikir ve hedef birliği vücuda getirmek üzere, 1932 senesi temmuzunda Ankara’da Birinci Türk Tarih Kongresi’ni topladı. En asil gayeye hayatlarını vakfetmiş olan yüzlerce meslektaş, memleketin her tarafından Ankara’ya koştular. Büyük Gazi’nin yüce ve kutlu varlığı ile aydınlattığı samimi bir çalışma havası içinde millî davayı sarsılmaz bir iman ile kuvvetlendirerek iş başına döndüler.

İşte bu kitap, dokuz gün süren kongre esnasında nasıl çalışıldığını, bilgi âlemimizin millî tarihe nasıl bir bakışla baktığını, millî davanın ne kadar derin temellere dayandığını göstermek için çıkıyor. Türk millî tarihine yeni ufuk açan emeklerin bir angısı olmak üzere bastırıldı.” [38]

Birinci Türk Tarihi Kongresi’nde, Türklerin medeniyet ve İslâm tarihindeki rolleri üzerinde durulmuş, Türkler hakkındaki yanlış iddialar çürütülmeye çalışılmış, Türklerin üstün bir ırka mensup oldukları ve Ortaçağ İslâm Medeniyetinde büyük rol oynadıkları ispatlanmıştır. [39]

Mutafa Kemal, tarih alanındaki çalışmalarını yoğunlaştırırken dil meseleleri üzerinde de durmuştur.

12 Temmuz 1932’de (Birinci Türk Tarih Kongresi’nin sona erdiği gün), amacı Türk dilini millileştirmek olan Türk Dil Kurumu kurulmuştur. [40]

1933’ten itibaren Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, tarih araştırmalarını ve yayınlarını devam ettirmek amacıyla başka kurumlar meydana getirmiştir. Bunlardan üçü, Millî Eğitim Bakanlığı’nca kurulmuş olan “ Eski Eserler ve Müzeler Dairesi”, “Tercüme Bürosu” ve “Kültür Bürosu”dur. Birinci kurum kazıları yönetmek, ikincisi birçok dilden tarihî eserleri de içeren klâsikleri çevirmek, üçüncüsü ise eski yazıdan yeni yazıya transkripsiyon yoluyla çevrilmiş başlıca Türk tarihi kitaplarının edisyonlarını yayınlamak için kurulmuştu. Basın Yayın ve Turizm Bakanlığı’na bağlı özel bir dairede Türk Sanat Tarihi ve folkloru konusunda yazılan eserler yayımlanmıştır.

Mutafa Kemal, Batı medeniyetine ayak uydurabilmek için, öncelikle Batı üniversite sistemini Türkiye’ye sokmak gerektiğine inanmıştı. O zaman tek üniversitemiz olan İstanbul Darülfünunu’nun modernleştirilmesi görevini Millî Eğitim Bakanı Doktor Reşit Galib’e vermiştir. [41]

Üniversite reformu için İsviçreli Profesör Albert Malche rapor hazırlamakla görevlendirilmiştir. Malche hazırladığı raporu 1931’de ülkemize gelerek sunmuştur. Almanya’dan gelen patolojik anatomi profesörü Philip Schwartz’ın da bu konuda yardımları dokunmuştur.

1933 yılında Türkiye’ye Avrupa’dan ve özellikle Almanya’dan büyük bir beyin göçü başlamıştır. [42]

Mutafa Kemal Atatürk, tarih ve dil kurumlarını akademi yapmak konusundaki düşüncesini gerçekleştirmek üzere 1935 yılında ilk adımı attı. 14 Haziran 1935’te Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen 2795 sayılı kanunla Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi kuruldu ve resmî hüviyetini kazandı.

Atatürk, bir üniversite için lüzumlu bütün fakültelerin Ankara’da kurulmasını bir ihtiyaç olarak zaruri görmekteydi.

Tarih ile coğrafya arasındaki sıkı iş birliğine inanmış olan Gazi Mustafa Kemal, Ankara’da kurulacak fakülte için ilk isim olarak “Tarih-Coğrafya”yı düşünmüştü. Daha sonra fakültenin adına dil kısmı şu sebeplere dayanılarak eklenmiştir:

  1. Türk ve Türkiye tarihine kaynaklık edecek bütün eski dillerin öğretimi ve tetkik merkezleri fakültede kurulmalıdır. Bu maksatla yabancı uzmanlar ülkemizde Türk talebelerini bu çeşitli kollarda eğitmelidir.

Bunun için Orta Asya Türk Tarihi ile Çince’den başlayarak Sinoloji, Sümeroloji, Hititoloji, klâsik dillerden Lâtince, Yunanca, Arapça ve Farsça kürsüleri fakültenin kuruluş programında yer almıştır.

Aynı zamanda bu eski dillerin incelenmesiyle, Türk tarihi kaynaklarından bizzat Türklerin faydalanması sağlanacak; bu dillerin eski ve yeni Türkçe ile karşılaştırılmaları imkânı mümkün olacaktı. Bu esaslara göre kurulacak kürsülerde bir yandan filolojik eğitim yapılırken, diğer taraftan tarihimizin ana kaynaklarını bugünkü dilimize çevirebilecek gençlerin yetişmesi gerekli görülmüştür.

  • Dil bakımından Atatürk’ün ikinci amacı, bütün lehçeleriyle Türk dilinin dünkü ve bugünkü durumunu tespit etmekti. Bunu yanında dil teorilerinin incelenmesi ve Türk dilinin bu teorilerdeki yerinin belirtilmesi gerekmekteydi.

Bu dil meseleleri yanında Atatürk, çağımızın kültür dillerinin bilimsel temellerini, edebiyatını ve filolojisini de öğrenmek gerektiğini düşünmüş, bu hususların ilk programda yer almasını kararlaştırmıştır.

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin kuruluş kanunu TBMM’de görüşülürken Atatürk’ün bu işlerle yakından ilgilenmekte olduğu resmen açıklanmıştır. [43]

Gazi Mutafa Kemal, tarih çalışmaları için şu konulara önem verilmesi gerektiğini belirtmiştir:

  1.     Türk tarihinin ana kaynaklarını araştırmak,
  2.     Arkeoloji vasıtasıyla yeni bilgiler sağlamak,
  3. Tarihte ve bugün, ırkî karakterleri antropolojik metotlarla tespit etmek.

Tarihe yardımcı ilimlerden arkeoloji, antropoloji ve etnoloji; Türk tarihi açısından yepyeni çalışma alanlarıydı. Bu alanlarda yabancı uzmanlarca inceleme yapılmakta ve ülkemizin zenginlikleri bize ve dünya ülkelerine bu şekilde tanıtılmaktaydı. Gençlerimizin bu alanlarda kendi ülkemizde akademik seviyede yetişebilmeleri için arkeoloji, antropoloji ve etnoloji bölümlerinin İstanbul Üniversitesi’nden daha geniş bir programla Ankara’da yeni açılacak fakültede yer alması gerekliydi. [44]

Arkeoloji bölümünün tarihe yardımcı olacağı düşünülmekle birlikte, ülkemizin zenginliklerini ortaya çıkaran bir merkez olması da tasarlanmıştı.

Abidin Özmen’den sonra 11 Haziran 1935’te Kültür Bakanı olan Saffet Arıkan, Atatürk’ten yeni kurulacak fakülte hakkında sürekli yeni direktifler almaktaydı.

Gazi Mustafa Kemal, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi binasını dış yapısı ile olduğu kadar iç mimarisiyle de ilgilenmiştir. [45] Fakültenin tüzük ve programlarının hazırlanması için, bütün dünyadaki üniversitelerin tüzük ve programları getirtilmiş ve kendisine sunulmuştur. Bugün fakültenin dekanlık odasında bulunan bu vesikalar, 1934-1935 yılları arasındaki dünya üniversitelerine aittir. Atatürk, yöneticilerin bu programlardan yararlanarak millî bir senteze ulaşmalarını arzu etmiştir.

Fakültenin eğitici kadrosunu, çalışacakları alanlarda Avrupa’da uzmanlıklarını tamamlayan Türk öğretim üyeleri ve sözleşme ile getirilen yabancı ünlü bilginler ve profesörler meydana getirmekteydi. [46]

9 Ocak 1936 Perşembe günü, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin açılış töreni Ankara Halkevi’nde yapıldı. Maarif Vekili Saffet Arıkan’ın açış konuşmasından sonra, Afet İnan “Tarihe Giriş” konulu ilk dersini verdi.

Türk Tarih Kurumu, “Türk ve Türkiye tarihini aydınlatmaya yarayacak belge ve malzemeyi elde etmek için gereken yerlere inceleme, kazı ve bunlarla ilgili araştırma yapma üzere gereken kişileri tek olarak veya heyet hâlinde gönderir” hükümlü amacını gerçekleştirmek üzere 1935 yılından itibaren kazılara başlamıştır. Kurumun kendi parası ve kendi elemanlarıyla yaptığı ilk kazı Alacahöyük kazısıdır. Altın, gümüş ve bronzdan ev ve kült eşyasını bilim dünyasına tanıtan bu kazı, Anadolu’nun binlerce yıl önceki büyük medeniyetini meydana çıkartması bakımından önem taşımaktadır. Kazılardan Türk ce cihan tarihi için önemli sonuçlar alınmıştır. Türk Tarih Tezi, yeni araştırmalar ve kazılarla gittikçe kuvvetlenmiş, birçok yeni meselelerin bilim dünyasının araştırma ve tenkidine sunulması ihtiyacı doğmuştur. [47]

Bu ihtiyacı karşılamak için 20-25 Eylül 1937 tarihleri arasında İstanbul’da yabancı bilginlerin de katılmalarıyla İkinci Türk Tarih Kongresi toplandı. Kongrede, “Türk Tarih Tezi” uzun tartışmalara sebep olmuş ve tezin ilmî nitelikte olduğu kabul edilmiştir.

1936’da Üçüncü Dil Kurultayı’ndan Türk Dil Teorisi-Güneş Dil Teorisi-ortaya atılmış ve tartışılmıştır. [48] Sadri Maksudi Arsal’ın Türk Ocaklarınca yayımlanan “Türk Dili İçin” adlı eserinin başında: “Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır!” diyen Atatürk, bu tutumu ile “Türk milletinin kendini tanıma gücünü yenilemek üzere, atalarının özüne, ilham kaynağına dönmüştür. Türk Dil Tezi, Türk Tarih Tezinden çıkan bir gerekçedir. Türk milleti meydana getirdiği kültür eserlerinin adını ve bu eserlere bağlı fikir sistemlerini, göç sırasında birlikte götürmüş ve içlerine girdiği kavimlere de yaymıştır.” [49] Türk Dil Tezi, Türk Tarih Tezi içinde gelişmiş ve millî kaynaklara dönüşü gerçekleştirme yolunda büyük ölçüde katkılarda bulunmuştur.

DİPNOTLAR

(*) (E) Kastamonu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Sosyal Bilgiler Eğitimi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi mkemalkocak@gmail.comdrkkocak@gmail.com

[1] Kemal Balkan, “Atatürk ve Tarih Bilimi”, Millî Kültür, Nisan 1981, s.2

[2] Enver Ziya Karal, “Tanzimattan Bugüne Kadar Tarihçiliğimiz”, Felsefe Kurumu Seminerleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi Ankara, 1977, s.256

[3] Karal, a. g. m., s.257

[4] Afet İnan- Enver Ziya Karal, Atatürk Hakkında Konferanslar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1946, s. 58

[5] Şemsettin Günaltay, “İslâm Dünyasının İnhitatı Sebebi Selçuk İstilası mıdır?”, İkinci Türk Tarih Kongresi, Kenan Matbaası, İstanbul, 1943, s. 350

[6] M. Fuat Köprülü, “Ortazaman Türk Hukukî Müesseseleri”, a. g. e., s.385

[7] Bekir Sıtkı Baykal, “Atatürk ve Tarih”, Belleten, Cilt: XXXV, Sayı: 140, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1971, s. 537

[8] Kemal Balkan, a. g. m., s. 3

[9] A. g. y.

[10] Baykal, a. g. m., s.352

[11] Şemsettin Günaltay, “Atatürk’ün Tarihçiliği ve Fahrî Profesörlüğü Hakkında Bir Hatıra”, Belleten, Cilt: III, Sayı: 10, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1939, s. 274

[12] Millî Eğitim Bakanlığı, Atatürk’ün Maarife Ait Direktifleri, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1985, s. 20

[13] Balkan, a. g. y.

[14] Uluğ İğdemir, Cumhuriyetin 50. Yılında Türk Tarih Kurumu, TTK Basımevi, Ankara, 1973, s. 3

[15] Afet İnan, “Atatürk ve Tarih Tezi”, Belleten, Cilt: III, Sayı: 10, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1939, s. 244-245

[16] Ziya Gökalp, Türk Medeniyeti Tarihi (Hazırlayanlar: İsmail Aka-Kâzım Yaşar Kopraman), Kültür Bakanlığı Yayınları, Güneş Matbaacılık A. Ş., İstanbul, 1976, s. 12

[17] Şerafettin Turan, Atatürk’ün Düşünce Yapısını Etkileyen Olaylar, Düşünürler, Kitaplar, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1989, s. 18

[18] A. g. e., s.38-43

[19] İğdemir, a. g. e., s. 4

[20] A. g. e., s.5

[21] İnan-Karal, a. g. e., s. 63

[22] Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1981, s. 61-62

[23] İğdemir, a. g. e., s. 5

[24] A. g. e., s. 5-6

[25] Türk Tarihinin Ana Hatları, Devlet Matbaası, İstanbul, 1931, s. 73-74

[26] A. g. y.

[27] İnan, a. g. e., s. 199

[28] A. g. e., s. 201

[29] T.C. Maarif Vekâleti, Millî Talim ve Terbiye Dairesinin 23.9.1931 tarih ve 140 numaralı kararı

[30] Şerafettin Turan, a. g. e., s. 29

[31] İğdemir, a. g. e., s. 9

[32] A. g. e., s. 15; “Türk Tarih Kurumu’nun Kuruluşuna ve Yedi Yıllık Çalışmalarına Dair Bir Hülâsa”, İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 33

[33] İğdemir, a. g. e., s. 23

[34] A. g. e., s. 11

[35] A.g. y.

[36] A. g. e., s. 13

[37] A. g. y., s. 13-14

[38] Yusuf Akçura, “Tarih Yazmak ve Tarih Okutmak Usullerine Dair”, Birinci Türk Tarih Kongresi Konferanslar, Müzakere Zabıtları, T.C. Maarif Vekâleti, 1932, s. 577-607

[39] İnan, a. g. e., s. 20

[40] Aydın Sayılı, “Atatürk, Bilim ve Üniversite”, Belleten, Cilt: XIV, Sayı: 177, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1981, s. 38

[41] Sayılı, a. g. m., s. 39

[42] İnan, a. g. e., s. 229

[43] A. g. e., s. 232

[44] A. g. y.

[45] A. g. e., s. 232

[46] A. g. e., s. 233

[47] İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 37

[48] Şemsettin Günaltay-Hasan Reşit Tankut, Dil ve Tarih Tezlerimiz Üzerine Gerekli Bazı İzahlar, Devlet Basımevi, İstanbul, 1938, s. 3

[49] Orhan Türkdoğan, “50. Yılında Atatürk’ün Dil ve Tarih Tezi”, Türk Millî Eğitiminin Dünü, Bugünü ve Geleceği, Bimaş Matbaacılık, Ankara, 1979, s. 47

Mustafa Kemal Atatürk

Amasya Genelgesi’nin İçerik Analizi: Kavramların Anlam ve Tarihî Değeri

Published

on

Giriş

Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlerin, Karadeniz Bölgesinde asayişi sağlayamaması halinde bölgeyi işgal edecekleri tehdidi üzerine Osmanlı Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişi olarak bölgeye göndermeye karar vermiştir. 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 18 Mayıs 1919 günü Sinop’a gelmiştir. Sinop’ta şehrin ileri gelenleriyle yaptığı görüşmede, istiklal mücadelesi için hazırlıklı olmaları konusunda uyarmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Türk İstiklal Mücadelesinin ilk adımını Sinop’ta atmış, aynı gün akşamüzeri Sinop’tan ayrılmış ve 19 Mayıs’ta Samsun’a ulaşmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’daki icraatlarından rahatsız olan İngilizler, onun İstanbul’a geri çağırılması için hükümet üzerinde baskı kurmuştur. Samsun’da güvenliği tehlikede gören Mustafa Kemal Paşa, 25 Mayıs’ta Havza’ya geçmiş ve çalışmalarına orada devam etmiştir. 28 Mayıs’ta İzmir, Manisa ve Aydın’ın işgali haberini alan Mustafa Kemal Paşa, Havza Genelgesini yayınlamıştır. İstanbul’a dönmesi yönünde baskıların artması üzerine, 12 Haziran 1919’da, uzun zamandır tasarladıklarını uygulayabileceği bir yer olarak gördüğü Amasya’ya geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Amasyalılar tarafından coşkulu bir şekilde karşılanmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın isteği doğrultusunda 14 Haziran’da Amasya Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti kurulmuştur. 20 Haziran’da büyük bir katılımla İzmir’in işgalini telin mitingi düzenlenmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın davetine icabet eden Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey 19 Haziran’da Amasya’ya gelmişlerdir. Ali Fuat, Rauf Bey, Mustafa Kemal Paşa ve telgrafla olumlu görüş bildiren komutanların da onayları ile 21/22 Haziran 1919 tarihinde Amasya Tamimi/Genelgesi ilan edilmiştir. Böylece Türk İstiklal Mücadelesi fiilen başlamıştır.

Amasya Genelgesi, Türk İstiklâl Harbi’nin siyasi ve ideolojik manifestosu niteliğini taşıyan ilk yazılı belgedir. Bu metin, sınırları şekillenmemiş bir milletin varlığını ilan ettiği, geleceğin millet iradesine dayanan bir yapıyla inşaa edileceğini duyurduğu ve merkezi otoriteye karşı bağımsız bir meşruluk alanı oluşturduğu için yalnızca bir metin değil; bir kopuşun ve doğumun sembolü olmuştur.

Bu makale, Amasya Genelgesi’nin satır aralarında yer alan kavramların tarihi, siyasi ve sembolik anlamlarını inceleyerek bu belgenin niçin bir “Kurucu Metin” olarak değer taşıdığını ortaya koymayı amaçlamaktadır.

1. “Vatanın tamamiyeti, milletin istikbali tehlikededir.”

Bu ifade, genelgenin alarm niteliğini taşıyan çıkış noktalarından biridir. “Vatan” kavramı burada yalnız coğrafi bir sınırın ötesine geçerek, tarihi-manevi bütünlüğü ve toplum aidiyetini de kapsayan bir ümmetten millete geçiş ifadesi olarak yorumlanabilir. Aynı şekilde “milletin istikbali”, bireylerin değil ortak kimliğin geleceği anlamında kullanılmıştır. Bu, yeni bir siyasi yapının doğmakta olduğunun habercisidir.

2. “Hükûmeti merkeziye, deruhte ettiği mesuliyetin icabatını ifa edememektedir. Bu hal milletimizi madun tanıtıyor.”

Burada İstanbul Hükümeti’nin yetersizliği, ilk kez bu kadar açık ve meşruluk sorgulayan bir dille ifade edilmektedir. “Madun” sözcüğü, milletin aşağılanan, edilgen konumuna dikkat çekerken; bağımsızlık taleplerinin ahlaki zeminini oluşturur. Bu ifade, yeni bir merkez kurma niyetinin dolaylı bir ilamıdır.

3. “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve karan kurtaracaktır.”

Amasya Genelgesi’nin belki de en çok alıntılanan satırı olan bu ifade, egemenliğin kaynağını saltanattan millete kaydıran dönüşümü ilan eder. “Azim ve karar” ifadesi, milletin edilgen değil aktif bir özne olduğuna işaret eder. Bu satır, Türkiye Cumhuriyeti’nin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesiyle doğrudan bağlantılıdır.

4. “Milletin bu hal ve vaziyetini derpiş etmek [öne sürmek] ve sadayı hukukunu cihana işittirmek için her turlu tesir ve murakabeden azade bir heyet-i milliyenin vücudu elzemdir.

Bu satır, merkeziyetten çıkmış, sivil niteliği olan ve milleti temsil eden yeni bir meşruluk zemininin doğacağını duyurur. “Tesir ve murakabe” kavramlarıyla sarayın denetim ve vesayetine karşı bağımsız bir siyasi akıl öngörülürken; “heyet-i milliye” ifadesiyle bu yapının ortak, temsili ve yerel güven temelli olacağı ima edilir.

5. “Anadolu’nun en emin mahalli olan Sivas’ta milli bir kongrenin serian akdi tekerrür etmiştir [kararlaştırılmıştır].

Bu satır, kararın uygulanmasının merkezinin Sivas olacağını belirler. Sivas‛ın seçimi, hem işgalden uzak olması hem de Anadolu için sembolik bir merkez konumunda bulunması ile ilgilidir. “Millî kongre” ifadesi ise bu yapının millet temsiline dayalı ve ortak akıl üzerine kurulacağını ilan eder.

6. “Bunun için tekmil vilayetlerin her livasından milletin itimadına mahzar olmuş üç murahhasın sür’ati mümküne ile yetişmek üzere hemen yola çıkılması icap etmektedir.

Burada “murahhas” yani temsilci kavramı, milletin bölgeler ölçeğinde temsil edileceğini gösterir. Bu, merkezi kararların milletten kopuk değil, yerel tabana dayalı olarak biçimleneceğini ifade eder. Aynı zamanda gelecekteki TBMM yapısının öncülü olarak değerlendirilmelidir.

7. “Her ihtimale karşı bu keyfiyetin milli sır halinde tutulması ve murahhasların lüzum görülen mahallere seyahatlerinin mütenekkiren [kıyafet değiştirerek] icrası lazımdır.

Bu satır, hareketin henüz meşru kabul edilmediği bir ortamda gizlilik ve tedbir mecburiyetini ortaya koyar. “Mütenekkiren” yani kıyafet değiştirerek gizli seyahat, işgal güçlerine karşı taktik bir direnme aracıdır. Bu, Milli Mücadele’nin başlangıçta ahlaki meşruluğa dayandığını gösterir.

8. “Vilayeti Şarkiye namına 13 Temmuz [1]335’te [1919] Erzurum’da bir kongre inikat edecektir [toplanacaktır]. Mezkûr tarihe kadar vilayatı saire murahhasları [temsilcileri, delegeleri] da Sivas’a varid [gelmiş, erişmiş] olabilirlerse Erzurum Kongresi’nin azası da Sivas içtimaı umumisine dâhil olmak üzere hareket edecektir.

Bu satır, yerel direniş hareketlerinin milli direnişle bütünleşmesinin hedeflendiğini gösterir. Erzurum Kongresi’nin bağımsız ama Sivas ile koordine olacak şekilde planlanması, yerel hareketlerin milli yapıya evrilme sürecini temsil eder. Aynı zamanda Doğu Anadolu’nun savunmasına da öncelik tanındığını gösterir.

Sonuç

Amasya Genelgesi, yalnız bir metin değil; bir devrimin eğitim notudur. Kavramların seçimi, dilin dozu ve sıralama mantığı ile yeni bir siyasi yapının, millet iradesine dayanan yeni bir rejimin ilk tohumları atılmıştır. Bu metinle birlikte Osmanlı’nın merkeziyetçi, padişah iradesine dayalı yapısından; milli, temsili ve meşru millet iradesine dayanan modern devlet yapısına geçiş başlatılmıştır. Amasya’da yazılan bu metin, Ankara’da kurulacak bir Cumhuriyet’in ruhi ve siyasi habercisi olmuştur.

Continue Reading

Mustafa Kemal Atatürk

Kazım Karabekir Paşanın T. B. M. M.’ne Telgrafı

Published

on

5.- MUHTELİF EVRAK

1.- Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşanın, İstanbul’da inikat eden Şûrayı Saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar verenlerle muahedeyi imza edenlerin hiyaneti vataniye ile ittiham olunmalarına dair telgrafı.

REİS — Kâzım Karabekir Paşadan mevrut bir telgraf var okunacak.

Erzurum;

             Ankara’da Meclisi Milli Riyasetine

Vatansız, vicdansız üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatanla alakası olmayan bir kaç kişi namına sulh muahedesini imza ettiklerini ajansta gördük. Mücadelei milliyemizde daha büyük bir azim ve imanla devamı tekiden ahdettiğimizi arz eylerim. İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Şûrayı Saltanatta Türkiye’nin hayatı mevcudiyetini söndüren bu zalim muahedenin imza edilmesine karar ve rey veren esamileri malum eşhasın ve muahedenameye vazı imza edenlerin ihaneti vataniye ile ittiham olunmasını ve haklarında hükmü gıyabi verilmesini bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle yadedilmesinin ilan ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.

17 Ağustos 1336 [1920]

Şark Cephesi Kumandanı

Kâzım Karabekir

REİS — Kâzım Paşanın bu teklifini tensip buyuruyor musunuz? (Hay hay) tensip buyuranlar ellerini kaldırsın. Tensip edildi efendim.

T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, Elliüçüncü İçtima, 19.8.1336 Perşembe, Devre: 1, Cilt: 3, İçtima Senesi: 1, s. 333

https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c003/tbmm01003053.pdf

Continue Reading

Türk İstiklâl Mücadelesi

Mustafa Kemal Paşa’nın Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde Halkla Konuşması

Published

on

(7 Şubat 1923)

GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinde, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.

Bu geziler, Gazi’i görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.

Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Balıkesir’i biri cumhuriyetin ilanından önce, altısı ilan edildikten sonra olmak üzere yedi defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Balıkesir’e ilk defa 6-8 Şubat 1923’te gelmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 8-10 Ekim 1925’te gerçekleşmiştir.  Bunu, 13-15 Haziran 1926, 7-8 Şubat 1931, 21-22 Ocak 1933, 15 Nisan 1934 ve 24-25 Haziran 1934’teki ziyaretleri takip etmiştir.

Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 6-8 Şubat 1923’teki Balıkesir seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN BALIKESİR SEYAHATİ”nin, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 11 Şubat 1923 tarihli nüshasında yayımlanan “BALIKESİR’DE FEVKALADE MÜHİM BİR NUTUK- BALIKESİR’DE HALKLA KONUŞMA (7 ŞUBAT 1923)” başlıklı bölümü, Osmanlı Türkçesinden çeviri yazı olarak sunulmuştur.

***

BALIKESİR’DE FEVKALADE MÜHİM BİR NUTUK

Mustafa Kemal Paşa Hazretleri hutbeler ve hilafet hakkındaki izahatından sonra mesail-i siyasiye ve içtimaiye ve iktisadiyemize [siyasi, sosyal ve ekonomik meselelere] geçmişlerdir

BALIKESİR’DE HALKLA KONUŞMA

(7 ŞUBAT 1923)

Balıkesir: 7 [Şubat 1923 Çarşamba] (AA ) – Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, bugün öğle namazını büyük bir cemaat ile Paşa [Zağnos Paşa] Camii Şerifi’nde kılmışlardır. Namazdan ve ervah-ı şühedaya [şehitlerin ruhlarına] ithafen kıraat edilen [okunan] mevlidi nebeviden sonra Paşa Hazretleri minbere çıkarak şu hutbeyi [nutku/konuşmayı] irat buyurmuşlardır [yapmışlardır]:

“Millet! Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atifeti [iyiliği] ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara hakayıkı [hakikatleri] tebliğe memur ve resul olmuştur. Kanunu esasisi, cümlenizce [hepinizce] malumdur ki, Kur’an-ı azimüşşandaki nusustur [naslardır]. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor [uyuyor ve denk düşüyor]. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş [uymamış] olsaydı, bununla diğer kavanin-i tabiiye-i ilahiye beyninde [tabii ilahi kanunlar arasında] tezat [zıtlık] olması icap ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i künyeyi [bütün kâinatın kanunlarını] yapan, Cenabı Hak’tır.

Arkadaşlar, Cenabı Peygamber, mesaisinde iki eve, iki haneye malik [sahip] bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in eser-i mübareklerine [mübarek eserlerine] iktifaen [uyarak] bu dakikada milletimize, milletimizin hal ve istikbaline [bugününe ve geleceğine] ait hususatı [hususları] görüşmek maksadıyla bu dar-ı kutside [kutsal evde], Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden, Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.

Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklalimiz [gelecek ve bağımsızlığımız] için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Amal-ı milliye [milli emeller], irade-i milliye [milli irade] yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin [bütün millet fertlerinin] arzularının, emellerinin muhassalasından [bileşkesinden] ibarettir. Binaenaleyh [dolayısıyla] benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız, serbestçe sormanızı rica ederim.”

Müşarünileyh [adı geçen], badehu [ondan sonra] minberden aşağıya inmişler ve muhtelif zevat tarafından irat edilen [sorulan] yirmiyi mütecaviz suali [yirmiden fazla soruyu] tespit ettikten sonra cevaplarını vermişlerdir. Hutbeler hakkındaki ilk suale [soruya] cevaben demişlerdir ki:

“Hutbeler hakkında irat edilen sualden [sorulan sorudan] anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı, milletimizin hissiyat-ı fikriyesi [fikri hissiyatı] ve lisanıyla ve ihtiyacat-ı medeniye [medeni ihtiyaçlar] ile mütenasip [uyumlu] görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek nasa [insanlara] hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman, bundan birtakım mefhum [kavram] ve manalar istihraç edilmemelidir [çıkarılmamalıdır]. Hutbeyi irat eden [söyleyen], hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederlerdi [söylerlerdi]. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamber’in, gerek hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] söylediği şeyler, o günün meseleleridir; o günün askeri, idari, mali ve siyasi, içtimai hususatıdır [toplumsal hususlarıdır]. Ümmet-i İslamiye [İslam ümmeti] tekessür [çoğalmaya] ve memalik-i İslamiye [İslam memleketleri] tevsie [genişlemeye] başlayınca, Cenabı Peygamber’in ve hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine [söylemelerine] imkân kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa [bildirmeye] birtakım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde en büyük rüesa [reisler] idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir [aydınlatmak] ve irşat [uyarmak] için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı ahval-ı umumiyeden [genel durumdan] haberdar etmek, son derecede haiz-i ehemmiyettir [ehemmiyetlidir].

Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hal-i faaliyette [faaliyet halinde] bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünkü icabat[icapları]nıza ve ihtiyaçlarınıza temas etmemesi, halife ve padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat, ahalinin tenvir ve irşadıdır [aydınlatılması ve uyarılmasıdır], başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehalet ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hatibanın [hatiplerin] her halde nasın [insanların] kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Geçen sene Millet Meclisi’nde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki: “Minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menba-ı feyz [feyiz kaynağı], bir menba-ı nur [nur kaynağı] olmuştur.” Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayık-ı fenniye ve ilmiyeye [fenni ve ilmi hakikatlere] mutabık [uygun] olması lazımdır. Hatibay-ı kiramın [değerli hatiplerin] ahval-i siyasiye [siyasi ahvali], ahval-i içtimaiye ve medeniyeyi [toplumsal ve medeni ahvali] her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat [telkinler] verilmiş olur. Binaenaleyh [dolayısıyla] hutbeler tamamen Türkçe ve icabat-ı zamana mutabık [zamanın icaplarına uygun] olmalıdır ve olacaktır.”

Badehu [ondan sonra] hilafet hakkındaki suale [soruya] nakl-i kelam ederek [sözü getirerek] yalnız Türkiya değil, bütün âlem-i İslam’a [İslam âlemine] ait olan bu makama vazife ve salahiyet vermek, Türkiya devletinin salahiyeti haricinde ve fevkinde [üzerinde] olduğunu beyandan sonra demişlerdir ki:

“Dünya yüzünde Osmanlı devletinin inkırazından [bitişinden] sonra bir Türkiya devleti teşekkül etmiştir. Bu devlet İran ve Afganistan gibi müstakil [bağımsız] ve Müslümandır. Yeni Türkiya devletini milletin vekillerinden mürekkep olan [meydana gelen] Türkiya Büyük Millet Meclisi idare eder. Bu şerait[şartlar] dâhilinde halifeye, yalnız Türkiya devleti nam ve hesabına kanun-ı mahsusla [özel kanunla] verilmiş olduğundan başka bir hak ve salahiyet verilmek icap ederse, milletin hâkimiyeti takit edilmiş [kısıtlanmış] ve bilnetice [neticede] bu hâkimiyet inkısama uğratılmış [parçalanmış] olur ki, bu, eski halin avdetinden [dönmesinden] başka bir şey olamaz.”

Müteakiben Lozan Konferansı hakkında irat edilen suale [sorulan soruya] geçerek şu sözleri söylemişlerdir:

“Mamafih [ne yazık ki], adli, mali kapitülasyonlar mesailinde [meselelerinde] muhataplarımız eski zihniyetlerini tebdil etmemişlerdir [değiştirmemişlerdir]. Bu mesailde [meselelerde] İtalyanlar ve bilhassa Fransızlar müşkülat ihdas etmişlerdir [çıkarmışlardır]. Bu iki sebepten dolayı Lozan Konferansı’nın mesai-i ciddiyesi [ciddi mesaisi] tevkif etmiştir [durmuştur]. İtilaf devletleri heyet-i murahhasları [delege heyetleri], hükümetleriyle temasta bulunmak üzere Lozan’dan müfarekat etmişlerdir [ayrılmışlardır]. Bizim heyet-i murahhasımızın [delege heyetimizin] da hükümet ve Büyük Millet Meclisi ile müşavere etmek üzere gelmesi memuldür [muhtemeldir]. Biliyorsunuz ki, Lozan’da İtilaf heyet-i murahhası [delege heyeti] aylardan beri devam eden mesaiden sonra bize bir sulh [barış] projesi vermişlerdir. Bu proje kapitülasyonlar hakkında ihtiva ettiği mevaddan [maddelerden] dolayı milletimizce katiyen kabil-i kabul değildir [kabul edilemez]. Kapitülasyonlar bir devleti behemehâl [mutlaka] münkariz eder [bitirir]. Devlet-i Osmaniye [Osmanlı devleti] ile Hindistan Türk ve İslam imparatorlukları bunun en büyük delilidir. Efendiler, biz hukuk-ı meşru ve hayatımızı [meşru ve hayati haklarımızı] dünyay-ı medeniyet ve insaniyete [medeniyet ve insaniyet dünyasına] tasdik ve teslim ettirmek için çalışıyoruz. Bunu tasdik ve teslim ettirmek için icap eden her türlü tedbirlere tevessülde [girişmekte] tereddüt göstermeyeceğiz. Milletin irade-i hakikiyesinin [hakiki iradesinin] bu merkezde olduğuna kaniyim.” (Hay hay sesleri)

Badehu [Ondan sonra] Düyunu Umumiye’nin Türkiya’dan ayrılacak mahallere taksim olunduktan sonra tanınacağından ve rejinin şu veya bu şekilde olmasının her zaman kabil-i tezekkür olduğundan [konuşulabileceğinden], ticarete, ziraate ve sanayiye fevkalade ehemmiyet verilmek icap ettiğinden, kadınların hayat-ı içtimaiyemizde [toplumsal hayatımızda] erkekler derecesinde sahib-i hak [hak sahibi] olması lazım geldiğinden bahsetmişler ve Halk Fırkası hakkındaki soruya aşağıdaki cevabı vermişlerdir:

“Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yanmıştır. Şunu arz edeyim ki, memalik-i sairede [diğer memleketlerde], fırkalar behemehâl [mutlaka] iktisadi maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir. Çünkü o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın menfaatını muhafaza için teşekkül eden siyasi bir fırkaya mukabil [karşılık] diğer bir sınıfın menfaatını muhafaza maksadıyla başka bir fırka teşekkül eder. Bu pek tabiidir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teessüs eden siyasi fırkalar yüzünden şahit olduğumuz neticeler malumdur. Hâlbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dâhildir. Bir defa halkımızı gözden geçirelim: Biliyorsunuz ki, memleketimiz çiftçi memleketidir. O halde milletimizin ekseriyet-i azimesi [büyük çoğunluğu] çiftçi ve çobandır. Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri varid-i hatır olur [hatıra gelir]. Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir [sahiptir]? Bu arazinin miktarı nedir? Tedkit edilirse [incelenirse] görülür ki, memleketimizin vüsatına [genişliğine] nazaran hiç kimse büyük araziye malik [sahip] değildir. Binaenaleyh [dolayısıyla] bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır. Sonra sanat sahipleriyle kasabalarda ticaret eden küçük tüccaran [tüccarlar] gelir. Bittabi bunların menfaatlarını, hal ve atilerini [bugünlerini ve geleceklerini] temin ve muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Çiftçilerin karşısında olduğunu farz ettiğimiz büyük arazi sahipleri gibi bu ticaret erbabının karşısında da büyük sermaye sahibi tüccarların bulunduğu varid-i hatır olabilir [hatıra gelebilir]. Hâlbuki bizim memleketimizde büyük sermaye sahibi insanlar yoktur. Kaç milyonerimiz var! Hiç. Binaenaleyh [dolayısıyla] biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız. Sonra amele gelir. Bugün memleketimizde fabrika, imalathane vesaire gibi müessesat çok mahduttur [müesseseler çok sınırlıdır]. Mevcut amelemizin miktarı yirmi bini geçmez. Hâlbuki memleketi teali eylemek [yükseltmek] için çok fabrikalara muhtacız. Bunun için de amele lazımdır. Binaenaleyh [dolayısıyla] tarlada çalışan çiftçilerden farkı olmayan ameleyi de himaye ve sıyanet [korumak] etmek icap eder. Bundan sonra münevveran [aydınlar] ve ulema denilen zevat gelir. Bu münevveran ve ulema kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi? Bunlara terettüp eden [düşen] vazife, halkın içine girerek onları irşat [uyarmak] ve ilâ etmek [yükseltmek]  ve onlara terakki [ilerleme] ve temeddünde [medenileşmekte] pişva [öncü] olmaktır. İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Binaenaleyh mesalik-i muhtelife erbabının [çeşitli meslekler sahiplerinin] menafi [menfaatları]  yekdiğerine memzuc [karışmış] olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve heyet-i umumiyesi [tamamı] halktan ibarettir.

Halk Fırkası halkımıza terbiye-i siyasiye [siyasi terbiye] vermek için bir mektep olacaktır. Beni çok seven ve hayatımı düşünen bazı arkadaşlarım bana böyle bir fırka-ı siyasiye [siyasi fırka] teşkil etmemekliğimi tavsiye etmişlerdir. Filhakika [hakikaten] vazife-i milliyenin hitamında [milli vazifenin sonunda] köşeye çekilerek istirahat etmekliğim benim için bir menfaattır. Bunu yapabilmek için şimdiye kadar istihsal [elde] olunan neticelerin tespit olunduğu gibi devam edeceğine itimat etmek icap eder. Fakat bu hususta henüz bi-endişe [endişesiz olamam. Hiçbirinizin de bi-endişe olmamanızı tavsiye ederim. Şimdiye kadar istihsal ettiğimiz muvaffakiyetler üç dört seneye sığmayacak kadar çoktur. Her tarafta olduğu gibi bizde de yeni hareketler ve cereyanlar karşısında onu hazmedemeyen kuvvetler zuhur edebilir [ortaya çıkabilir].

Mateessüf [ne yazık ki], bu daima vardır. Nitekim bu hususta ahkâm-ı şer’iyeye muvafık [şer’i hükümlere uygun]  olmayan ve maalesef Meclis’te aza [üye] bulunan bir zat tarafından risale de yazılmıştır. Bu teşebbüs eski Osmanlı devletini iadeden başka bir şey değildir. Bunu yapan o zat, hükümet ve millet nazarında mürtecidir.

Efendiler, şunu katiyetle bilmek icap eder ki, kazanılan şey, hayat ve namustur. Buna tecavüz, hayat ve namusumuza tecavüzdür. Her ferdin bu gibi hareketlere dikkat etmesi ve onlara karşı son derece müteyakkız [uyanık] bulunması lazımdır. İşte bu nokta-ı nazardan [bakımdan] milletin içinde bir fert olarak ve tekrar milletin intihabına [seçmesine] nail olur isem, Türkiya Büyük Millet Meclisi’nde aza sıfatıyla çalışmayı vazife telakki [kabul] ediyorum.

Efendiler, ne ben ve ne siz, şahıslarımız üzerinde vaziyetler ihdasına [meydana getirmeye] kalkışmayalım. Biz hepimiz o suretle çalışalım ki, kuracağımız şey milli bir müessese olsun. Bu da millete terbiye-i siyasi [siyasi terbiye] vermekle olur.

Asırların bize verdiği dersten milletimizin lüzumu kadar mütenebbih [uyanmış] olduğunu görüyorum. Milletimizin evsaf-ı mahsusası [özel vasıfları] her işimizde muvaffakiyetimizin teminatıdır. Muvaffakiyetimiz bittabi vahdetle [birlikle] olacaktır. Eğer millet müşterek gayeye müştereken sarf-ı faaliyet [faaliyet sarf] ederek yürürse, behemehâl [mutlaka] muvaffak olacaktır. İşte bunları düşünerek mesai-i müstakbelede de [gelecekteki mesaide] de muvaffak olacağına kani bulunuyorum.”

Paşa Hazretleri hasbihâllerine şu suretle son vermişlerdir:

“Arkadaşlar, buraya gelinceye kadar birçok yerlere uğradım. O yerlerin halkıyla yani kardeşleriniz, dindaşlarınız ve hemdertlerinizle aynı suretle musahabelerde [sohbetlerde] bulundum ve onların da sizin gibi memleketin hal ve atisiyle [bugünü ve geleceğiyle] fevkalade alakadar olduklarını gördüm. Sonra yine bu seyahatim esnasında ordumuzu gördüm; askerlerimiz, subaylarımız ve kumandanlarımızla temasa geldim.

Tetebbu tedkikat ve teftişatım [İnceleme ve teftişlerimin] neticesi bizi mağrur edecek bir haldedir. Çünkü vaziyetimiz çok kuvvetlidir. Memleketimiz halkında ve ordusunda gördüğüm kudret ve kabiliyet, bilhassa azim ve celadet [kahramanlık], hakkımızı behemehâl [mutlaka] istihsale [elde etmeye] kâfi ve kefildir.”

KAYNAKÇA

Hâkimiyet-i Milliye, 11 Şubat 1923, No: 736, s. 2, sütun: 1-4

https://dspace.ankara.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/20.500.12575/67476/0131.pdf?sequence=131&isAllowed=y

Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1959, s. 94-99

Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 117-121

Continue Reading

En Çok Okunanlar