Türk Bilgeliği
EĞİLMEYEN BAŞLARA !..

Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocak
Şefika BOZER
Adıyaman Orhangazi İlköğretim Okulu Türkçe Öğretmeni
(Gazi Üniversitesi Kastamonu Eğitim Fakültesi Türkçe Eğitimi Bölümünü bitirdim. Ortaokuldan beri şiir, deneme ve makale yazıyorum. Hayatın alfabesinde bir harflik yerim olsun diye duygularımı kelimelerin sırtına yükleyip zamanı ve mekânı aşması için yazmayı seçtim. Severek okumanız dileğiyle…)
Bu yazı susmalara yazılmıştır. Bu yazı yıllara rağmen eğilmeyen başlara, çatık kaşlara, ayakta kalma mücadelesi veren ruhlara yazılmıştır.
Edebi yok sayan, edebiyattan anlamayan gençlerimizin içinde, dik başlı olan, sorgulayan, daha yapacak işler var diyerek sarp dağlara tırmanma kararlılığında olan yüreklere yazılmıştır.
Bu cümleler, hayata ait bilgece söylenmiş üç cümleden yoksun olup da nutuklar atanlara kulaklarını kapatan onurlu insanlara yazılmıştır.
Eğer kendinize yazıldığını düşünmüyorsanız okumayın devamını. Çünkü bu yazı zalimin çok olduğu şu dünyada adil olana, Hak yemeyene, Hak’tan ayrılmayana yazılmıştır. Bu satırlar öfkelerimizin tavan yaptığı zamanlarda kiminin bir of çekmesine, kiminin bir sigara dumanına bağışladığı ömrüne, kimine de “yalnız değilmişim benim gibi deliler de varmış” dedirtmek adına yazılmıştır.
Zamanın değerlerine çanak tutmayan, moda söylemlerden uzak, sade ve çalkantısız hayatının içinde derin düşünen ve derinliğine yaşayan insanlara yazılmıştır. Sokakta düşen tanımadığı çocuğun elinden tutup kaldıran, bir sokak köpeğine nefretle değil de sevgiyle bakan, komşusunun adını değil derdini bilen insanlara yazılmıştır.
Taaa dört kıta ötedeki insanların acısıyla yüreği kanayan, maddeden çok manayı anlayan güzel ülkemin 21. yüzyılda tüketim kültürüne yenilmemiş bileklerine yazılmıştır. Bu satırlar “Ata”sına dil uzatanlara sadece bedenini değil ruhunu da siper etmekten çekinmeyen, bilgiye nerede olursa ulaşıp da özüne yabancılaşmayan, duldalarda yaşamayı seven ancak güneşe de sırt dönmeyen kişiliklere yazılmıştır.
Yani bu satırlar söylenmemiş bütün güzellikleri içinde yaşayıp da keşfedilmemiş, uzak dağ köylerinde küçük elleriyle boyundan büyük bidonlarla su taşıyan kınalı kuzulara yazılmıştır. Ya da her derdi içinde taşıyıp da bizim gibi bir ooff bile diyemeyecek kadar zorda olanlara yazılmıştır… Ya da içinizden ne geçiyorsa uzayıp gidecek, ne kadar güzellik varsa hayata dair bu satırlar onlara yazılmış olsun.
Varsın da bu yazı özlemlere adanmış olsun… Yaşatamadığımız, kaybettiğimiz, özlemle andığımız, ardından bir Fatiha okuduğumuz, bu dünyadaki bütün güzellikleri tadamadan aramızdan ayrılanlara adanmış olsun. Bu yazı varsın da bir yerde son bulsun, yüreğinizin bir köşesine konsun…
************
UMUTLAR BAYRAM OLSUN…
Sen her sabah pencereme konan yurtsuz güvercin,
Sen çağları aşıp gelen henüz dinlemediğim gurbet türküm,
Sen soğuk kış geceleri ellerimi titreten poyraz,
Sen yüreğimin gizli köşelerinden akıp gelen dilsiz nağmelerim
Şahit olun bu feryadıma…
Bugün yıllara meydan okudum, zamanı durdurdum öfkemi söndürdüm. Ülke adlı yalnız ceylanım!
Her gün bir kanadına namert okunun değdiği ve her yaraya bir merhem aradığım çaresiz derdim…
Lokman Hekime bağlamışken bütün umutları ve bırakmışken Yaradan’a bütün sırları, susturamadığım iç sesime ve zehir damlatan dilime şikâyetimdir bu yazı…
Bu yazı sahipsiz mezar taşlarına asılı kalsın… Kimliksiz ve kişiliksiz yaşarken bu hayatın içinde söyleyecek sözü, anlatacak derdi olmayanlara dert olsun… Ömrü boyunca cehalete dost, aydınlığa düşman olanlara ibret olsun… Sözleri saçma, bestesi gürültü olan bunca ahmaklığın içinde yapılacak iyi işlere yolları tıkayanlara sır olsun… Bu yazı vatana hizmeti ibadetten sayan insanlara sevinç, hakikatin gizli penceresinden zehir sunanlara yas olsun… Tevazuu elden düşürmeden karınca misali çalışıp bir çocuğun elinden tutup bir ihtiyara saygıyla eğilen başlara taş atanlara har olsun… Dilimizden düşürmediğimiz ne kadar güzel değer varsa önünde set olanlara kış olsun… Uykusuz gecelerde yeniye ve güzele açılan kapılara kilit vuranlara duvar olsun… Ve elimiz ve dilimiz döndüğünce bu dünyada başımız dik yaşarken dalımızı kıranlara zindan olsun…
Göç yolları tutulurken bu yazı merhameti içinde unutanlara hatırlatacak bir ilham olsun… ve dilim bütün bunları söylerken;
Gece feryadıma yıldızlar şahit olsun, gündüz güneş ışık olsun…
Sabah rüzgârı mürekkebim olsun, tan yeri kâğıdım
Her doğan günde yapraklarım dolsun, yaşanan bütün kötülüklere rağmen;
Umudum olsun…
Umutlar bayram, bayramlar umut olsun…
************
VEFA ÜSTÜNE
Selamı sabahı kesmiş yine dostlar. Alıngan bir çocuk gibi bitmeyen işlere, yoğunluklarla geçen zamanlara kızıyorum. Bir merhabayı çok görürken, elvedaları bile söylemeye vaktimiz kalmadan dönüyoruz iç dünyamıza. Bizi üzecek kıracak ne kadar anı varsa zihnimizde tazeleyip yeni ve bitimsiz kederlere kucak açıyoruz.
Hep bahanelerle geçen ömrümüzde, güzelliğin lale gibi çabuk solduğu şu zamanda, bir an için kapatsak mazeretlerin kutusunu. Öyle yazması kolay da gel de kapat dediğinizi, yeni bir mazeret geliştirdiğinizi duyar gibiyim.
Zaman ne dün, ne yarınken, bugünden öte zaman yokken biz ertelenmelere kucak açıyoruz. Hastalığımızın adını, toplantının saatini, yeni gelen evrakları kayıt altına alıyoruz da doğum günlerini hatırlamakta cep telefonlarımızın hatırlatmalarını bile kuramıyoruz.
Bu gün bütün toplantıları iptal ettim, kuralları bozdum, yasaları çiğnedim. Kalabalıklar içinde yalnızlığı, yoğunluklar içinde mazeretleri taşırken sırtımda kambur misali, bütün güzellikleri yaşamak istiyorum doyasıya.
Ne kadar zaman oldu bir kuşun kanat çırpınışını görmeyeli, ayaklar altında ezilen kır çiçeğini koklamayalı, bir ağaç altında oturmayalı? Ne kadar zaman oldu bir arkadaşın açtığı telefonla dertleşip ağlamayalı veya ne kadar komik hikâye varsa, yaşadığımız anıların sihirli dünyasında yol almayalı?
Yıllar acımasızken, mola vermeden ilerlerken, sadece bir nefes bile bize yaşadığımızı hatırlatırken öyle derinden bir iç çekip kapıya gidiyor ayaklarım. Bütün kalabalığından kurtulup ömrümün, ailemi ve dostları arıyorum çevremde. Uzak diyorum hayat çok uzağa atmışken beni, ben telefonuma sarılıyorum yeniden. İçli bir aloo diyorum, içimde biriktirdiklerimi içime saklıyorum.
Bir telefon kadar yakınken her şey, vefa diyorum vefat etmiş duyanınız, bileniniz var mı? Bir vefa örneği gösterip de dua etsek mi yeniden dirilmesi için? NE DERSİNİZ VAKTİNİZİ ALIR MI, NEYSE BENİMKİ LAF-I GÜZAF İŞTE… HAYATTA ONCA ÖNEMLİ ŞEY VARKEN, SİZ BOŞVERİN BENİ…
************
DEDEM KORKUT KAF DAĞINDA
Susma ey yazıcı zalimlerin çok olduğu yerde susamaz adil olan… Dilinden bal damlamasa da yazmalı şair gönlüm içinden geçenleri… Kurdu tilkiye boğduran bu zamanda küçücük penceremin aralığında izlerken dünyayı, yazacak ne çok şey olduğunu düşündüm birden… Düşündüm de kalem aciz kaldı kelimeler eksik…
Ey yazıcı susarsan şimdi sen, kelimelere yeni anlamlar yüklemezsen eğer, adında konaklasın bütün kederler… Kedere sırt çevirirse yazıcı, huzur yabancı kalsın ona… Dediği gibi şairin: şairleri haykırmayan bir millet sevenleri toprak olmuş öksüz bir çocuk gibiyse susmamalı yazıcı, söylemeli hayali gerçekte harmanlayıp…
Günyüzü görmemiş umutlara koşarken ben, ayaklar altında kalırken güzel dediğimiz bütün düşler ben bütün kelimelerimi sana veriyorum yazıcı. Seni ışıtsın, aydınlık yarınlara taşısın… Parçalanmış bir pazılım şimdi yapılamadan bozulan… Ben en güzel bestelerle gelirken düş kurduğum düşler ülkesine adımı yalancı bellemişler… Söylemeyin Hüma kuşu yok, Kaf dağı yok. Ben Kaf dağının ardında bir düş kurmuşum. Hüma kuşu haber uçurur sevdadan aşktan yana… Bulutların güneşle kucaklaştığı serin gölgeler ülkesinde yiğitçe yaşardık… Karlar altında da kalsa Kaf Dağı yok demeyin bana… Yoktu demeyin ben bütün hüzünlerimi orada kaybettim… Şimdi bana Kaf Dağı yok demeyin ya da bana bir teselli verin… Hayat böyle deyin, unut deyin boş verin.
Allı turnalar mor dağlarda salınırken ben geceyi yorgan bilmişim büsbütüne. Günler eksik kalır anlatmaya, sözler naçar… Bilenler olmasa da görenler vardı Sakarya şahittir mesela sorun Kızılırmak’ta bulun gizimi… Dün değil kurduğum, yaşamadığım bir dünyanın resmi değil çizdiğim… Uğruna ömür verilen değerler Kaf dağında değil ya da demeyin bana Kaf dağı yok, Hüma kuşu yok… Çocukken dinlediğim masallardan sanmayın sözlerimi benim, ben tohum saçtığım tarlalarda ırgatça yaşadım. Atalarım dörtnala koşarken Türkistan’dan, ben Dedem Korkut misali öğütler tuttum, nasihatler dinledim. Kopuz çaldım, hikâyeler yazdım, toylar düzenledim, düğünler ettim, davullar çaldım, ağıtlar ettim… Şimdi bana gördüklerin hayal demeyin, yalancısın demeyin. Varın bir haber uçurun padişaha. Ferman buyursun halkına, desin ki bundan böyle:
Bundan böyle mert olana ceza kesilmeye…
Gönül ehline değer verile…
Yalancılara itibar edilmeye…
Halkım uyana, hayali gerçek, gerçeği hayal sanmaya…
Uyana… uyana… Uyan haaaaa…
Geçmişteki bütün güzellikleri içimizde yaşatmak adına…
************
KIR’GIZIM
Kır’gızım sazın tellerini. Kır gizli sırlarını özümün. Kırgızlarda yanarken yoksulluğun ateşi ben susuzluktan ölen çocukların acısıyla yanarım. Özbek ile Kırgız’ın kavgasıymış uzak illerde öz kardeşimin birbirine düşmanlığına yanarım. Türk’ün Türk’ten başka dostu yok diye inanmışken ben, Türk’ün Türk’e düşmanlığına şaşarım.
Kır’gızım sazın tellerini. Aynı türküyü söylemeyi unutturmuşlarken bize, saz acısın halimize.
Kırgız’ım, hem aç hem susuzum. Bir yoksulluk türküsü çalarken sazlar, özümün özüme düşmanlığına şahit olmuşken, unutmuşken ekmek demeyi kelimelerin hissizliğine kapanır kapılarım.
Kır’gızım sazın tellerini çalmasınlar o türküyü. Çırpınsın Karadeniz bakarken Türk’ün haline.
Kırgızım, sazım kırık, türküm unutulmuş, sözlerim naçar, susuzluktan kurumuş göz pınarım. İnsanlığı unutmuş dünyada yanar hayata umut tarafım. Yokluğa açılır pencerelerim, ışık yok, merhamet yok. Sınırlarda başlar sınırlarda biter hayatım.
Kır’gızım sazın tellerini çalmasınlar o türküyü, suskunluğum dibe vurmasın. Vurmasın mızrabım kırık bağlamama, aynı türküde hüznümüz başlamasın. Aynı türküde halaylar tutacağımıza ağıtlar etmişiz, kavgalar tutmuşuz. Kopuz çalan Dede Korkut’un nasihatini unutmuşuz, Kürşad boşuna kırk yiğitle vermiş canını. Manas’ı unutmuş, Ergenekon’dan boşuna çıkmışız, Yavuz boşuna girmiş Mısır’a, Ata unutulmuş aynı davada boşuna şehit olmuş erenler. “Ahbap düşman olmuş ben buna şaştım” diyen türküler unutulmuş.
Kır’gızım sazın tellerini, duymasın kulağım, görmesin gözüm, suya ve ekmeğe hasret gittiğimi. Adaletsiz dünyadan, tokların dünyasından aç soydaşlarıma yazılan açık bir mektuptur bu… Üzülmekten ve öfkelenmekten başka yapacak bir gücüm yokken sevgimi yükleyip kır atımın terkisine uzak diyarlara giderim hayallerimde dörtnala… Kır atımı sulayıp Issık Göl’de, Bişkek’e girerim bir seher vakti, ruhumu dindirmek için…
************
BABAM SAĞOLSUN
Herkesin bir babası var tabi, var olmak için bir de sebebi… Ancak her babanın belki de övülecek çok şeyi yok ya da övülmek için bir de sebebi… Ben var olmak için babama sebep oldum, o zaman bana da bir sebep olsun babam, onu anlatmak için cümle âleme…
Babamın bir öfkesi var, bir dağı yıkacak gibi nefesinden, bazen bir namlunun ucunda yakacak gibi dünyayı… Babamın bir yüreği var bir çiçeği büyütecek kadar ince, bir kuşu yaşatacak kadar vefalı… Babamın bir bakışı var bazen Adıyaman kadar sıcak, ellerimi titretecek kadar edepten hisli.
Babam zamana ayak uyduramadı benim gibi. Dünyanın malına tamah etmeyecek kadar tok gözlü, cebindeki parayı dağıtacak kadar cömert. Benim babam olmasaydı da baba diyeceğim bir adamdır benim babam.
Bazen bütün âlemi sırtında taşır gibi dağılır zihni, bakışı bulutlanır, öfkesi bile sevgi kokar babamın. Babamın evladı olmak bile şair eder insanı. Yazası gelir insanın, babamı anlatmak gelir yürekten, kelimelerin hissizliği yorsa da beni.
Anlatmalıyım babamı, bilinmeli babam, tanınmalı. Dünyanın yaşanası kalmadıysa da babam için yaşamalı bedenim. Babam için atmalı kalbim, onun için yazmalı kalemim, ayaklarım iyiliğe babam için yürümeli… Babam bir kır çiçeği, yüreğimin engin yaylalarında biten. Babam uzun bir cümle bitmeyesi, tükenmeyesi… Ardımda koca bir yürek, bütün yoksunlukları varlığıyla unutacağım… Ömrümün dört mevsimi babam; bazen içli, bazen güçlü, bazen öfkeli bazen coşkulu… Her haliyle insanlığın, adamlığın, mertliğin timsali.
Anlamasa da zalimlerin dünyası, kocaman yüreğimizi biz adaletin kılıcıyla harmanladık özümüzü… Babam olduğu için böyle dik başlıyım, babama çekmiş onurlu yanımız, babam gibi bakışımız bazen kılıçtan keskin, bazen bir pamuk tarlası gibi yumuşacık…
Yıkılınca bütün dünyanın yükü omuzlarıma, babam gelir aklıma yüküm kıymete biner. Babam gelir gurbette aklıma, gözlerimde mavi başlı bir Fırat olur, dolar gözlerim, babama akar… Kıyısında birikmiş gölet gibi Fırat’a dönerim yüzümü… Fırat içine alır beni, babam gibi basar bağrına. Gezerim sonra engin sularında babamın, damlasında özüme dönerim, çocukluğumun tutarım ellerinden.
Sonra inandırdığı o güzel ülkeye siper ederim kendimi, bilirim yaşamak da ölmek de vatan içinse değerli. Şu cennet ülkeyi cehennem edenlere rağmen bütün iyi niyetlerimi vatana siper ederim… Sonra yorulan bedenime rağmen, bir tutam dua alırım yüreğimin gizli bahçelerinden, el açıp duaya dururum.
Her şey yıkılsa da şu âlemde bir vatan, bir de babam sağ olsun… Âmin…
You may like

Kutadgu Bilig, Siyasetnâme, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’de Karşılaştırmalı Bir İnceleme
Özet
Bu çalışma, Türk-İslâm siyaset düşüncesinin dört temel metnini—Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i (1069-1070), Nizâmü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’si (1091), Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler’i (1767)—“ehliyet ve liyakat” kavramı üzerinden karşılaştırmaktadır. İncelemede, devletin bekasının her dönemde liyakatli kadrolara bağlandığı, ancak kavramın içeriğinin tarihi bağlama göre değiştiği ortaya konulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Ehliyet, Liyakat, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı maliyesi
Giriş
Devlet yönetiminde ehliyet ve liyakat, Türk-İslâm siyaset düşüncesinde süreklilik arz eden temel ilkelerden biridir. Erken dönemden itibaren yöneticilerin erdem, bilgi ve adaletle mücehhez kılınması/donatılması gerektiği vurgulanmış; zamanla kurumların bozulması ve mali krizler karşısında bu ilke yeniden gündeme getirilmiştir. Bu çalışmada, Kutadgu Bilig’de normatif ideal, Siyasetnâme’de kurumsal tecrübe, Koçi Bey Risalesi’nde kriz teşhisi ve Devlet Adamlarına Öğütler’de mali disiplin ekseninde ortaya konulan liyakat anlayışları karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır.
Gelişme

1. Kutadgu Bilig’de Erdem Merkezli Liyakat
Yusuf Has Hâcib, erdemli ve bilge yöneticiyi devletin temeli olarak görmektedir. Ona göre:
“Bilgisiz kişi iş başına geçerse, iş bozulur, halk perişan olur.” [1]
Dolayısıyla liyakat, daha çok ahlâkî erdem ve bilgelik üzerinden tanımlanmaktadır. Yöneticilik ancak adalet, akıl ve ölçü sahibi kimselere verilmelidir.
2. Siyasetnâme’de Kurum Tecrübesi ve Liyakat
Nizâmü’l-Mülk, Selçuklu pratiği üzerinden liyakati kurum bağlamında ele almaktadır:
“Hükümdar, iş bilmez kişiye memuriyet verirse, o iş harap olur.” [2]
Siyasetnâme’de kadılar, valiler, komutanlar gibi görevler için tecrübe ve dürüstlük vurgulanmaktadır. Rüşvet ve kayırmacılığın devleti çökerteceği sıkça dile getirilmektedir. Burada liyakat, ahlâk kadar kurum işleyişi ve idari tecrübe ile bağlantılıdır.

3. Koçi Bey Risalesi’nde Kriz ve Liyakat Kaybı
Koçi Bey, XVII. yüzyıl Osmanlı krizini, özellikle tımar ve ocak düzeninin bozulmasını ehliyet kaybıyla açıklamaktadır:
“Evvelce tımar ve zeametler iş ehline verilirdi; şimdi para veren ehliyetsizlere tevcih olunur oldu. Bu sebepden asker bozuldu.” [3]
Çözüm olarak “kanun-ı kadîm”e dönüş ve ehil kişilerin iş başına getirilmesi teklif edilmektedir. Burada liyakat, doğrudan askeri-idari düzenin yeniden tesisi ile eş anlamlıdır.

4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa’da Mali Disiplin ve Liyakat
Sarı Mehmet Paşa, Osmanlı’nın mali krizini liyakatsizlikle ilişkilendirmektedir:
“Bir iş, ehil olmayanın eline geçerse, defterler bozulur, hazine boşalır, halkın malı telef olur.” [4]
Ayrıca rüşvetle iş göreni, kul hakkı yiyen ve devleti çökerten kişi olarak nitelemektedir. [5] Bu yaklaşım, liyakati özellikle mali doğruluk, dürüstlük ve hesap verebilirlik üzerinden tanımlar.
5. Karşılaştırmalı Tablo
Ölçüt | Kutadgu Bilig (11. yy) | Siyasetname (11. yy sonu) | Koçi Bey Risalesi (17. yy başı) | Devlet Adamlarına Öğütler (17. yy sonu) |
Bağlam | Kurucu siyaset felsefesi | Selçuklu idare pratiği | Osmanlı kriz dönemi ıslahnâme | Mali kriz ıslah risalesi |
Liyakatin Temeli | Erdem, akıl, adalet | Tecrübe, dürüstlük | Kanun-ı kadîm, askeri-idari ehliyet | Mali doğruluk, dürüstlük, hesap verebilirlik |
Sorun Tespiti | Bilgisiz kişinin iş başına gelmesi | İş bilmez memur, rüşvet | Rüşvetle mansıp tevcihi, tımar bozulması | Defterlerin bozulması, rüşvet, israf |
Çözüm | İş ehline verilmelidir | Liyakatli kadro, rüşvet yasağı | Eski usule dönüş, ehil atamalar | Ehil memur, şeffaf kayıt, mali disiplin |
Beka Anlayışı | Halk refahı ↔ devletin uzun ömrü | Nizam ↔ devletin devamı | Disiplin ↔ devletin yeniden dirilişi | Mali denge ↔ devletin bekası |

Sonuç
Kutadgu Bilig’de liyakat, ahlâkî ve erdem merkezli bir normatif ideal olarak ifade edilirken, Siyasetnâme’de kurum tecrübesi, Koçi Bey Risalesi’nde kriz karşısında kanun-ı kadîme dönüş ve Devlet Adamlarına Öğütler’de mali doğruluk üzerinden tanımlanmıştır. Farklı bağlamlara rağmen dört metin de ortak bir görüşte birleşmektedir: Devletin bekası, işlerin ehline verilmesine bağlıdır.
DİPNOTLAR
- Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çeviren: Reşit Rahmeti Arat, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1947, Beyit 2018.
- Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme, Hazırlayan: Mehmet Altay Köymen, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, 10. bab.
- Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Hazırlayan: Ali Kemali Aksüt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, İstanbul, 1994, s. 42.
- Sarı Mehmed Paşa, Nesâyihü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ (Devlet Adamlarına Öğütler), Hazırlayan: Mehmet Arslan, Kitabevi, İstanbul, 1996, s. 115.
- Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Derleyen ve Çeviren: Hüseyin Ragıp Uğural, Kültür Bakanlığı Yayınları, İzmir, 1990, s. 124.
Türk İstiklâl Mücadelesi
Gençliğe Hitabe’nin Dil, Tarih ve Coğrafya ile İlişkisi

Published
2 hafta agoon
Ekim 1, 2025By
drkemalkocak
Özet
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ikinci kurultayında okuduğu Gençliğe Hitabe, Cumhuriyet’in temel değerlerini gelecek nesillere aktaran bir “milli vasiyet” niteliğindedir. Bu çalışmada, Hitabe’nin dil, tarih ve coğrafya boyutları üzerinden incelenmesi amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Atatürk, Gençliğe Hitabe, Dil, Tarih, Coğrafya, Kolektif Hafıza, Milli Kimlik

Giriş
Gençliğe Hitabe, Türk milli kimliğinin inşasında dil, tarih ve coğrafyanın nasıl bir bütünlük oluşturduğunu gözler önüne seren temel bir belgedir. Atatürk’ün hitabesi, geçmişin acı tecrübelerinden hareketle geleceğe dair bir bilinç ve görev yüklemesi yapmaktadır. [1]
I. Dil ve Gençliğe Hitabe
1.1. Dilin Sadeleşmesi
Cumhuriyet’in ilk yıllarında dil, milli kimliğin en önemli unsuru kabul edilmiştir. Osmanlı’nın Arapça-Farsça karışımı karmaşık dilinden uzaklaşılarak, herkesin anlayabileceği sade bir Türkçe benimsenmiştir. [2]
1.2. Retorik ve Söylem
“Ey Türk gençliği!” ifadesi, Türkçe’nin en yalın ve en güçlü hitap biçimidir. Emir kipleriyle kurulan cümleler — “müdafaa edeceksin”, “düşünmeyeceksin” — dilin buyurucu gücünü ortaya koymaktadır. Bu söylem, yalnızca gençlere değil, bütün millete yönelik bir bilinç uyandırmayı amaçlamaktadır. [3]
1.3. Dilin Kolektif Hafızaya Etkisi
Türkçe’nin sade kullanımı, metni kuşaklar boyu aktarılabilir hale getirmiştir. Böylece dil, toplum hafızasının canlı kalmasını sağlayan bir araç olmuştur. [4]
II. Tarih ve Gençliğe Hitabe
2.1. Tarihi Arka Plan
Hitabenin temelinde Mondros Mütarekesi (30.10.1918), Sevr Antlaşması (10.08.1920) ve Türk İstiklal Harbi (19.05.1919–11.10.1922) deneyimleri vardır.[5] Atatürk, bu tarihi tecrübeleri, gelecekte benzer tehditlerin yaşanabileceğine dair bir uyarı olarak kullanmıştır.
2.2. Tarihten Çıkarılan Dersler
- İç Tehditler: “Dâhilî bedhahlar” ifadesi, işgal yıllarındaki işbirlikçi unsurları çağrıştırır. [6]
- Dış Tehditler: “İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” sözü, emperyalist müdahalelerin sürekliliğine işaret eder.[7]
- Milli Mücadele Hafızası: “İmkân ve şeraitin çok namüsait olduğu bir zamanda” bağımsızlığın kazanılması, milli hafızanın temel derslerinden biridir.[8]
2.3. Tarihin Geleceğe Taşınması
Hitabe, yalnızca geçmişi hatırlatmaz; aynı zamanda geleceğe yönelik bir görev ve sorumluluk bırakır. Bu yönüyle tarih, milli bilincin daima canlı tutulmasını sağlayan bir rehber görevi üstlenir.[9]
III. Coğrafya ve Gençliğe Hitabe
3.1. Türkiye’nin Stratejik Konumu
Türkiye, üç kıtanın kesişim noktasında yer alması sebebiyle tarih boyunca istilalara maruz kalmıştır. Bu konum, milli hafızada sürekli bir teyakkuz hali yaratmıştır.[10]
3.2. Vatan Toprağı ve Kutsallık
“İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen” ifadesi, yalnızca siyasi rejimi değil, aynı zamanda vatan toprağını da koruma sorumluluğunu yükler. [11]
3.3. İç ve Dış Tehlikeler
“Memleketin dâhilinde” vurgusu, hem dış tehditleri hem de içteki parçalanma risklerini kapsamaktadır. Bu durum, coğrafyanın milli kimlikle özdeşleşmesini sağlamıştır. [12]
IV. Dil, Tarih ve Coğrafyanın Kolektif Hafıza ile İlişkisi
4.1. Unsurların Birleşimi
- Dil: Birleştirici unsur.
- Tarih: Uyarıcı hafıza.
- Coğrafya: Aidiyetin mekânı.
4.2. Milli Kimlik ve Süreklilik
Gençliğe Hitabe, dil, tarih ve coğrafyayı bir araya getirerek milli kimliği gelecek kuşaklara taşımayı amaçlamaktadır.
Sonuç
Gençliğe Hitabe, dilin birleştirici gücü, tarihin öğretici yönü ve coğrafyanın kutsallığıyla Türk milli bilincini pekiştiren bir metindir. Atatürk, bu hitabeyle gelecek nesillere yalnızca bir öğüt değil, aynı zamanda bir görev ve sorumluluk da bırakmıştır.
Dipnotlar
[1] Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: II 1920-1927, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, s. 897-898
[2] Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1972, s. 15–18.
[3] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[4] Berna Moran, Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Makaleler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 42.
[5] Sina Akşin, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, İmge Kitabevi, Ankara, 1992, s. 27–34.
[6] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[7] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1961, s. 202.
[8] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 898.
[9] Erik J. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 145.
[10] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300–1600), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13–15.
[11] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[12] Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 147.
Türk Tarihi
Kutadgu Bilig’te Siyasi, Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Yapı ve İşleyişi

Published
2 hafta agoon
Eylül 30, 2025By
drkemalkocak
Özet

Balasagunlu Yusuf Has Hâcib’in 1069-1070’te kaleme aldığı ve Karahanlı hükümdarı Tafgaç Buğra Kara Hakan’a takdim ettiği Kutadgu Bilig, yalnızca bir siyasetname değil; aynı zamanda Karahanlılar dönemi Türk-İslam toplumunun siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yapısını yansıtan bir düşünce eseridir. Bu çalışmada eserin sunduğu siyasal kurumlar, birey-toplum ilişkileri, ekonomik düzen ve kültürel değerler çok boyutlu bir analiz çerçevesinde incelenmiştir. Alegorik karakterler (Kün Togdı, Ay Toldı, Ögdülmiş, Odgurmış) üzerinden şekillenen adalet, saadet, akıl ve kanaat kavramları, devletin işleyişinde kurumlaşmayı ve ahlâkî bütünlüğü temsil etmektedir. Bu yaklaşım, yalnızca Karahanlı toplumu için değil, Selçuklu ve Osmanlı gibi sonraki Türk-İslam devletleri için de yol gösterici olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Kutadgu Bilig, siyaset felsefesi, Türk-İslam devleti, sosyal yapı, ekonomi, kültür.
Giriş

Kutadgu Bilig, Türkistan Türk geleneğinin “töre” anlayışı ile İslamiyet’in siyasi ve ahlâkî değerlerini birleştiren ilk büyük eserlerden biridir. 1069–1070 yıllarında yazılarak Karahanlı hükümdarına sunulan eser, devletin yönetim ilkelerini, toplum düzenini ve bireyin görevlerini alegorik bir üslupla anlatmaktadır. Bu yönüyle eser, hem Karahanlıların siyasi yapısını hem de Türk-İslam dünyasının kurumlaşma sürecini anlamak açısından birincil kaynak niteliğindedir.
1. Siyasi Yapı ve İşleyiş
Hükümdarlık ve kut anlayışı: Devletin başında Tanrı tarafından kut bahşedilmiş hükümdar bulunur. Ancak bu güç, töre ve adalet ilkeleriyle sınırlandırılmıştır.
Kurumlaşma: Saray teşkilatı, vezirlik, divan, ordu ve bürokrasi, devletin işleyişini sağlayan kurumlar olarak düzenlenmiştir.
Adalet ilkesi: Kün Togdı karakteri aracılığıyla adalet, devletin en temel unsuru olarak sunulmuştur.
Meşruiyet: Yönetici, hem dünyevî düzenin hem de ahlâkî bütünlüğün koruyucusudur.
2. Sosyal Yapı ve İşleyiş
Sosyal tabakalaşma: Saray görevlileri, ulema, tüccar, köylü ve halk arasında göreve (çalışma, paylaşma, yardımlaşma, dayanışma) dayalı bir iş bölümü vardır.
Dayanışma: Toplumun ayakta kalması için yardımlaşma esastır.
Aile ve birey: Aile, toplum düzeninin çekirdeği olarak görülmektedir. Birey, hem devlete hem de topluma karşı sorumluluk taşımaktadır.
Eğitim ve bilgelik: Ögdülmiş karakteri, toplumda akıl ve hikmetin önemini vurgulamakta; bilgelik sosyal düzenin rehberi kabul edilmektedir.
3. Ekonomik Yapı ve İşleyiş
Refahın önemi: Ay Toldı, saadet ve refahı temsil etmektedir. Devletin devamlılığı için halkın ekonomik refahı şarttır.
Üretim: Çalışkanlık bireysel bir erdem değil, toplumsal bir mecburiyettir. Tembellik devlet düzenini bozan bir unsur olarak görülmektedir.
Tarım ve hayvancılık: Karahanlı toplumu, konar-göçer ve yerleşik yapısıyla hem tarıma hem hayvancılığa dayalı bir ekonomiye sahiptir.
Vergi adaleti: Vergilerin adaletli toplanması, devlet ile halk arasındaki ilişkinin en kritik unsurlarındandır.
4. Kültürel Yapı ve İşleyiş
Türk-İslam sentezi: Töre ile İslam hukuku birleştirilmiş, böylece kültürel bir bütünlük sağlanmıştır.
Ahlâk ve maneviyat: Odgurmış karakteri, kanaat ve maneviyatın toplum hayatında ne denli önemli olduğunu gösterir.
Bilgelik ve edep: Toplumun ahlâkî değerleri, bireyin davranışları ve devletin işleyişiyle doğrudan ilişkilidir.
Sözlü-yazılı kültür geçişi: Kutadgu Bilig, sözlü öğüt geleneğini yazılı siyaset felsefesine dönüştürmüştür.
Sonuç
Kutadgu Bilig, Karahanlılar döneminde devlet, toplum ve birey arasındaki ilişkileri çok boyutlu bir şekilde ele alan bir siyaset felsefesi eseridir. Siyasî kurumlar adalet ve töreye dayandırılmış; toplum hayatı, yardımlaşma, aile düzeni ve bilgelikle desteklenmiş; ekonomi refah ve üretim temeline oturtulmuş; kültür ise Türk töresi ile İslam ahlâkının sentezi üzerinden kurgulanmıştır. Bu bütünleyici yaklaşım, yalnızca Karahanlı toplumunu değil, Selçuklu ve Osmanlı gibi sonraki Türk-İslam devletlerini de derinden etkilemiştir.
Kaynakça
İbrahim Kafesoğlu, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1980.
Mehmet Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2004.
Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı (XI. Yüzyıl) (Türk Hâkimiyet Anlayışı ve Karahanlılar), Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1981.
Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig I: Metin, TDK Yayınları, Ankara, 1947.
Reşit Rahmeti Arat,Kutadgu Bilig II: Çeviri, TDK Yayınları, Ankara, 1959.
Saadettin Yağmur Gömeç, “Türk-İslam Siyaset Düşüncesi ve Kutadgu Bilig”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 2007.
Sadri Maksudi Arsal, “Kutadgu Bilig”, Türk Tarihi Dergisi Dün/Bugün/Yarın, Sayı: 84 (Ocak 2004), s. 66-76.
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri3 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Türk Tarihi3 yıl ago
CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]
- Türk Tarihi3 yıl ago
KIZI FERİDE HANIMEFENDİ İLE DAMADI MUHİDDİN AKÇOR, İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİMİZİ ANLATIYOR…