Mustafa Kemal Atatürk
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA SEYAHATİ (15 Mart 1923) (2)

Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocak
GİRİŞ
Gazi Mustafa Kemal, Türk İstiklal Harbi/Millî Mücadele’nin zaferle neticelenmesinden sonra başta Adana olmak üzere güney vilâyetlerini kapsayan ilk gezisine 13 Mart 1923’te çıkmıştır. Gezi esnasında Gazi’ye bir buçuk ay önce [29 Ocak 1923] evlendiği Latife Hanım, Eskişehir mebusu Hüsrev Sami [KIZILDOĞAN], Adana mebusu Zamir Damar [ARIKOĞLU], Konya mebusu Refik [KORALTAN], Siirt mebusu Mahmud [SOYDAN], Gaziantep mebusu Kılıç Ali [KILIÇ], Başyaveri Salih [BOZOK], Yaveri Muzaffer [KILIÇ], Muhafız Birliği Kumandanı İsmail Hakkı [TEKÇE], Dr. Yüzbaşı Asım, Yeni Gün Gazetesinden İsmail Habib [SEVÜK], Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK], Şebinkarahisar mebusu Mehmet Emin [YURDAKUL] ile birkaç kişi daha refakat etmiştir.
Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Adana’yı üçü cumhuriyetin ilanından önce, altısı ilan edildikten sonra olmak üzere dokuz defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Adana’ya ilk defa 31 Ekim 1918’de Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevini devralmak için, müteakiben Millî Mücadele yıllarında gerçekleştirilen Pozantı Kongresi’ne başkanlık etmek üzere gelmiştir. Gazi’nin gerçek anlamda ilk Adana ziyareti 15 Mart 1923’te gerçekleşmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 13 Ocak 1925’te Adana Belediyesi’nin kendisine vereceği hemşehrilik beratı sebebiyle olmuştur. Bunu, 16 Mayıs 1926, 16 Şubat 1931, 28 Ocak 1933, 19 Kasım 1937 ve Hatay meselesi sebebiyle yapmış olduğu 24 Mayıs 1938’deki ziyaretleri takip etmiştir.
Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 15 Mart 1923’teki Adana seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA SEYAHATİ”nin, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 18 Mart 1923 tarihli nüshasında yayımlanan bölümü, Osmanlı Türkçesinden çevrilerek sunulmuştur.
***
MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA [TÜRK OCAĞI]’NDA GENÇLİĞE ULVİ [YÜKSEK, YÜCE] BİR HİTABI
Sizin gibi gençlere malik bulundukça bu vatan ve millet zaferlerinin üstüne daha azametli zaferler koyabilecektir.
Dün, Anadolu Ajansı Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerini Adana seyahatleri hakkında pek mufassal bir telgraf tebliğ eylemiştir. Yalnız Paşa Hazretlerinin seyahatlerinde gazetemiz namına bulunan sahibi imtiyazımız Recep Zühtü Bey bize bu hususta Perşembe günü pek mufassal malumat vermiş, gerek yollarda ve gerek Adana’daki tezahüratı bildirmiş olduğundan biz yalnız Paşa Hazretlerinin yalnız Türk Ocağı’nda Ferit Celal Bey’in nutkuna karşı irad buyurmuş oldukları nutuk ile Karaman’daki istikbal ve musahabe [konuşma, görüşme] hakkındaki malumatı alıyoruz. Anadolu Ajansı Karaman’daki tezahürat için şu malumatı veriyor:
“Bütün Karaman kasaba ve civar köyler halkı istasyona dolmuştu. Gazi Paşa istasyonda ihzar edilen odada Karamanlılarla yarım saat kadar hasbıhal etti. Mektepli kızlar ve erkekler tarafından şiir ifşa edildikten sonra gece yatsıdan sonra Ereğli’ye geldiği vakit bütün Ereğli halkı meşaleler ve fenerlerle istasyonda Gazi Paşayı istikbal etmişlerdi. Orada da yarım saat kadar Ereğlilerle hasbıhalde bulunan Paşa Hazretleri memleket halkıyla kazanın ihtiyacatı [ihtiyaçları] hakkında müdavele-i efkârda [düşüncelerini birbirine söyleme, bir mesele üzerinde konuşma] bulundu. Mubahase esnasında bilhassa Ereğli ulemasından iki hoca efendinin münevverane fikirleri gerek Paşa Hazretlerinin gerek hazırunun takdirlerini celp ediyordu.
Hoca efendilerden birisi Gazi Paşanın himmetiyle bu milletin de ali mucizeler gösterdiğini söyledi. Diğer hoca efendi de saltanatı ferdiyenin ilgasından ve hâkimiyeti milliyenin tesisinden bahsederek hulefayı raşidinden beri uzaklaştığımız İslamiyet’e ancak şimdi avdet ettiğimizi ve bu milleti kurtaran Gazi Paşanın bu suretle din hususunda da hidemat-ı ber güzidesi olduğunu anlattı.
[Türk Ocağı kâtibi ve Yeni Adana gazetesinin başyazarı]
FERİT CELAL BEYİN NUTKUNA GAZİ PAŞA HAZRETLERİ TARAFINDAN VERİLEN CEVAP
“Muhterem Arkadaşlar!
Genç kardeşimizin gençlik namına söylediği sözler bende çok büyük hisler, dikkatler ve azim emniyetler hâsıl etti. Bütün ciddiyetimle arz ederim ki, bu intibaat [uyanışlar] vicdanımda çok büyük saadetlere zemini inkişaf olmuştur. Bende bu hissiyatın tecellisine [görünmesine] sebebiyet verdiklerinden dolayı, kendilerine teşekkür ederim. Bu dakikada muvacehelerinde bulunmakla [yüz yüze gelmekle] mesut olduğum Adana gençlerinin de aynı hassasiyete malik [sahip] bulundukları nasiyelerinde [yüzlerinde] okunmaktadır. Bu hassasiyette bulunan ve hassasiyetlerini ifadedeki kuvvetlerini gösteren sizin gibi gençlere malik bulundukça bu vatan ve milletin, şimdiye kadar ihrazına [ulaşmaya] muvaffak olduğu zaferlerin üstüne daha azametli [büyük] zaferler koyabileceğine hiç şüphe etmiyorum. (Alkışlar)
Genç arkadaşlarım!
Ben ve benim gibi sevdiğinize hiç şüphe olmayan arkadaşlarla beraber vicdanımıza terettüp eden [gerekli olan] vazifeyi yaptık. Bu hususta bize cesaret veren siz ve sizi vücuda getiren büyük kalpli analar, babalarınız ve bu millettir. Acı günlere ait olmakla beraber, bu memlekete ait kıymetli bir hatırayı yâd etmek isterim. Efendiler! Bende bu vakayiin ilk teşebbüs hissi bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur. Suriye felaketini müteakip [takip eden] Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığını ile buraya gelmiştim. O zaman memleket ve milletin nasıl bir atiye [geleceğe] sürüklenmekte olduğunu görmüştüm ve buna mümanaat [mani olmak] için derhal teşebbüsatta [teşebbüslerde] bulunmuştum. Fakat o zaman için bu teşebbüsümü musir [faydalı] kılmak mümkün olamadı. Efendiler! Memleketiniz, güzel Adana’nız bilirsiniz ki, tarihin malum devirlerinden beri tamamen bir Türk memleketidir. Fakat bu Türk memleketi vatanın aksam-ı sairesinden [diğer yerlerinden] daha az sadmeler [vuruşmalar], felaketler, inkılâplar geçirmemiş değildir. Lakin bu memleketin güzide evlatları daima o felaketlere mukabele etmiş, mukavemet göstermiş. Muhafaza-i mevcudiyet [varlığını korumak] için çalışmışlardır. Bana milletin [halas] yolunda ilk teşebbüs hissinin bu mukaddes topraklardan gelmiş olması hasebiyle hemşerisi olmakla mübahi [bahtiyar] olduğum bu toprakları tebcil ederim.
Arkadaşlar!
Genç kardeşimizin söylediği gibi üç dört sene içinde yapılan şeyler, ihraz edilen [kazanılan] muvakkiyat [başarılar] ve inkılabat [yenilikler, değişiklikler] bu müddete sığmayacak kadar kesiftir [çoktur, yoğundur]. Bu kesafeti ancak sizin gibi evlatlara malik [sahip] bir millet omuzlarında taşıyabilir. Arkadaşımızın anlattığı dönüm noktalarından suhuletle [kolaylıkla] geçilmemiş; bu millet namütenahi [sınırsız] yoksulluk, elim ıstıraplar içinde bırakılmıştı. En büyük düşman da bu milletin başında bulunanların, bu millet içinde fesatta bulunmaları idi. Yer yer dâhili isyanlar oldu, birçok kanlar aktı ve millet neticede hakikatin nerede olduğunu anladı. Bütün milletin iftihar edeceği bu netayici [neticeleri], henüz emin addetmek gaflet olur. Henüz hakikati görmekten uzak kimseler var. Lakin bilerek veya bilmeyerek milletin şerefine ve haysiyetine maraz [tecavüz eden] kimseler olsa bile bu gibiler sizin gibi vicdanlı ve dimağları [akılları] inkişaf etmiş gençler karşısında başkaldırmağa imkân bulamayacaklardır. (Alkışlar)
Efendiler!
Millet vasıl olduğu mertebe-i saadete [saadet mertebesine, mutluluk seviyesine] daha çok seneler dikkat ve intibahla [uyanıklıkla] hemahenk [uygun, denk] olarak çalışmağa mecburdur. Hakiki zafer muharebe meydanlarında muvaffak olmak değil, asıl zaferdeki muvaffakiyetlerin menabini [kaynağını] kuvvetlendirmek, milleti yükseltmektir. Memleketimiz baştan nihayete kadar hezainle [hazinelerle] doludur. Biz o hazineler üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Hepimiz bütün bu hezaini [hazineleri] meydana çıkarmak servet ve refahımızın menabini [kaynağını] bulmak vezaifiyle [vazifeleriyle] mükellefiz. Bu vezaifin [vazifelerin] suhuletle [kolaylıkla] ifa edileceğini kabul etmek doğru değildir. Eminim ki gençler yalnız nazariyatla [teoriyle, görüşlerle, düşüncelerle] meşgul değillerdir. Sanatın, ziraatın, ticaretin ne olduğunu anlayan ve bunları fiilen tatbik eden gençlerdir. Hakiki muzafferiyete ancak bu gibi müsmir [faydalı] sahadaki faaliyetle varacağız. Huzurunuz beni memnun ve mesut etti. Asıl en büyük saadetim ise sizin gibi hissettiklerinizi, bütün milletin de hissetmesi vatanımızın en ücra yerlerinin de sizin gibi tenevvür eylemesi [aydınlanması] ve hakayıkı [hakikatleri] vuzuhla [açıklıkla] görmesi olacaktır. Ancak ondan sonradır ki milletimiz yekpare [bütün] bir çelik kütlesi manzarası arz edecektir. Cümlenize teşekkür eder ve bahtiyarlığımı arz eylerim.” (Alkışlar)
Adana gençliği hakkında takdirlerle dolu bu nutuktan sonra Paşa Hazretlerine ocağın hatıra defteri takdim edildi. Paşa Hazretleri ocak hakkındaki tahassüslerini [hislerini, duygularını] yazdıktan sonra refikaları hanım efendi de kendi ihtisaslarını [hislerini, duygularını] yazdılar. Paşa Hazretlerinin ihtisasları ber-veçh-i ati [aşağıdaki gibi] alkışlar içinde okundu:
“Adana Türk Ocağı Türklük nurunun feyyaz [bereket ve bolluk] [1] menba [kaynağı] olsun! Bu ocağın ateşi çok, pek çok eskidir. Onu, asırlarca, söndürmeye çalışmaktan hali kalmadılar [çalıştılar]. Fakat buna her teşebbüs edenin ocağı söndü. Çünkü müteşebbisler düşünmüyorlardı ki, Adana Türk Ocağı en asil Türk Ocaklarının kızgın ateşleriyle tenmiye olunmuştur [beslenmiştir]. Ocağın bu günkü nuru ve alevi her kalbi aydınlatıyor.
Ben, bugün, bu alevin sıcak temasında [sıcaklığında] derin sevinç ve saadet hisleri duydum.”
15 Mart 1339 Perşembe
Mustafa Kemal
Latife Hanım Efendi de deftere şu veciz ve kıymetli satırları kayıt buyurmuşlardı:
“Bu zengin topraklara, böyle aydın gençlerle malik olan Türk Adana’nın ocağı daima tütsün.”
15 Mart 1339
Latife Mustafa Kemal
Ocaktaki çay ziyafetinden sonra Darüleytam’a gidildi. Ondan sonra konaklarında bir müddet istirahat buyuran Gazi Paşa ve refikaları Belediye tarafından verilen akşam ziyafetine icabet buyurdular. Mektebi Sultani’de saat sekizde verilen yüz elli kişilik mutantan akşam ziyafetinde Belediye Reisi Ali Munif Bey [YEĞENAĞA] tarafından şehir namına kısa bir hitabe irad edilmiş ve Adana’nın Büyük Gazi’yi nasıl iştiyak ve hararetle beklediğini, Paşa Hazretlerinin gerek Adana’ya ve gerekse bütün vatana yaptıkları hıdmetin büyüklüğünü anlattıktan sonra denilmiştir ki: “Tarih size mücedded-i devlet, münci-i millet, halaskar-ı ümit gibi unvan-ı mefharetler verecektir. Lakin size en layık olan unvanı arz edeyim. Beşeriyeti tufandan kurtaran Nuh ikinci bu beşerdir. Siz de Türklüğü kan ve ateş tufanından kurtardığınızdan dolayı tarihte aliyyülala [en iyi] bir nam bırakacaksınız.”
Paşa Hazretleri mukabeleten [karşılık olarak] şu nutku irat ettiler:
“Muhterem Efendiler!
Bu dakika bu çok kıymetli Adana’nın her sınıfından, her tabakadan, eşrafından, insanlarından mürekkep bir heyet-i aliyenin [yüksek heyetin] huzurunda bulunmakla memnunum. Adanalıların, bu kıymetli hemşehrilerimin gösterdikleri samimiyet ve tezahürattan minnettar ve müteşekkirim. Çok arzu ederdim ki tahassüsatımı [hislerimi] bütün Adana Heyet-i Umumiyesine [Adanalılara] arz edeyim. Lakin buna mekân-ı maddi [maddi imkân] olamadığından bu arzuy-ı kalbimin umuma iblağına [bildirilmesine] delaletinizi [aracı olmanızı] heyet-i aliyenizden [yüksek heyetinizden] rica ederim.
Efendiler!
Pekiyi bilirsiniz ki Adana’mızın yevm-i halâsından [kurtuluş gününden] bugüne kadar her vesileden istifade ederek buraya gelmek istiyordum. Mateessüf şimdiye kadar buna muvaffak olamadım. Bugün çok vicdani olan bu arzumun tahakkukunu görmekle bahtiyarım. Aziz vatanımızın diğer kısımlarında bazı seyahatler yapmış ve oralardaki dindaş ve kardaşlarımız ile temaslarda ve uzun hasbıhallerde bulunmuştum. Burada o kadar müsait ve mufassal bir fırsat bulamayacağımı zannediyorum. Yalnız bugünkü meşhudatım [görmüş olduğumu] ve dinlediğim nutuklar ve Adanalıların üzerimde bıraktığı intibaat [uyanıklıklar], bende şu itminanı [tatminliği] hâsıl etti ki, Adanalılarla fazla görüşmeye ihtiyaç yoktur. Çünkü söyleyeceklerimi onlar vazıh [açık] bir surette anlamış bulunmaktadırlar.
Efendiler!
Belediye Reisi Beyefendi Hazretlerinin Adana halkı namına şahsıma ait taltifatını [iltifatlarını] çok kıymetli buluyorum. Arkadaşlarımız ve milletin bütün fertleri gibi milli davamda benim de mesaim sebkat etmişse [geçmişse] bu mesaide kuvvet, cüret, muvaffakiyet var ise buna şahsıma atfetmeyiniz [vermeyiniz] ve bunu benim olduğu gibi hiç kimsenin şahsiyetine değil ancak ve ancak bütün milletin şahsiyet-i maneviyesine atfediniz [veriniz]. Ben milletin bu ulvi [yüksek] yüksek manevî şahsiyeti içinde bir ferdi naciz [aciz bir fert] olmakla bahtiyarım.
Efendiler!
Millet heyet-i umumiyesi [genel heyetiyle] manevî bir şahıs halinde ve bir kitle-i vahdet [birlik kitlesi] şeklinde tecelli eyledi [ortaya çıktı] ve bu vahdet-i aliyeyi [yüksek birliği] muhafaza ederek ona inzar-ı hasmane teveccüh edenler [düşmanlık gösterenler, düşman olanlar] bertaraf edildi. Atiye itminanla [geleceğe tam kararlılıkla], refahla, muvaffakiyet hatveleriyle [adımlarıyla] yürümekte devam edeceğiz. Bugüne kadar ki mesai milliyemizin [milli çalışmamızın] kıymeti, pek yüksek muvaffakiyet [başarılar] ve muzafferiyetlerimizin [zaferlerimizin, üstünlüklerimizin] derecesi pek kuvvetlidir. Fakat düşmanlarımız o kadar kesir [çok] ve kalplerinde, vicdanlarında ve kafalarında aleyhimize besledikleri hissiyat [hisler] ve efkâr [fikirler] o kadar koyudur ki, elde ettiğimiz bu kadar muzafferiyat [zaferler, üstünlükler] ile o hissiyat [hisler] ve efkârın [fikirlerin] bertaraf edildiğini zannetmek gaflete düşmek olur. Tarihi yapan akıl, mantık, muhakeme değil, belki bunlardan ziyade hissiyattır [hislerdir].
Düşmanlarımızın hakkımızda uzun asırlarla tekasif [biriken, çoğalan] eden hissiyatını [hislerini] yalnız bugünün hâdisatıyla değil, ancak bugünkü terakkiyatı [gelişmeleri, yenilikleri] kabul, bugünkü ilmin ve medeniyetin talep ettiği hususatın kâffesine tevessül [bütününe sarılmak] ve bütün medeni milletlerin seviye-i irfanlarına [irfan seviyelerine] bilfiil [bizzat] muvasalat etmekle [erişmekle] yapacağız.
Milletimizin kabiliyeti, çalışmaya olan aşkı, bizi bu ulvi [yüksek] merhaleyi [seviyeyi] suhuletle [kolaylıkla] kat ettirmeye [geçmeye] kâfidir. Ben şimdiden büyük milletin o merhaleye [seviyeye] mesuden [mutlulukla] muvasalatını [eriştiğini, ulaştığını] ulaştığını görmekteyim.
Bilhassa bugün ve bu geceki meşhudatım [gördüklerim] bu emniyeyi [rahatlığı] daha çok takviye etti. Hemşerileri olmakla mübahi [övünç, gurur] olduğum Adanalılara ayrıca bir daha teşekkür ederim. Buradaki takdirkâr tahassüsatımın [hislerimin, duygularımın] bütün hayatımda bâki kalacağına emniyet buyurabilirsiniz.”
Çok şiddetli ve sürekli alkışlarla hitam bulan bu nutuktan sonra Paşa Hazretleri ve refikaları otomobillerle ikametgâhlarına avdet buyurdular. Bütün Adana halkı geceye rağmen güzergâhta bulunuyor ve minareler büyük misafirlerin şerefine kandillerle tenevvür edildiği [aydınlatıldığı] gibi bütün mebani [binalar] ve haneler fenerlerle Adana sok[vermeyiniz] aklarına nurlu bir sürur döküyor. Bugün [16 Mart 1923] Paşa Hazretleri hastahane ve mekatip [mektepler, okullar], terpani fabrikası gibi müteaddit [birçok] müessesatı [kurumları] ziyaret ve Cuma namazını Cami-i Kebirde [Ulu Cami’de] eda edecek, namazdan sonra esnaf cemiyetleri tarafından mükellef bir ziyafet keşide edilecektir. Gece Adanalılar tarafından çok muhteşem bir fener alayı tertip olunacaktı. Paşa Hazretleri yarın Tarsus’a ve Mersin’e azimet buyuracaklar ve ertesi gün Osmaniye’ye gideceklerdir. [2]
DİPNOTLAR
[1] Hâkimiyet-i Milliye, 18 Mart 1923, No: 766, s. 1, sütun: 5-6
[2] Hâkimiyet-i Milliye, 18 Mart 1923, No: 766, s. 2, sütun: 1-2
You may like
Mustafa Kemal Paşa’nın Neue Freie Presse Muhabirine Cumhuriyet Hakkında Beyanatı [Demeci]
6 Ekim, İstanbul’un Düşman İşgalinden Kurtuluş Günü
Mustafa Kemal Paşa’nın Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde Halkla Konuşması
Cumhuriyet Bayramı
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA ÇİFTÇİLERİYLE HASBIHALİ [SOHBETİ, SÖYLEŞİSİ] ( 16 MART 1923) (2)
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN ADANA ÇİFTÇİLERİYLE HASBIHALİ [SOHBETİ, SÖYLEŞİSİ] (16 MART 1923) (1)
Mustafa Kemal Atatürk
Amasya Genelgesi’nin İçerik Analizi: Kavramların Anlam ve Tarihî Değeri

Published
3 ay agoon
Haziran 21, 2025By
drkemalkocak
Giriş
Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlerin, Karadeniz Bölgesinde asayişi sağlayamaması halinde bölgeyi işgal edecekleri tehdidi üzerine Osmanlı Hükümeti, Mustafa Kemal Paşa’yı 9. Ordu Müfettişi olarak bölgeye göndermeye karar vermiştir. 16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa, 18 Mayıs 1919 günü Sinop’a gelmiştir. Sinop’ta şehrin ileri gelenleriyle yaptığı görüşmede, istiklal mücadelesi için hazırlıklı olmaları konusunda uyarmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Türk İstiklal Mücadelesinin ilk adımını Sinop’ta atmış, aynı gün akşamüzeri Sinop’tan ayrılmış ve 19 Mayıs’ta Samsun’a ulaşmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’daki icraatlarından rahatsız olan İngilizler, onun İstanbul’a geri çağırılması için hükümet üzerinde baskı kurmuştur. Samsun’da güvenliği tehlikede gören Mustafa Kemal Paşa, 25 Mayıs’ta Havza’ya geçmiş ve çalışmalarına orada devam etmiştir. 28 Mayıs’ta İzmir, Manisa ve Aydın’ın işgali haberini alan Mustafa Kemal Paşa, Havza Genelgesini yayınlamıştır. İstanbul’a dönmesi yönünde baskıların artması üzerine, 12 Haziran 1919’da, uzun zamandır tasarladıklarını uygulayabileceği bir yer olarak gördüğü Amasya’ya geçmiştir. Mustafa Kemal Paşa, Amasyalılar tarafından coşkulu bir şekilde karşılanmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın isteği doğrultusunda 14 Haziran’da Amasya Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti kurulmuştur. 20 Haziran’da büyük bir katılımla İzmir’in işgalini telin mitingi düzenlenmiştir. Mustafa Kemal Paşa’nın davetine icabet eden Ali Fuat Paşa ve Rauf Bey 19 Haziran’da Amasya’ya gelmişlerdir. Ali Fuat, Rauf Bey, Mustafa Kemal Paşa ve telgrafla olumlu görüş bildiren komutanların da onayları ile 21/22 Haziran 1919 tarihinde Amasya Tamimi/Genelgesi ilan edilmiştir. Böylece Türk İstiklal Mücadelesi fiilen başlamıştır.
Amasya Genelgesi, Türk İstiklâl Harbi’nin siyasi ve ideolojik manifestosu niteliğini taşıyan ilk yazılı belgedir. Bu metin, sınırları şekillenmemiş bir milletin varlığını ilan ettiği, geleceğin millet iradesine dayanan bir yapıyla inşaa edileceğini duyurduğu ve merkezi otoriteye karşı bağımsız bir meşruluk alanı oluşturduğu için yalnızca bir metin değil; bir kopuşun ve doğumun sembolü olmuştur.


Bu makale, Amasya Genelgesi’nin satır aralarında yer alan kavramların tarihi, siyasi ve sembolik anlamlarını inceleyerek bu belgenin niçin bir “Kurucu Metin” olarak değer taşıdığını ortaya koymayı amaçlamaktadır.
1. “Vatanın tamamiyeti, milletin istikbali tehlikededir.”
Bu ifade, genelgenin alarm niteliğini taşıyan çıkış noktalarından biridir. “Vatan” kavramı burada yalnız coğrafi bir sınırın ötesine geçerek, tarihi-manevi bütünlüğü ve toplum aidiyetini de kapsayan bir ümmetten millete geçiş ifadesi olarak yorumlanabilir. Aynı şekilde “milletin istikbali”, bireylerin değil ortak kimliğin geleceği anlamında kullanılmıştır. Bu, yeni bir siyasi yapının doğmakta olduğunun habercisidir.
2. “Hükûmeti merkeziye, deruhte ettiği mesuliyetin icabatını ifa edememektedir. Bu hal milletimizi madun tanıtıyor.”
Burada İstanbul Hükümeti’nin yetersizliği, ilk kez bu kadar açık ve meşruluk sorgulayan bir dille ifade edilmektedir. “Madun” sözcüğü, milletin aşağılanan, edilgen konumuna dikkat çekerken; bağımsızlık taleplerinin ahlaki zeminini oluşturur. Bu ifade, yeni bir merkez kurma niyetinin dolaylı bir ilamıdır.
3. “Milletin istiklâlini yine milletin azim ve karan kurtaracaktır.”
Amasya Genelgesi’nin belki de en çok alıntılanan satırı olan bu ifade, egemenliğin kaynağını saltanattan millete kaydıran dönüşümü ilan eder. “Azim ve karar” ifadesi, milletin edilgen değil aktif bir özne olduğuna işaret eder. Bu satır, Türkiye Cumhuriyeti’nin “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” ilkesiyle doğrudan bağlantılıdır.
4. “Milletin bu hal ve vaziyetini derpiş etmek [öne sürmek] ve sadayı hukukunu cihana işittirmek için her turlu tesir ve murakabeden azade bir heyet-i milliyenin vücudu elzemdir.”
Bu satır, merkeziyetten çıkmış, sivil niteliği olan ve milleti temsil eden yeni bir meşruluk zemininin doğacağını duyurur. “Tesir ve murakabe” kavramlarıyla sarayın denetim ve vesayetine karşı bağımsız bir siyasi akıl öngörülürken; “heyet-i milliye” ifadesiyle bu yapının ortak, temsili ve yerel güven temelli olacağı ima edilir.
5. “Anadolu’nun en emin mahalli olan Sivas’ta milli bir kongrenin serian akdi tekerrür etmiştir [kararlaştırılmıştır].”
Bu satır, kararın uygulanmasının merkezinin Sivas olacağını belirler. Sivas‛ın seçimi, hem işgalden uzak olması hem de Anadolu için sembolik bir merkez konumunda bulunması ile ilgilidir. “Millî kongre” ifadesi ise bu yapının millet temsiline dayalı ve ortak akıl üzerine kurulacağını ilan eder.
6. “Bunun için tekmil vilayetlerin her livasından milletin itimadına mahzar olmuş üç murahhasın sür’ati mümküne ile yetişmek üzere hemen yola çıkılması icap etmektedir.”
Burada “murahhas” yani temsilci kavramı, milletin bölgeler ölçeğinde temsil edileceğini gösterir. Bu, merkezi kararların milletten kopuk değil, yerel tabana dayalı olarak biçimleneceğini ifade eder. Aynı zamanda gelecekteki TBMM yapısının öncülü olarak değerlendirilmelidir.
7. “Her ihtimale karşı bu keyfiyetin milli sır halinde tutulması ve murahhasların lüzum görülen mahallere seyahatlerinin mütenekkiren [kıyafet değiştirerek] icrası lazımdır.”
Bu satır, hareketin henüz meşru kabul edilmediği bir ortamda gizlilik ve tedbir mecburiyetini ortaya koyar. “Mütenekkiren” yani kıyafet değiştirerek gizli seyahat, işgal güçlerine karşı taktik bir direnme aracıdır. Bu, Milli Mücadele’nin başlangıçta ahlaki meşruluğa dayandığını gösterir.
8. “Vilayeti Şarkiye namına 13 Temmuz [1]335’te [1919] Erzurum’da bir kongre inikat edecektir [toplanacaktır]. Mezkûr tarihe kadar vilayatı saire murahhasları [temsilcileri, delegeleri] da Sivas’a varid [gelmiş, erişmiş] olabilirlerse Erzurum Kongresi’nin azası da Sivas içtimaı umumisine dâhil olmak üzere hareket edecektir.”
Bu satır, yerel direniş hareketlerinin milli direnişle bütünleşmesinin hedeflendiğini gösterir. Erzurum Kongresi’nin bağımsız ama Sivas ile koordine olacak şekilde planlanması, yerel hareketlerin milli yapıya evrilme sürecini temsil eder. Aynı zamanda Doğu Anadolu’nun savunmasına da öncelik tanındığını gösterir.
Sonuç
Amasya Genelgesi, yalnız bir metin değil; bir devrimin eğitim notudur. Kavramların seçimi, dilin dozu ve sıralama mantığı ile yeni bir siyasi yapının, millet iradesine dayanan yeni bir rejimin ilk tohumları atılmıştır. Bu metinle birlikte Osmanlı’nın merkeziyetçi, padişah iradesine dayalı yapısından; milli, temsili ve meşru millet iradesine dayanan modern devlet yapısına geçiş başlatılmıştır. Amasya’da yazılan bu metin, Ankara’da kurulacak bir Cumhuriyet’in ruhi ve siyasi habercisi olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk
Kazım Karabekir Paşanın T. B. M. M.’ne Telgrafı

Published
1 yıl agoon
Ağustos 12, 2024By
drkemalkocak
5.- MUHTELİF EVRAK
1.- Şark Cephesi Kumandanı Kâzım Karabekir Paşanın, İstanbul’da inikat eden Şûrayı Saltanatta Sevr Muahedesinin imza edilmesine karar verenlerle muahedeyi imza edenlerin hiyaneti vataniye ile ittiham olunmalarına dair telgrafı.
REİS — Kâzım Karabekir Paşadan mevrut bir telgraf var okunacak.
Erzurum;
Ankara’da Meclisi Milli Riyasetine
Vatansız, vicdansız üç serserinin, yine kendileri gibi millet ve vatanla alakası olmayan bir kaç kişi namına sulh muahedesini imza ettiklerini ajansta gördük. Mücadelei milliyemizde daha büyük bir azim ve imanla devamı tekiden ahdettiğimizi arz eylerim. İstanbul’da teşekkülünü evvelce duyduğumuz Şûrayı Saltanatta Türkiye’nin hayatı mevcudiyetini söndüren bu zalim muahedenin imza edilmesine karar ve rey veren esamileri malum eşhasın ve muahedenameye vazı imza edenlerin ihaneti vataniye ile ittiham olunmasını ve haklarında hükmü gıyabi verilmesini bu vatansızların isimlerinin her yerde lanetle yadedilmesinin ilan ve tamim olunmasını arz ve teklif eylerim.
17 Ağustos 1336 [1920]
Şark Cephesi Kumandanı
Kâzım Karabekir
REİS — Kâzım Paşanın bu teklifini tensip buyuruyor musunuz? (Hay hay) tensip buyuranlar ellerini kaldırsın. Tensip edildi efendim.
T. B. M. M. ZABIT CERİDESİ, Elliüçüncü İçtima, 19.8.1336 Perşembe, Devre: 1, Cilt: 3, İçtima Senesi: 1, s. 333
https://www5.tbmm.gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/TBMM/d01/c003/tbmm01003053.pdf
Türk İstiklâl Mücadelesi
Mustafa Kemal Paşa’nın Balıkesir Zağnos Paşa Camiinde Halkla Konuşması

Published
2 yıl agoon
Şubat 7, 2024By
drkemalkocak
(7 Şubat 1923)
GİRİŞ
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Gazi Mustafa Kemal [ATATÜRK] önderliğinde gerçekleştirilen Türk İstiklal Harbi/Milli Mücadele’den sonra kurulmuştur. Türk Milletinin bağımsızlığını kazanmasından sonra Gazi, zaman zaman yurt gezilerine çıkmıştır. Bu gezilerinde, Millî Mücadele sırasında düşmana karşı omuz omuza birlikte mücadele ettiği milleti ile daha yakından temas kurma imkânına kavuşmuştur. Gezilerinde, uzun süren harplerden yeni çıkmış olan halka moral vermiş, yeni kurulan “Türk Milletinin/Milli Kültürümüzün” muasır medeniyetler seviyesine ulaşması için yapılması gerekenler hakkında, kulluk/kölelikten kurtularak hürriyetine kavuşan vatandaşları bilgilendirmiş, yapılan inkılâpların uygulanışını görmüş ve yapılacak inkılâplarla hakkında kamuoyu oluşturmuştur. İhtiyaç duyduğu kamuoyu desteğini sağladığına kanaat getirdikten sonra, yapmak istediği inkılâpları Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne sunmuş ve uygulamaya/hayata geçirmiştir.
Bu geziler, Gazi’i görmek isteyen Türk halkı tarafından büyük bir sabırsızlıkla beklenmiştir. Nitekim geziler öncesinde zaman zaman Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği tarafından karşılama töreni yapılmaması istenmesine rağmen kadını-erkeği, genci-yaşlısı bütün Türk halkı, Gazi’ye olan sevgi ve saygısını göstermek için büyük bir heyecan ve coşkuyla geçeceği yollar üzerine toplanmıştır. Halkın ilgisinden ziyadesiyle memnun olan Gazi, gittiği her yerde özellikle vatandaşlarla yüz yüze görüşebileceği ve fikir alışverişinde bulunabileceği belediye, okul, Cumhuriyet Halk Fırkası, Türk Ocağı ve diğer kurum ve kuruluşları ziyaret etmiştir. Bu görüşmelerin katkısıyla halkın beklentileri hükümet programlarında ve uygulamalarında anlamını ve yerini bulmuştur. Bu sebeple Gazi’nin yurt gezileri, genellikle önemli siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel değişim ve gelişmelerin yaşandığı/yaşanacağı günlerin öncesi veya sonrasında gerçekleşmiş olması bakımından anlamlıdır.
Gazi Mustafa Kemal, yurt gezileri kapsamında Balıkesir’i biri cumhuriyetin ilanından önce, altısı ilan edildikten sonra olmak üzere yedi defa ziyaret etmiştir. Cumhuriyetin ilanından önce Balıkesir’e ilk defa 6-8 Şubat 1923’te gelmiştir. Cumhuriyet’in ilanından sonraki ilk ziyareti ise 8-10 Ekim 1925’te gerçekleşmiştir. Bunu, 13-15 Haziran 1926, 7-8 Şubat 1931, 21-22 Ocak 1933, 15 Nisan 1934 ve 24-25 Haziran 1934’teki ziyaretleri takip etmiştir.
Aşağıda, Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın 6-8 Şubat 1923’teki Balıkesir seyahatinde kendisine eşlik eden Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi Sahibi Recep Zühdü [SOYAK]’ın kaleminden “GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN BALIKESİR SEYAHATİ”nin, Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi’nin 11 Şubat 1923 tarihli nüshasında yayımlanan “BALIKESİR’DE FEVKALADE MÜHİM BİR NUTUK- BALIKESİR’DE HALKLA KONUŞMA (7 ŞUBAT 1923)” başlıklı bölümü, Osmanlı Türkçesinden çeviri yazı olarak sunulmuştur.
***

BALIKESİR’DE FEVKALADE MÜHİM BİR NUTUK
Mustafa Kemal Paşa Hazretleri hutbeler ve hilafet hakkındaki izahatından sonra mesail-i siyasiye ve içtimaiye ve iktisadiyemize [siyasi, sosyal ve ekonomik meselelere] geçmişlerdir
BALIKESİR’DE HALKLA KONUŞMA
(7 ŞUBAT 1923)
Balıkesir: 7 [Şubat 1923 Çarşamba] (AA ) – Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri, bugün öğle namazını büyük bir cemaat ile Paşa [Zağnos Paşa] Camii Şerifi’nde kılmışlardır. Namazdan ve ervah-ı şühedaya [şehitlerin ruhlarına] ithafen kıraat edilen [okunan] mevlidi nebeviden sonra Paşa Hazretleri minbere çıkarak şu hutbeyi [nutku/konuşmayı] irat buyurmuşlardır [yapmışlardır]:
“Millet! Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selameti, atifeti [iyiliği] ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara hakayıkı [hakikatleri] tebliğe memur ve resul olmuştur. Kanunu esasisi, cümlenizce [hepinizce] malumdur ki, Kur’an-ı azimüşşandaki nusustur [naslardır]. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikate tamamen tevafuk ve tetabuk ediyor [uyuyor ve denk düşüyor]. Eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk etmemiş [uymamış] olsaydı, bununla diğer kavanin-i tabiiye-i ilahiye beyninde [tabii ilahi kanunlar arasında] tezat [zıtlık] olması icap ederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i künyeyi [bütün kâinatın kanunlarını] yapan, Cenabı Hak’tır.
Arkadaşlar, Cenabı Peygamber, mesaisinde iki eve, iki haneye malik [sahip] bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in eser-i mübareklerine [mübarek eserlerine] iktifaen [uyarak] bu dakikada milletimize, milletimizin hal ve istikbaline [bugününe ve geleceğine] ait hususatı [hususları] görüşmek maksadıyla bu dar-ı kutside [kutsal evde], Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden, Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum.
Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek, yani meşveret için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir. İşte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklalimiz [gelecek ve bağımsızlığımız] için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Amal-ı milliye [milli emeller], irade-i milliye [milli irade] yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin [bütün millet fertlerinin] arzularının, emellerinin muhassalasından [bileşkesinden] ibarettir. Binaenaleyh [dolayısıyla] benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız, serbestçe sormanızı rica ederim.”

Müşarünileyh [adı geçen], badehu [ondan sonra] minberden aşağıya inmişler ve muhtelif zevat tarafından irat edilen [sorulan] yirmiyi mütecaviz suali [yirmiden fazla soruyu] tespit ettikten sonra cevaplarını vermişlerdir. Hutbeler hakkındaki ilk suale [soruya] cevaben demişlerdir ki:
“Hutbeler hakkında irat edilen sualden [sorulan sorudan] anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı, milletimizin hissiyat-ı fikriyesi [fikri hissiyatı] ve lisanıyla ve ihtiyacat-ı medeniye [medeni ihtiyaçlar] ile mütenasip [uyumlu] görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek nasa [insanlara] hitap etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman, bundan birtakım mefhum [kavram] ve manalar istihraç edilmemelidir [çıkarılmamalıdır]. Hutbeyi irat eden [söyleyen], hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederlerdi [söylerlerdi]. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamber’in, gerek hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] söylediği şeyler, o günün meseleleridir; o günün askeri, idari, mali ve siyasi, içtimai hususatıdır [toplumsal hususlarıdır]. Ümmet-i İslamiye [İslam ümmeti] tekessür [çoğalmaya] ve memalik-i İslamiye [İslam memleketleri] tevsie [genişlemeye] başlayınca, Cenabı Peygamber’in ve hulefay-ı raşidinin [dört halifenin] hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine [söylemelerine] imkân kalmadığından, halka söylemek istedikleri şeyleri iblağa [bildirmeye] birtakım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar her halde en büyük rüesa [reisler] idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir [aydınlatmak] ve irşat [uyarmak] için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı ahval-ı umumiyeden [genel durumdan] haberdar etmek, son derecede haiz-i ehemmiyettir [ehemmiyetlidir].
Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı hal-i faaliyette [faaliyet halinde] bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünkü icabat[icapları]nıza ve ihtiyaçlarınıza temas etmemesi, halife ve padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat, ahalinin tenvir ve irşadıdır [aydınlatılması ve uyarılmasıdır], başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehalet ve gaflet içinde bırakmak demektir. Hatibanın [hatiplerin] her halde nasın [insanların] kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir. Geçen sene Millet Meclisi’nde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki: “Minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menba-ı feyz [feyiz kaynağı], bir menba-ı nur [nur kaynağı] olmuştur.” Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayık-ı fenniye ve ilmiyeye [fenni ve ilmi hakikatlere] mutabık [uygun] olması lazımdır. Hatibay-ı kiramın [değerli hatiplerin] ahval-i siyasiye [siyasi ahvali], ahval-i içtimaiye ve medeniyeyi [toplumsal ve medeni ahvali] her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat [telkinler] verilmiş olur. Binaenaleyh [dolayısıyla] hutbeler tamamen Türkçe ve icabat-ı zamana mutabık [zamanın icaplarına uygun] olmalıdır ve olacaktır.”

Badehu [ondan sonra] hilafet hakkındaki suale [soruya] nakl-i kelam ederek [sözü getirerek] yalnız Türkiya değil, bütün âlem-i İslam’a [İslam âlemine] ait olan bu makama vazife ve salahiyet vermek, Türkiya devletinin salahiyeti haricinde ve fevkinde [üzerinde] olduğunu beyandan sonra demişlerdir ki:
“Dünya yüzünde Osmanlı devletinin inkırazından [bitişinden] sonra bir Türkiya devleti teşekkül etmiştir. Bu devlet İran ve Afganistan gibi müstakil [bağımsız] ve Müslümandır. Yeni Türkiya devletini milletin vekillerinden mürekkep olan [meydana gelen] Türkiya Büyük Millet Meclisi idare eder. Bu şerait[şartlar] dâhilinde halifeye, yalnız Türkiya devleti nam ve hesabına kanun-ı mahsusla [özel kanunla] verilmiş olduğundan başka bir hak ve salahiyet verilmek icap ederse, milletin hâkimiyeti takit edilmiş [kısıtlanmış] ve bilnetice [neticede] bu hâkimiyet inkısama uğratılmış [parçalanmış] olur ki, bu, eski halin avdetinden [dönmesinden] başka bir şey olamaz.”
Müteakiben Lozan Konferansı hakkında irat edilen suale [sorulan soruya] geçerek şu sözleri söylemişlerdir:
“Mamafih [ne yazık ki], adli, mali kapitülasyonlar mesailinde [meselelerinde] muhataplarımız eski zihniyetlerini tebdil etmemişlerdir [değiştirmemişlerdir]. Bu mesailde [meselelerde] İtalyanlar ve bilhassa Fransızlar müşkülat ihdas etmişlerdir [çıkarmışlardır]. Bu iki sebepten dolayı Lozan Konferansı’nın mesai-i ciddiyesi [ciddi mesaisi] tevkif etmiştir [durmuştur]. İtilaf devletleri heyet-i murahhasları [delege heyetleri], hükümetleriyle temasta bulunmak üzere Lozan’dan müfarekat etmişlerdir [ayrılmışlardır]. Bizim heyet-i murahhasımızın [delege heyetimizin] da hükümet ve Büyük Millet Meclisi ile müşavere etmek üzere gelmesi memuldür [muhtemeldir]. Biliyorsunuz ki, Lozan’da İtilaf heyet-i murahhası [delege heyeti] aylardan beri devam eden mesaiden sonra bize bir sulh [barış] projesi vermişlerdir. Bu proje kapitülasyonlar hakkında ihtiva ettiği mevaddan [maddelerden] dolayı milletimizce katiyen kabil-i kabul değildir [kabul edilemez]. Kapitülasyonlar bir devleti behemehâl [mutlaka] münkariz eder [bitirir]. Devlet-i Osmaniye [Osmanlı devleti] ile Hindistan Türk ve İslam imparatorlukları bunun en büyük delilidir. Efendiler, biz hukuk-ı meşru ve hayatımızı [meşru ve hayati haklarımızı] dünyay-ı medeniyet ve insaniyete [medeniyet ve insaniyet dünyasına] tasdik ve teslim ettirmek için çalışıyoruz. Bunu tasdik ve teslim ettirmek için icap eden her türlü tedbirlere tevessülde [girişmekte] tereddüt göstermeyeceğiz. Milletin irade-i hakikiyesinin [hakiki iradesinin] bu merkezde olduğuna kaniyim.” (Hay hay sesleri)
Badehu [Ondan sonra] Düyunu Umumiye’nin Türkiya’dan ayrılacak mahallere taksim olunduktan sonra tanınacağından ve rejinin şu veya bu şekilde olmasının her zaman kabil-i tezekkür olduğundan [konuşulabileceğinden], ticarete, ziraate ve sanayiye fevkalade ehemmiyet verilmek icap ettiğinden, kadınların hayat-ı içtimaiyemizde [toplumsal hayatımızda] erkekler derecesinde sahib-i hak [hak sahibi] olması lazım geldiğinden bahsetmişler ve Halk Fırkası hakkındaki soruya aşağıdaki cevabı vermişlerdir:
“Bu milletin siyasi fırkalardan çok canı yanmıştır. Şunu arz edeyim ki, memalik-i sairede [diğer memleketlerde], fırkalar behemehâl [mutlaka] iktisadi maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir. Çünkü o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın menfaatını muhafaza için teşekkül eden siyasi bir fırkaya mukabil [karşılık] diğer bir sınıfın menfaatını muhafaza maksadıyla başka bir fırka teşekkül eder. Bu pek tabiidir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teessüs eden siyasi fırkalar yüzünden şahit olduğumuz neticeler malumdur. Hâlbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dâhildir. Bir defa halkımızı gözden geçirelim: Biliyorsunuz ki, memleketimiz çiftçi memleketidir. O halde milletimizin ekseriyet-i azimesi [büyük çoğunluğu] çiftçi ve çobandır. Bu böyle olunca buna karşı büyük arazi ve çiftlik sahipleri varid-i hatır olur [hatıra gelir]. Bizde büyük araziye kaç kişi maliktir [sahiptir]? Bu arazinin miktarı nedir? Tedkit edilirse [incelenirse] görülür ki, memleketimizin vüsatına [genişliğine] nazaran hiç kimse büyük araziye malik [sahip] değildir. Binaenaleyh [dolayısıyla] bu arazi sahipleri de himaye edilecek insanlardır. Sonra sanat sahipleriyle kasabalarda ticaret eden küçük tüccaran [tüccarlar] gelir. Bittabi bunların menfaatlarını, hal ve atilerini [bugünlerini ve geleceklerini] temin ve muhafaza etmek mecburiyetindeyiz. Çiftçilerin karşısında olduğunu farz ettiğimiz büyük arazi sahipleri gibi bu ticaret erbabının karşısında da büyük sermaye sahibi tüccarların bulunduğu varid-i hatır olabilir [hatıra gelebilir]. Hâlbuki bizim memleketimizde büyük sermaye sahibi insanlar yoktur. Kaç milyonerimiz var! Hiç. Binaenaleyh [dolayısıyla] biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerlerin hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız. Sonra amele gelir. Bugün memleketimizde fabrika, imalathane vesaire gibi müessesat çok mahduttur [müesseseler çok sınırlıdır]. Mevcut amelemizin miktarı yirmi bini geçmez. Hâlbuki memleketi teali eylemek [yükseltmek] için çok fabrikalara muhtacız. Bunun için de amele lazımdır. Binaenaleyh [dolayısıyla] tarlada çalışan çiftçilerden farkı olmayan ameleyi de himaye ve sıyanet [korumak] etmek icap eder. Bundan sonra münevveran [aydınlar] ve ulema denilen zevat gelir. Bu münevveran ve ulema kendi kendilerine toplanıp halka düşman olabilir mi? Bunlara terettüp eden [düşen] vazife, halkın içine girerek onları irşat [uyarmak] ve ilâ etmek [yükseltmek] ve onlara terakki [ilerleme] ve temeddünde [medenileşmekte] pişva [öncü] olmaktır. İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Binaenaleyh mesalik-i muhtelife erbabının [çeşitli meslekler sahiplerinin] menafi [menfaatları] yekdiğerine memzuc [karışmış] olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve heyet-i umumiyesi [tamamı] halktan ibarettir.
Halk Fırkası halkımıza terbiye-i siyasiye [siyasi terbiye] vermek için bir mektep olacaktır. Beni çok seven ve hayatımı düşünen bazı arkadaşlarım bana böyle bir fırka-ı siyasiye [siyasi fırka] teşkil etmemekliğimi tavsiye etmişlerdir. Filhakika [hakikaten] vazife-i milliyenin hitamında [milli vazifenin sonunda] köşeye çekilerek istirahat etmekliğim benim için bir menfaattır. Bunu yapabilmek için şimdiye kadar istihsal [elde] olunan neticelerin tespit olunduğu gibi devam edeceğine itimat etmek icap eder. Fakat bu hususta henüz bi-endişe [endişesiz olamam. Hiçbirinizin de bi-endişe olmamanızı tavsiye ederim. Şimdiye kadar istihsal ettiğimiz muvaffakiyetler üç dört seneye sığmayacak kadar çoktur. Her tarafta olduğu gibi bizde de yeni hareketler ve cereyanlar karşısında onu hazmedemeyen kuvvetler zuhur edebilir [ortaya çıkabilir].

Mateessüf [ne yazık ki], bu daima vardır. Nitekim bu hususta ahkâm-ı şer’iyeye muvafık [şer’i hükümlere uygun] olmayan ve maalesef Meclis’te aza [üye] bulunan bir zat tarafından risale de yazılmıştır. Bu teşebbüs eski Osmanlı devletini iadeden başka bir şey değildir. Bunu yapan o zat, hükümet ve millet nazarında mürtecidir.
Efendiler, şunu katiyetle bilmek icap eder ki, kazanılan şey, hayat ve namustur. Buna tecavüz, hayat ve namusumuza tecavüzdür. Her ferdin bu gibi hareketlere dikkat etmesi ve onlara karşı son derece müteyakkız [uyanık] bulunması lazımdır. İşte bu nokta-ı nazardan [bakımdan] milletin içinde bir fert olarak ve tekrar milletin intihabına [seçmesine] nail olur isem, Türkiya Büyük Millet Meclisi’nde aza sıfatıyla çalışmayı vazife telakki [kabul] ediyorum.
Efendiler, ne ben ve ne siz, şahıslarımız üzerinde vaziyetler ihdasına [meydana getirmeye] kalkışmayalım. Biz hepimiz o suretle çalışalım ki, kuracağımız şey milli bir müessese olsun. Bu da millete terbiye-i siyasi [siyasi terbiye] vermekle olur.
Asırların bize verdiği dersten milletimizin lüzumu kadar mütenebbih [uyanmış] olduğunu görüyorum. Milletimizin evsaf-ı mahsusası [özel vasıfları] her işimizde muvaffakiyetimizin teminatıdır. Muvaffakiyetimiz bittabi vahdetle [birlikle] olacaktır. Eğer millet müşterek gayeye müştereken sarf-ı faaliyet [faaliyet sarf] ederek yürürse, behemehâl [mutlaka] muvaffak olacaktır. İşte bunları düşünerek mesai-i müstakbelede de [gelecekteki mesaide] de muvaffak olacağına kani bulunuyorum.”
Paşa Hazretleri hasbihâllerine şu suretle son vermişlerdir:
“Arkadaşlar, buraya gelinceye kadar birçok yerlere uğradım. O yerlerin halkıyla yani kardeşleriniz, dindaşlarınız ve hemdertlerinizle aynı suretle musahabelerde [sohbetlerde] bulundum ve onların da sizin gibi memleketin hal ve atisiyle [bugünü ve geleceğiyle] fevkalade alakadar olduklarını gördüm. Sonra yine bu seyahatim esnasında ordumuzu gördüm; askerlerimiz, subaylarımız ve kumandanlarımızla temasa geldim.
Tetebbu tedkikat ve teftişatım [İnceleme ve teftişlerimin] neticesi bizi mağrur edecek bir haldedir. Çünkü vaziyetimiz çok kuvvetlidir. Memleketimiz halkında ve ordusunda gördüğüm kudret ve kabiliyet, bilhassa azim ve celadet [kahramanlık], hakkımızı behemehâl [mutlaka] istihsale [elde etmeye] kâfi ve kefildir.”
KAYNAKÇA
Hâkimiyet-i Milliye, 11 Şubat 1923, No: 736, s. 2, sütun: 1-4
Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1959, s. 94-99
Atatürk’ün Bütün Eserleri, Cilt: 15 (1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2005, s. 117-121
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri3 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Mustafa Kemal Atatürk3 yıl ago
GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA’NIN KONYA TÜRK OCAĞI’NDA YAPTIĞI KONUŞMA
- Türk Tarihi3 yıl ago
CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]