Connect with us

Türk Tarihi

GENÇ OSMAN FACİASI (1)

Published

on

GİRİŞ

Osmanlı Devleti’nde hükümdar (padişah), ordu (seyfiye) ve ulema (kalemiye)nın görev, yetki ve sorumluluklarını yerine getirebilme derecesinin, bu kurumların yönetici ve temsilcilerinin taşıdıkları niteliklerle doğru orantılı olduğu gerçeğinden hareketle, 17. yüzyılın başlarından itibaren görülen bozulma, bunalım ve kargaşa ortamının sebeplerini çözümlemek mümkündür. Yönetici tabaka ve paydaşlarının kamu menfaati yerine şahsi hırs ve menfaatlerini tercih etmeleri ve bu tercihlerinin gerekçesini din adına ve dini inanç esaslarıyla meşru kılma anlayış ve çabaları anlamlıdır.

Osmanlı tarihinin en acı ve hüzünlü olaylarından biri şüphesiz, Sultan II. Osman’ın tahttan indirilişi ve öldürülüşüdür. Osmanlı tarihçileri bu olayı “Haile-i Osmaniye”, yani “Osman’ın Trajedisi” diye adlandırmış ve anmışlardır.

Sultan I. Ahmed’in [1603-1617] oğlu olan II. Osman, henüz 14 yaşında iken tahta çıktığından için [26 Şubat 1618]  “Genç Osman” diye de anılmıştır. Babası padişah olduğunda meşhur geleneğe ve Fatih Kanunnamesinin açık hükmüne uymayarak kardeşi Mustafa’yı hayatta bırakmış ve kendisinin ölümü üzerine bu kişi I. Mustafa unvanıyla tahta çıkmış, ancak 96 gün sonra akıl dengesinden mahrum olduğu anlaşıldığından, devlet erkânı tarafından tahttan indirilerek sarayın özel dairesine kapatılmış ve yerine yeğeni II. Osman çıkarılmıştır.

Genç Osman faciasında büyük rolü olan ve adı kaydedilmemiş bulunan I. Mustafa’nın annesi, oğlunun denizdeki balıklara para atmak, yollarda giderken avuç avuç altın, gümüş serpmek, hazinede duran değerli taşları sara y maskaralarına dağıtmak, hatta kendi adını bile hatırlayamamak gibi dengesizlikleri gizlenemez duruma gelince; o sırada hayatta bulunan ve Sultan I. Ahmed’in oğulları Osman (II. Osman), Mehmed, Murad (IV. Murad), Bayezid, Süleyman, Kasım ve İbrahim (Sultan İbrahim) adlı şehzadeleri ortadan kaldırmak suretiyle tahtın başka varisi kalmayacağından I. Mustafa’nın padişahlığının devamını sağlamak istemiştir. Bu durumu Kızlarağası Mustafa Ağa devlet ricaline zamanında haber vermiş ve buna imkân bırakılmadan I. Mustafa tahttan indirilerek yerine II. Osman çıkarılmıştır.

Sultan II. Osman, padişahlık babadan oğula geçtiği halde, amcasının tahta çıkarılışını kendisine karşı yapılmış bir haksızlık saymış ve padişah olduktan sonra bunun eski kanuna aykırı bulunduğunu resmen ilan etmiştir.

Sultan II. Osman gayet zeki, mükemmel tahsil görmüş, azim ve irade sahibi, Türkçe’den başka Arapça, Farsça, Yunanca ve Latince öğrenmiş seçkin bir padişahtı. Ayrıca son derece sportmendi, bedeni kuvvet ve üstünlüğe sahipti. Devletin içinde bulunduğu güçlükleri; bilhassa Hotin Seferi [1621]  sırasında Yeniçeri Ocağı’nın savaşlarda artık işe yaramaz hale geldiğini görmüştü. Bunun için – bazı yakınlarının da tavsiyesiyle- Anadolu, Şam ve Mısır askerinden yeni bir ordu kurmayı düşünüp bu maksatla ve hacca gitmek bahanesiyle Anadolu’ya geçmeyi kararlaştırmıştı. Ayrıca geniş çapta idari ve adli ıslahat tasarlamakta, hatta bir söylentiye göre başkenti Anadolu’ya nakletmeyi bile düşünmekteydi. Ancak, başta Yeniçeri ocağı olmak üzere, bu gibi teşebbüslerden çıkarları zarar görecek olanlarla I. Mustafa’nın annesi tarafından elde edilmiş kimselerin düzenledikleri bir ayaklanma, bütün meziyetlerine rağmen tecrübesiz genç padişahı acı felakete sürükledi.

Tarihçi Naima, “Genç Osman Faciası”ndan bahsederken; bu konuda Tuği adlı birisinin ayrı bir tarihçe yazdığını haber vermektedir. Bu kimse, Yeniçeri Solak Hüseyin Tuği’dir. Solak denilen kimseler, Yeniçeri Ocağı’na mensup olup hükümdarların şahsi maiyetleri hizmetinde görev yapmakta idiler. Bunlardan biri olduğu anlaşılan Tuği’nin eserinin orijinal adı “İbretnüma”dır. Tarihçenin incelenmesinden Tuği’nin olaylara bizzat şahit olduğu ve ondan sonra gelen tarihçilerin “Genç Osman Faciası” hakkında yazdıklarını “İbretnüma”dan naklettikleri anlaşılmaktadır. Eser, bu bakımdan ayrı bir değere sahiptir.

Eser, Hayat Tarih Mecmuası’nın 3 (Nisan 1973), 4 (Mayıs 1973) ve 5 (Haziran 1973) nolu sayılarında Midhat SERTOĞLU tarafından yayımlanmış olup aşağıda sunulmuştur.

***

Bu acayip vak’alar ve garip hikâyeler 1031 [1622]  senesinde İstanbul’da geçti. Merhum Sultan Osman ve Sultan Mustafa’nın hallerini yazan Tuği takma adını benimsemiş Solak Hüseyin’in doğru rivayetlerine göre 1031 Recebinin yedinci  [18 Mayıs 1622] Çarşamba günü sipahi, yeniçeri ve öbür halk her zümreden Süleymaniye camisi hareminde toplanarak çarşıları kapatıp sonra Etmeydanı’nda [Aksaray’da Sofular semtinde bulunan bir kısım yeniçeri kışlalarının orta meydanı] odalarda toplandılar ve hep birden Atmeydanı’nda [Sultan Ahmet Meydanı] Yeni Cami [Sultan Ahmet Camii’nin o zamanki adı] hareminde bir araya geldiler. Cevapları bu idi:

Padişahımızı Kâbe’ye gitmek adı altında Anadolu’ya götürmek isteyenleri isteriz. Ve padişahı Anadolu’ya geçmekten vaz geçirmek isteriz.

Halkın bu aşırı hali üzerine İstanbul surlarının kapılarını kapadılar. Padişahın tuğu ile otağı [büyük çadır] Ahırkapısı’nda kadırgalara konulup Üsküdar’a geçirilmek üzere iken koymadılar.

Kızlarağası Süleyman Ağa padişahımıza her zaman kulu, yani yeniçeriyi çekiştirerek:

– Yeniçerinin tüfek atmakta ve sipahilerin ata binmekte ve savaş günlerinde ustalıkları (!) meydandadır. Bu kul, kulluktan çıkmıştır. Kul olursa, asker olursa Mısır ve Şam süvarileri gibi ve tüfek atmakta Anadolu Sekbanları [Seymen, düşman saflarını yarıcı, yaya milis askeri] gibi olmalıdır. Evvelce Hotin seferinde düşmanın taburunu bozmak ellerinden gelmedi. Hünersiz, marifetsiz, derleme, madrabaz ve maaşlı kul olur mu?

 Diye saadetlu padişaha söyliye söyliye kuldan soğuttu. Sadrazam Dilaver Paşa ve hünkâr hocası Hoca Ömer Efendi’nin padişahı Anadolu’ya geçirmek istemekten maksatları bu idi ki, bundan evvel hocanın kardeşi Karabaş Efendi’yi birdenbire Kâbe’ye kadı ettirmişti. Kâbe’de vali olan Mekke Şerifi [Peygamberimizin soyundan gelip Mekke’de iç işlerinde hür olarak valilik hak ve yetkisine sahip aileye mensup kimse] Karabaş’a kadılığı vermeyip asmak istedi.

Kâbe halkı şeriften rica ettiler, kurtardılar. Bunun için Hoca Ömer Efendi gayrete geldiğinden padişahı Mısır’a, sonra Kâbe’ye götürüp böylece şeriften intikam almak istedi ve:

Padişahım, Allah’a hamdolsun gazi oldun, sana haccetmek farz oldu. Have gazi olmak gereksin, derdi.

Bir sebep de bu idi ki Bostancıbaşı [Saraya ait bahçe ve bostanlara bakan ve aynı zamanda sarayı koruyan bostancıların başı] Pir Mehmed Ağa, Yeniçeri Ağası Yusuf Ağa ile birlik olduğundan padişahı her vakit kılık değiştirerek sokaklarda gezdirirler, meyhaneleri ve yasakçı odalarını [karakulları] basıp sipahi ve yeniçerilerin çoğunu tutarlar ve çoğuna da deynek vurdurup ve azap etmek için taş gemilerine [İstanbul’daki yapılarda kullanmak üzere çeşitli yerlerden taş getiren gemiler. Hizmet ağır olduğu için bunlarda savaş esirleri veya suçlular çalıştırılırlardı] koydururlardı. Kul takımı bu hallerden çok elemlendiler.

Bir sebep de budur ki evvelce Hotin seferinde verdikleri biner akçayı [seferlerde

Kapıkulu askerlerine verilen bahşiş] mevcut bulunanlara verilip birkaç gün sonra gelenlere verilmedikleri için kul takımı da düşman taburuna karşı gevşek davrandılar.

Sonunda Sadrazam Dilaver Paşa, Hoca Ömer Efendi ve Süleyman Ağa’nın istekleri üzerine padişah da Anadolu’ya gitmeye karar verdi. Sekban yazmak meselesi de herkesin ağzına düştü ve sekban yazmak için Eskisaray [Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra ilk yaptırdığı saray olup bugün İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu yerde idi] baltacılarından [harem halkı ile şehzadelerin ve saray dışında bulunan sultanların hizmet ve muhafazası ile görevli kimseler] Eski Yusuf adında bir kimse zahire toplamak bahanesiyle sekban ve süvari yazmak için Şam ve Haleb’e gönderilmişti. Padişah değerli eğer takımlarını, tahtını ve bütün hazinelerini durmadan Üsküdar’a geçirmek üzereydi. Bunun için sarayın iç halkından bazıları dışındaki kul takımına bu olanları bildirip:

– Bilmeyiz böyle yapmaktan padişahın düşüncesi nedir? derlerdi.

 Bunun üzerine halk Sultan Mehmed [Fatih] camii hareminde toplanıp Atmeydanı’na geldiler. Halk giderken sadrazam tarafından engel olunmak için Çavuşbaşı ile Halıcıoğlu geldiğinde taşladılar. Sonra bu kalabalığın içinden böyle şeyler görmüş ihtiyarlardan birkaç adam halka:

– Bu işleri şeriatle görelim!

Deyip şeyhülislam Esad Efendi’ye vararak şöyle fetva istediler ki:

– İslam padişahını azdırıp Beytülmalin (devlet hazinesinin) boş yere harcanmasına sebep olanlara ve padişaha hacca gitmek gerekmezken böyle karışıklığa ve bozgunculuğa sebep olanlara ne lazım gelir?

Müftünün [yani şeyhülislamın]  cevabı şöyle çıktı:

– Fitne uyduranların katli [öldürülmesi] lazım gelir.

Fetvanın örneğini aldılar ve toplantı yerine geldiler. O sırada sadrazam tarafından yeniçeri ağası ile bölük ağaları bu işe engel olmak için toplantı yerine gelmişlerdi. Kalabalık onları da taşa tuttu. O gün donanma Beşiktaş’tan Yedikule’ye giderken donanma halkı da gemilerden çıkıp şehrin kapıları kapalı bulunduğundan hisar deliklerinden şehre girip derneğe katıldılar. Sonra:

– Hoca Ömer Efendi’nin evine varalım. Bu derneği padişaha haber versin. Kâbe’ye gitmekten vazgeçsin.

Diye hocanın evine geldilerse de hoca bunların neye geldiklerini bilmediğinden kendisini öldürmeye geldiklerini sanıp evden kaçtı. Kalabalık yürüyüş edip kapıyı yıktılar ve orada hocayı bulamayınca döndüler; sadrazamın sarayına geldiler.

Saraya geldikleri zaman vezirin bütün adamları ileri vardılar ve oklar atıp birkaç kişiyi öldürdüler. Kalabalığın elinde silah yok. Bunun üzerine gidip sipahi çarşısından ok, yay, kılıç ve harp araçları alarak savaşmayı akla uygun gördüler. Çarşı halkı karşı çıkarak rica ve dileklerde bulunup dükkânları yağma edilmekten kurtardılar. Akşam da yakın olduğu için ağır ve şiddetli yeminler edip:

Yarın yine Atmeydanı’nda toplanalım!

Diye dağıldılar. Bu da bilinsin ki bu dernekten bir kaç gün evvel Esad Efendi ve sadrazam padişahı Kâbe’ye gitmekten vazgeçirmişlerdi. Meğerki padişah bir gece rüyada görür ki kendisi taht üzerinde oturuyor ve elindeki Mushaf-ı Şerifi okuyor. Kâinatın iftiharı Efendimiz ortaya çıkıp elinden Mushaf-ı Şerifi alıyor ve tahttan indiriyor. Padişah Peygamber’in ayağı tozuna yüz sürmek istiyorsa da buna girişmeye takati olmuyor ve nasip olmuyor. Padişah uyanıyor, ertesi günü Hoca Ömer Efendi’yi davet ediyor, rüyanın tefsirini soruyor. Hoca diyor ki:

Padişahım!.. Evvela Kâbe’ye gitmeye niyet eylediniz, sonra vazgeçtiniz. Hem de Allah’ın gaza ve hac hakkındaki emrini Kur’an’da okuduğunuz halde niçin Kur’an’ın buyruğu ile görmezsiniz? Mübarek elinizden Mushaf-ı Şerifin alınması, tahttan indirilmeniz ve Peygamberimizin şerefli ayağına yüz sürememeniz, niyeti bozduğunuzdan azarlanmaya uğramanızdır. Hac kısmet olduktan sonra Peygamberimizin temiz türbelerine yüz sürersiniz.

Padişah bu yorumlamadan pek çok keyiflenip hacca gitmekte inadına ısrar etti. Bir gün padişah kendi imamını namazdan sonra davet edip bu rüyayı söyler. İmam efendi:

Şeyhlerin iftihar sebebi Üsküdarlı Aziz Mahmut Efendi duası kabul olunur bir duacınızdır. Ondan sorun, der.

Padişah da bu rüyayı teferruatıyla Aziz’e gönderir. Aziz de rüyanın tefsirini şöyle yazar:

Okuduğunuz Kur’an, Allah’ın hükmüdür ve ona uymak lazımdır. Oturdukları taht, vücut cübbesidir. Bu rüya ziyade korkulu ve tehlikelidir. Allah bilir, bu korkulu vak’a yakın günlerde olur. Tevbe ve istiğfar edip (kabirde bulunanlardan yardım isteyiniz) sözünün anlattığı gibi ulu Tanrı’nın evliya kullarının uykularını uyudukları nurlu kabirlerinden yardım isteyin ki bela def olsun.

Padişah da Eba Eyyübi’l-Ensari [Eyüp Sultan] ziyaretine gidip fukaraya sadaka edilmek üzere kurban için sığır, koyun emreder. Sığır, koyun bulunur, toplamak için bostancılar Edirnekapısı’nda ve Karagümrük’de araba sığırlarını zorla aldılar ve üç bin akçalık çift hayvana bin akçe vererek götürüp kurban ettiler.

Durmadan Üsküdar’a eşyalar taşınıp yakında göçmeye hazırlandılar. Bu sırada şeyhülislam padişaha fetva gönderip:

Padişahların Kâbe’ye gitmesi farz değildir. Halkın işlerini adaletle görmek ondan evvel gelir! dedi.

Padişah, buna kızdı ve uymadı. Sonra şeyhler ve ulemanın çoğu haberler gönderip önlemek istediler, ama padişahı alıkoymak mümkün olmadı. Bu hususta sadrazam da ulemaya taraftar olarak çok uğraştı. Ama ne yapsın. Başı ve memuriyeti korkusundan Hoca Ömer Efendi’ye ve Süleyman Ağa’ya baş eğdi.

Biz yine asıl mevzuumuza gelelim:

Bütün halkın sadrazamın sarayına gittiklerini padişaha haber verdiler. Padişah, ulemanın büyüklerini saraya davet edip:

– Kulun isteği nedir? diye sordu.

Ulema söz birliği ile:

– Saadetlu padişahın Kâbe’ye gitmesini istemeyip Kızlarağası’nı ve Hoca Efendi’yi sürgüne göndermektir, dediler.

Bunun üzerine padişah dedi ki:

-Kâbe’ye gitmekten vazgeçtim. Ama istedikleri adamları şehirden sürmek değil, memuriyetlerinden kaldırmak bile olmaz.

Sonra o gece kalabalık arasında:

– Padişah bütün bahçelerde olan bostancıları ve iç halkını silahlandırmış ve on iki tane darbazen [canlı hedeflere karşı kullanılan küçük çaplı top]  getirmiş…

Diye bir söz peyda oldu. Bostancılar arasında şöyle bir söz yayıldı:

-Yeniçeriler kadırgalardan aldıkları toplarla sarayı deniz tarafından kuşatıp çevirmişler. Öbür kalabalık da Bab-ı Hümayun’dan [sarayın birinci kapısı] saraya hücum edeceklermiş.

Bu sözden bostancılar pek fazla korkuya düştüler.

AYAKLANMA BAŞLIYOR

Ertesi Recep ayının sekizinci [19 Mayıs 1622] perşembe günü sipahi ve yeniçeri gün doğarken odalar meydanında toplanıp sonra Fatih Camii haremine vardılar. Her biri savaş silahları ile Atmeydanı’na geldikleri vakit padişahın emriyle Şeyhülislam, Nakibüleşraf Şerif Efendi ve iki kazasker ve Kur’an tefsircilerinin ileri geleni Şeyh Ömer Efendi, vaaz edicilerin büyüğü Şeyh Sivasi, Şeyh İbrahim Efendi, Şeyh Derviş Efendi ve Kadızade Efendi hepsi kalabalığın toplantısına geldiler ve:

Bu toplantıdan maksadınız nedir? dediler.

Kalabalık da:

– Hepimiz birden altı kişinin katlini isteriz, diye bir defter verdiler.·

Biri Hoca Efendi, biri Kızlarağası, biri Sadrazam, biri Kaymakam [sadrazam vekili]  Ahmet Paşa, biri de Defterdar Baki Paşa idi. Ahmet Paşa’yı istemelerinden maksat Padişah seferde iken Ahmet Paşa İstanbul kaymakamı idi. Emekli ve korucuların maaşını eksik verdiğinden taşlamışlardı. O da Sekbanbaşı Salih Ağa’yı azledip Kara Hasan Ağa’yı sekbanbaşı yapmıştı. Padişah İstanbul’a dönünce Ahmet Paşa koruculardan şikâyet etti. Padişah da:

– Koruculuk kaldırılsın! deyince.

Yeniçeri Ağası Ali Ağa:

– Birden olmaz… Yavaş yavaş yapalım!.. diye iki bine yakın emekli ve korucunun dirlikleri kesilmişti. [1]

Türk Tarihi

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ten Anılar: İstiklal Savaşımızda Tarih Bilgisinin Rolü [*]

Published

on

Yaşamakta olduğumuz bugünü anlamak için en yakın tarihimizin türlü evrelerini incelemek ve öğrenmek zorundayız. Çünkü kırk yıl önceki, Türk yaşayışı ve düşünüş biçimi ile bugünkü arasında büyük farklar vardır. Bugünün gençlerinin, yaşadıkları yıllarla ölçülen bu geçmişe, bir daha dönmemek için, ulusça çekilen ıstırapları en iyi bilmeleri gerekir.

Tarih, bugünkü kurumların aslını inceleyerek, onları iyice anlamak fırsatını verir. Bu inceleme, en yakın dünümüzden başlayarak, mümkün olduğu kadar gerilere doğru gidilerek yapılır. Çünkü asıl o zaman olayların derin sebepleri anlaşılabilir. Fakat şuna dikkat etmek yerinde olur ki, geçmişin bugünü anlatmasından ziyade, bugünkü durum geçmişi daha iyi açıklar. Bugün gördüğümüz olayların tarihteki ilk izlerini ve kuruluşunu bilmek ise, bugünü daha iyi değerlendirmemizi sağlar. Onun için tarih okumak ve bilmek, hemen herkes için ve her meslek için, lazımdır.

Konu olarak, üzerinde durmak istediğim konu, İstiklal Savaşımızda tarih bilgisinin birçok sorunları halletmekte ve kamuoyunu hazırlamakta nasıl bir faydası olmuştur? Bunu belgelere dayanarak açıklamaya çalışacağım.

Atatürk, İstiklal Savaşımızın Başkumandanı, Bü­yük Millet Meclisi’nin Başkanı sıfatıyla Cumhuriyetimizin kurucusudur. İstiklal Savaşımızda ulusal birlik O’nun etrafında toplandı. Orduyu askeri dehasıyla yöneterek zafere ulaştırdı. Bir taraftan da Büyük Millet Meclisi’nde bütün hukuki kuvvetleri topladı. Ulusa, ülkeye ait her sorunun hallini Büyük Millet Meclisi’nden çıkarttı. Ankara’da, 23 Nisan 1920 tarihinde toplanan bu Meclis tarihimizin en buhranlı sorunlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Burada fikirler ve zihniyetler ekseriya çok farklı olmuştur.

İşte Atatürk’ün de Meclis’e, kâh başkanlık ederken gösterdiği otorite ile kâh kürsüde söz söylerken, hitabet, siyaset, ilim ve fen bakımlarından da, üstün kuvvetini sezmemek mümkün değildir.

İnönü, bir makalesinde bu mesele için şöyle der:

Atatürk’ün cemiyet [toplum] ile söyleşmek ve onunla iş görmek hevesi bu memlekette pahası ölçülmez iyilikler yapmıştır. 1919 İhtilali’ne girdiğinden itibaren, fikirlerini kongrelere, heyetlere ve fertlere anlatmaya çalışıyor. Nihayet çetin silah hareketleri ile hallolunacak muğlak [çapraşık] davalar için, her şeyden evvel cemiyeti ikna etmeye, yani cemiyet yapmaya teşebbüs ediyor. Bu zihniyetin en büyük eseri 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin meydana gelmesi olmuştur. Harp ve ihtilal içinde bulunan bir milletin meselelerini Meclis ile idare etmek kolay bir iş değildir. Atatürk’ün cemiyet içinde yer tutmak ve çalışmak hassasıdır [özelliğidir] ki, bu temiz ve çetin idareyi bize temin etmiştir.

Atatürk İstiklal Savaşı esnasında beş büyük sorun ile uğraşmış ve mücadele etmiştir: 1.Askeri cephelerde, 2.Yabancı devletlere karşı güdülen siyasette, 3.0smanlı hükümetine karşı, 4.Büyük Millet Meclisi’nde, 5.Halkı, fikirleri ile hazırlamada.

Bütün bunlara etkisi olan bir konu üzerinde duracağım: Tarih bilgisi.

Atatürk, tarihi, kendi ifadesine göre okul sıralarındaki derslerinden itibaren, çok severdi. Bütün hayatının her devresinde çeşitli tarih kitapları okumuştur. Benim de tanık olduğum, sırf tarih üzerindeki çalışmaları, bu bölüm konusunun dışında kalıyor. Çünkü bu yazılarımda bundan önceki devreyi ele alacağım.

Atatürk İstiklal Savaşımızın türlü safhalarının belgelerini Nutuk kitabında toplamış ve olaylar hakkındaki düşünceleri kendisi tarafından açıklanmış ve tespit edilmiştir. Nutuk örneğine az rastlanan bir tarih belgesidir.

Atatürk, askeri olaylar için harp tarihi bilgilerinden, bunlara kendi hayatındaki deneyimlerini de katarak yararlanmasını bilmiştir.

Şimdi yazılı belgeler üzerinde bir sıralama yapalım:

Atatürk Meclis’teki konuşmalarında tarihten örnekler verir. Ülkeyi dolaşırken, halk toplantılarında söz söylerken, tarihi konular, en heyecanlı konuşmalarını oluşturur.

28 Eylül 1925’te Atatürk Samsun’dadır. İstiklal Ticaret Mektebi’nde bir toplantıda nutuklar veriliyor; Atatürk onlara cevabında tarihten söz ediyor ve diyor ki:

Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir [geçmişe sahiptir]. Milletimizin hayat-ı asarını [yaşadığı yüzyılları] düşünelim. Bu düşünce bizi elbette altı, yedi asırlık Osmanlı Türklüğünden, çok asırlık Selçuk Türklerine ve ondan evvel bu devirlerin her birine muadil [denk] olan, Büyük Türk devrine kavuşturur.

Bu sözleriyle Atatürk, Anadolu tarihindeki Türk varlığını, bin yıllık bir geçmişe dayatıyor. Bu yurda sahip oluşu tarih bilgisiyle kuvvetlendiriyor ve derinleştiriyor. Ondan sonraki sözler daha geneldir. Büyük Türk devrine işaretle yetiniyor.

Yine aynı nutkun bir başka noktasında, o toplantı da bir öğretmenine tesadüf ettiği için, en yakın geçmişten söz ediyor:

Bilirim ki bugünkü intibahı [uyanışı] düne, maziye medyunuz [geçmişe borçluyuz]. Her halde babalarımızın, analarımı­zın ve mürebbilerimizin [eğiticilerimizin], ruh ve dimağlarımı­zın [bilincimizin] inkişafında feyizli tesirleri [gelişmesinde verimli etkileri] vardır.

İzah etmek istiyorum ki ilk ilham, ana baba kucağından sonra mektepteki mürebbinin lisanından, vicdanından terbiyesinden alınır. Bu ilhamatın mahzar-ı inkişaf [esinlerin gelişmeye değer] olması millet ve memlekete büyük ve derin alaka yaratan fikir ve duygularla, her an takviye olunmak [sağlamlaştırmak] lazımdır. Bu fikir ve duyguların membaı [kaynağı], bizatihi [özünden] memleket ve millettir. Milletin müşterek arzu ve temayülüne [eğilimine] temas etmek, onun icabatına hasır-ı mevcudiyeti [gereklerine varlığını vakfetmeyi], hareket düsturu [ilkesi] bilmek, hakiki yolda yürüyebilmek için yegâne esastır.

Atatürk 1927’de söylediği Büyük Nutuk‘ta, ise eski tarihten de örnekler almıştır. Burada, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe gömülme şeklini birçok yerlerden örnekler alarak, bir tarihi mantık zinciri dâhilinde yapıyor. Şu satırları Nutuk ‘tan alıyorum:

Hayat demek, mücadele, müsademe [uğraşma] demektir. Hayatta muvaffakiyet [başarı], mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, manen ve maddeten kuvvete, kudrete istinat eder [dayanır] bir keyfiyettir [durumdur]. Bir de insanların meşgul olduğu bütün mesail [sorunlar], maruz kaldığı bilcümle mehalik [tehlikeli durumlar], istihsal ettiği muvaffakiyetler [elde ettiği başarılar], maşeri [ortaklaşa], umumi bir mücadelenin dalgaları içinden tevellüt ede gelmiştir [doğmuştur].

Bu hayat düsturundan sonra tarih konusuna geçiyor ve diyor ki:

Akvam-ı Şarkiyye’nin [Doğu ulusları], akvam-ı Garbiyye’ye [Batı ulusları] taarruz ve hücumu, tarihin belli başlı bir safhasıdır. Akvam-ı Şarkiyye meyanında [arasında], Türk unsurunun başta ve en kavi [güçlü, zorlu] olduğu malumdur. Filhakika Türkler, kablelislam [İslam’dan önce] ve ba’delislam [İslam’dan sonra], Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, istilalar yapmışlardır. Garb’a taarruz eden ve istilalarını, İspanya’ya, Fransa hudutlarına kadar temdit eden [uzatan] Araplar da vardır.

Fakat her taarruza karşı daima, mukabil [karşı] taarruz düşünmek lazımdır. Mukabil taarruz ihtimalini düşünmeden ve ona karşı emniyete şayan tedbir bulmadan hareket edenlerin akıbeti [sonu) mağlup ve münhezim [bozguna uğramış] olmaktır, münkariz olmaktır [tükenmektir]. Garb’ın, Araplara mukabil taarruzu Endülüs’te acı ve şayan-ı ibret [ibret alınması gereken] bir felaket-i tarihiye [tarihi felaket]   ile başladı. Fakat orada bitmedi. Takip, Afrika şimalinden [kuzeyinden] de devam etti.

Mustafa Kemal burada Attila’nın Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar yayılmış olan imparatorluğunu hatırlattıktan sonra şunları söylüyor:

Selçuk Devleti enkazı üzerinde teşekkül eden Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Şarki [Doğu] Roma İmparatorluğu’nun taç ve tahtına sahip olduğu devirlere irca-ı nazar edelim [bakışlarımızı çevirelim]: Osmanlı tacdarları [padişahlar] içinde, Almanya’yı, Garbi [Batı] Roma’yı zapt ve istila ederek muazzam bir imparatorluk kurmak teşebbüsünde bulunmuş olanlar vardı.

Yine, bu hükümdarlardan biri, bütün İslam âlemini bir noktaya raptederek [bağlayarak] sevk ve idare etmeyi düşündü. Bu emelin şevkiyle Suriye’yi, Mısır’ı zapt etti. Halife unvanını takındı. Diğer bir sultan da, hem Avrupa’yı zapt etmek, hem âlem-i İslam’ı hükmü ve idaresi altına almak gayesini takip etti.

Garb’ın mütemadi [sürekli] mukabil [karşı] taarruzu, İslam Âlemi’nin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böylece cihangirane tasavvurlar ve emellerin, aynı hudut içine aldığı muhtelif unsurların adem-i imtizaçları [uyumsuzlukları], binnetice [sonuçta] emsali [benzerleri] gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu da, tarihin sinesine tevdi etti.

diyerek tarihin bütün devirleri üzerinde açıklamalar yapıyor.

Atatürk, güttüğü siyaset için, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihinden iki suretle faydalanmıştır:

1. Osmanlı İmparatorluğu’nun, yaşamakta olan bazı lüzumsuz ve zararlı teşkilatını yıkmak isterken, onların kuruluş tarihlerini anlatmak ve bu suretle ömürlerini bitirmiş olduklarını belirtmek. Aynı zamanda bu örneklere tarih boyunca bakarken, onlar gibisini kurmamak. Demek ki bu noktada iki esas vardır: Bugün, bir teşkilatı yıkıp yenisini kurarken, eskisinin kuruluş ve gelişimini bilmek. Gelecek için, yenisi kurulurken, onun kötü taraflarını almamak.

2. Manevi kuvveti tazelemek ve cesaret vermek için, ulusal benliğin üzerinde durarak tarihten yararlanmak. Ülkeyi kurtarmak girişiminde ilerlerken, ulusun yeteneklerini, tarihten örnekler getirerek kuvvetlendirmek, manevi kuvveti yükseltmek.

27 Aralık 1919’da Mustafa Kemal’in Ankara’ya ilk gelişinde şehrin ileri gelenleri ile yaptığı konuşmadaki şu sözlerini okuyalım:

Cihanın malumudur ki Devlet-i Osmaniye pek vasi [geniş] olan ülkesinde bir hududundan diğer hududuna ordusunu sürat-i fevkalade ile [fevkalade hızlı] ve tamamen mücehhez [donanımlı] olarak naklederdi. Ve bu orduyu aylarca ve belki de senelerce, hüsnü-i iaşe ve idare ederdi [iyi besler ve yönetirdi]. Böyle bir hareket, yalnız ordu teşkilatının değil, bütün şuabat-ı idariyenin [yönetim kollarının] fevkalade mükemmeliyetine ve kendilerinin kabiliyeti olduğuna delalet eder.

İşte Mustafa Kemal’in bu sözleri, daha ilk mücadele yılında ulusun kuvvet ve kudretine işaret ederek ulusun yeteneklerini cesaretlendirmek içindi.

28 Ağustos 1925’te İnebolu’da halk ile konuşma yapıyor ve onlara şöyle hitap ediyor:

Türkiye Cumhuriyeti’ni tesis eden Türk halkı medenidir. Tarihinde medenidir, hakikatte medenidir… Medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatıyla, yaşayış tarzıyla medeni olduğunu göstermek mecburiyetindedir.

diyor ve evvela bir tarihi gerçeği belirtiyor. Sonra da yeni devrimlerin benimsenmesi için telkinlerde bulunuyor.

Şimdi yukarıda birinci olarak ayırdığımız kısmın üzerinde bazı örnekler verelim… 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’de [Türkiye] İktisat Kongresi toplanmıştır. Mustafa Kemal orada şunları söyler: “Tarih, milletimizin itila [yükselme] ve inhitatı [çöküş] esbabını [sebeplerini] ararken birçok siyasi, askeri, içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır.

Kapitülasyonların Lozan Antlaşması’nda ne kadar çetin münakaşalardan sonra kaldırıldığını biliyoruz… Ve O, kapitülasyonlar üzerinde konuşurken şu tarihi safhaları anlatır:

Fatih zamanında Cenovalılara verilen imtiyazlarla [ayrı­calıklarla] açılan yol, kendisinden sonra daima tevessü etmiştir [genişlemiştir]. Bu imtiyazat, bu istisnaiyet [ayrıcalıklar ve istisnalar], hükümetin en kuvvetli, en azametli zamanında vuku buluyordu, mahza bir Müsaade-i Şahane [padişahın izni], bir İhsan-ı Şahane [padişahın lütfu] olmak üzere vuku buluyordu.

Cümleniz hatırlayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman, Venedikliler ile ticaret taahhüdüne girişmeyi, kendi şerefine ve izzet-i nefsine mugayir [aykırı] buldu. Zira onun zihniyetine göre muahede [antlaşma] yekdiğerine müsavi [eşit] milletler arasında yapılırdı. Venedik halkı, Osmanlı Devleti’ne müsavi [eşit] olmak şöyle dursun, onun doğrudan doğruya esiri vaziyetinde idi. Binaenaleyh, Zat-ı Şahane [padişah] böyle bir muahede yapamazdı. Fakat ona müsaadatta bulundu [izin verdi]. İşte bu “müsaade” kelimesi kapitülasyonlar kelimesi ile tercüme edilmiştir. Hâlbuki biliyorsunuz, kapitülasyon kelimesi bir kale içinde muhasara olunan [kuşatılan], bütün esbap-ı vesait-i tedafüiyesini [savunma araçlarını] kullandıktan sonra arz-ı teslimiyete mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte böyle bir kelimeyi padişahımızın müsaadesi diye tercüme ederek kullanmış bulunuyorlar.

Bir başka örnek: Başkumandan Mustafa Kemal, Sakarya Meydan Muharebesi ile Büyük Taarruz arasındaki zamanda, İslam tarihi okumaktadır. Her vesile ile rastladığı kimselere bu tarihten sualler sormakta ve kamuoyunu hazırlamaktadır.

Büyük Taarruz neticesinde askeri zafer tamamlanmış ve ülke düşman kuşatmasından kurtarılmıştır. Büyük Millet Meclisi’nde, 1 Kasım 1922’de çok önemli bir mesele üzerinde çetin müzakereler cereyan etmektedir. Çünkü zafer kazanan Büyük Millet Meclisi Hükümeti yanında, ihaneti sabit olan İstanbul Hükümeti de, Barış Konferansı’na çağrılıyor. Atatürk karar veriyor: “Saltanat hilafetten ayrılacak. Bu suretle, Osmanlı hanedanından devlet reisi olan zat, yalnız din reisi yani halife olarak kalacak.” Gazi Mustafa Kemal’in savaş esnasında okuduğu İslam tarihinin manası şimdi anlaşılacaktır.

Bu meselede Meclis’teki durum, çok karışıktır ve fikirler henüz istenildiği kadar olgun değildir. Heyecanlı ve tarihi bir oturum olan bu toplantıda, bilimsel kanıtlar istenmektedir. Atatürk bu vesile ile tarihten büyük ilham almıştır. Oradaki beyanatı, hilafetin tam tarihini anlatır. Halifeliğin kökenini, görevlerini, Osmanlı İmparatorluğu’nda devlet başkanlığı ile birleşmesini. . . Kısacası bu uzun açıklama bir tarih dersidir, fakat aynı zamanda Meclis’te bulunanların fikirlerinin kendi kararına uymasını sağlamıştır. O açıklamalarında, İslam tarihi içinde halifeliğin geçirdiği devirleri anlattıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’na geçişini şu şekilde açıklar:

Selçuk Devleti’nin idaresinde teşeddüt [şiddet] hâsıl olması üzerine Türkler 699 tarih-i hicride Selçuk Devleti yerine, Osmanlı Devleti’ni ihyaen tesis eylediler [yeni bir güç olarak kurdular]. Bu devletin ulularından Yavuz hazretleri 924 tarih-i hicride, Mısır’ı zapt eylediği zaman, orada idam eylediği Mısır hükümdarlarından başka unvanı olan bir zat buldu. Halife sıfatının böyle bir şahsı-ı aciz tarafından kullanılması, âlem-i İslam için şin olduğuna şüphe etmediğinden, o sıfatı, Türkiye devletinin kuvvasına [kuvvetlerine] istinat ettirmek [dayandırmak], ihya ve i’la eylemek [canlandırmak ve yüceltmek] üzere aldı.

Osmanlı Devleti ki 699’da teessüs etmişti [kurulmuştu], Hilafet’i aldığı tarihten ancak elli sene sonrasına kadar tarih-i cihanda [dünya tarihinde] devr-i i’tila [yükselme devri] denilen ve muvaffakiyet-i mütevaliye [üst üste başarılar] ve azime ile mali olan, takriben üç asırlık bir devir yaşadı. Ondan sonra inhilal [dağılma] başlıyor. Devri inhitatın [çöküş devrinin] her safhası Türkiye Devleti’nin hudutlarını biraz daha darlaştırı­yor. Türk milletinin maddi ve manevi kuvvetlerini biraz daha fazla taksim ediyor, devletin istiklalini [bağımsızlığını] darbeliyor, arazi, servet, nüfuz ve haysiyet-i millet azami bir süratle mahv ve heba oluyor. Nihayet Al-i Osman’ın otuz altıncı ve sonuncu padişahı Vahdettin’in devri saltanatında Türk milleti, en derin hufre-i esaretin [esaret çukurunun] önüne getiriliyor.

Atatürk, Vahdettin’in hıyanetinden ve şahsi saltanatın zararlarından söz ettikten sonra, katiyetle şunları söylüyor:

Artık, milletin, en makul ve en meşru ve en insani salahiyetini istimal etmek [kullanmak] zamanı geldiğine tereddüt kalmamıştır. Tarih-i cihanda bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osmanlı devleti tesis eden ve bunların hepsini hadisat [olaylar] ile tecrübe eyleyen Türk milleti, bu defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında, bir devlet tesis ederek bütün felaketlerin karşısında memur olduğu, kabiliyet ve kudretle ahz-i mevki etti [yer aldı]. Millet mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve milli saltanat ve hâkimiyetini bir şahısta değil, bütün efradı [bireyleri] tarafından müntehip [seçilmiş] vekillerden terekküp eden [oluşan] bir Meclis-i Ali’de [Yüce Meclis’te] temsil etti. İşte o Meclis, “Meclis-i Aliniz”dir, Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Milletin saltanat ve hâkimiyet makamı yalnız ve ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Ve bu makam-ı hâkimiyetin hükümetine Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti derler. Bundan başka bir makam-ı saltanat, bundan başka bir Heyet-i Hükümet yoktur ve olamaz.

Bu sözleri ile Mustafa Kemal, demokrasi esaslarına dayanan yeni Türk devletinin resmen temelini atmış bulunuyor. Bunun neticesinde ilk adım olarak, saltanat kaldırılmış ve hilafet ayrılmıştır. İkinci adım bildiğimiz gibi, 3 Mart 1924’te hilafetin de lağvedilmesidir. Atatürk hilafet meselesini Büyük Nutuk’unda açıklarken şöyle diyor:

Halka sordum, bir devlet-i İslamiye olan İran veya Afganistan, halifenin herhangi bir salahiyetini [yetkisini] tanır mı, tanıyabilir mi? Haklı olarak tanıyamaz. Çünkü devletinin istiklalini, milletinin hâkimiyetini muhildir [bozar]. Millete şunu da ihtar ettim ki, kendinizi cihanın hâkimi zannetmek gafleti artık devam etmemelidir. Hakiki mevkiimizi dünyanın vaziyetini tanımaktaki gafletle, gafillerce uymakla milletimizi sürüklediğimiz felaketler artık yetişir. Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.

Bu suretle halifelik, ömrünü bitirmiş bir teşekkül olarak Büyük Miller Meclisi’nin kararı ile tamamen kaldırılmıştır. Meclis, tarihten aldığı derse göre, bunun · yerine bir yenisini de koymamıştır.

Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki Atatürk, tarih bilgisine çok kuvvetli olarak sahip bulunuyordu. Hayatının her devresinde tarih okumuştur. Tarihin yeni keşifleriyle de derinden ilgilenmiş ve Türk Tarihi bilimine yepyeni bir yol açmıştır. İstiklal Savaşımız sıralarında ise türlü fırsatlarda söylediği sözlerde tarih, bazen ulusal bir heyecan kaynağı oluyor, bazen de, tarihi bilimsel bir konu olarak eline aldığında, en büyük yetki ve açıklıkla konuşuyor. Tarih, yasalaştırmak istediği meseleler için dayanak noktası oluyor. Tarihten deliller getirerek, ikna edici örnekler veriyor, neticelerini gösteriyor. Bozulmuş kurumları yıkarken, onların tarihte geçirmiş oldukları evrelerin bilinmesiyle, ömürlerinin tamam olduğuna inanıyor. Onun için kendisi, bir devlet başkanı olmuştur, fakat asla bir ‘halife’ olmak istememiştir. Çünkü tarihte ve uygulamalarda, siyasi hayat için, halifeliğin büyük bir rolü olmadığını biliyordu. O, yalnız Türklüğün birliğini temin ederek bu devleti kurdu. Panislamcılığın, Pantürkçülüğün birer hayal olduğunu ve tarihte asla gerçekleşmemiş olduğunu anlamıştı. Hayaller ve imparatorluklar peşinde gitmeyi asla istememiştir ve böyle hayalleri milletine telkin etmemiştir. Atatürk, bütün devrimlerinde olduğu gibi, bunda da yapılabilecek işlerin sınırını aşmamıştır.

Bu örnekleri Atatürk’ten aldım, bütün nutuklarını taradım, tarihten bahsettiği kısımlardan bazılarını topladım ve göstermek istedim ki, bir devlet kurucusunun, bir büyük siyaset adamının kişiliğinde, kararlarında tarih bilgisi ne büyük rol oynar ve ulusun kaderini nasıl değiştirebilir?

Tarih bilmenin büyük faydaları her sahada tecrübe edilmiştir. Tarih, siyaset adamlarına lazımdır. Bir kumandanın en çok bileceği şeylerden biri “Harpler Tarihi”dir; her ilim adamı, uğraştığı sahanın tarihini iyi bilirse, yeni keşifler için kendisini o kadar hazır bulur; edebiyatçı tarihten konu ve örnekler alır, bir mimar eski tarihi anıtlardan ilham alırsa, kendisi de bunlar gibi büyük eserler yapabilir. Velhasıl tarihin girmediği saha ve lüzumlu olmayan meslek tasavvur edemiyorum. Ulusal yurt tarihi ise, her bilgimizin temelini oluşturmalıdır.

Yazımı Atatürk’ün, 28 Eylül 1925’te Samsun İstiklal Ticaret Mektebi’nde, daima tazeliğini ve dinamizmini koruyan düşüncelerini anlatan şu sözleriyle bitirmek isterim:

Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayatta muvaffakiyet için, en hakiki mürşit ilimdir [en gerçek yol gösterici bilimdir], fendir, ilim ve fennin haricinde mürşit aramak gaflettir, cehalettir, dalalettir [sapkınlıktır]. Yalnız, ilim ve fennin, yaşadığımız her dakikada safhalarının tekâmülünü idrak etmek [evrelerinin gelişimini anlamak] ve terakkiyatını zamanında takip eylemek [ilerlemesini zamanında izlemek] şarttır.

 [*] Bu konferans 1 Aralık 1944’te DTCF’de, 8 Ocak 1945’te Gazi Eğitim Enstitüsü’nde, 31 Mayıs 1966’da ise Kayseri Halkevi’nde verilmiştir.

[Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Yeni Baskıya Hazırlayan: Arı İnan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2009, s.125-137]

Continue Reading

Türk Tarihi

İstanbul’un İtilaf Devletleri Tarafından Fiilen İşgali (13 Kasım 1918)

Published

on

Giriş

13 Kasım 1918’de İtilaf Devletleri donanmasının İstanbul Boğazı’na girişi, Osmanlı tarihinin son döneminin en kritik olaylarından biridir. Mondros Mütarekesi imzalanmış olsa da, İstanbul’a uygulanan fiilî işgal, mütareke hükümlerinin ötesine geçen bir kontrol mekanizması yaratmıştır. Bu olay, yalnızca askerî hâkimiyetin kurulduğu bir an değil; Osmanlı yönetiminin meşruiyet kaybı, şehir düzeninin dönüşümü, sosyal moral çöküşü ve eşzamanlı olarak milli direniş fikrinin doğuşunu simgeleyen bir dönemeçtir.

Bu çalışma aşağıdaki sorulara cevap aramaktadır:

İşgale giden yolda hangi diplomatik, askerî ve psikolojik mekanizmalar rol oynamıştır?

13 Kasım 1918, Osmanlı egemenliği açısından hangi kırılmayı temsil etmektedir?

Fiilî işgal ile resmî işgal arasında nasıl bir fark vardır ve tarih yazımı bu ayrımı neden sıklıkla göz ardı etmektedir?

İşgal İstanbul’un toplumsal hafızasında nasıl bir iz bırakmıştır?

Bu olay, Millî Mücadele’nin fikri zeminini hangi açılardan tetiklemiştir?

1. Mondros Mütarekesi’nin Siyasal Anatomisi ve İşgale Giden Süreç

1.1. Eleştirel Tarih Yöntemi Açısından Mütareke Maddelerinin Yorumu

    Mütarekenin 7. maddesi, belirsizliği sebebiyle diplomatik genişletmeye en açık maddedir. İngiliz belgeleri “İstanbul’un düzeni tehlikede” yorumunu meşru kabul ederken, Osmanlı heyeti bu maddeyi yalnızca savaş bölgeleri için geçerli görmüştür.

    Burada “metin ile niyet” arasındaki boşluk işgale zemin hazırlamıştır.

    1.2. Boğazlar Sorununun Uluslararası Boyutu

    Boğazların kontrolü, İngiltere’nin 19. yüzyıldan itibaren benimsediği deniz üstünlüğü stratejisinin çekirdek unsurudur.

    • İngiltere: Boğazların uluslararasılaştırılması
    • Fransa: İstanbul üzerinde kültürel nüfuz
    • İtalya: Akdeniz’de denge unsuru
    • Yunanistan: “Megali Idea” bağlamında fırsat arayışı

    İstanbul, yalnızca Osmanlı Devleti için değil, Büyük Güçler arası hegemonya mücadelesinin kesişim noktasıdır.

    1.3. Osmanlı Devleti’nin Yapısal Çöküşü

    1918 sonbaharında Osmanlı’nın:

    • bütçe açığı,
    • ordunun dağılması,
    • gıda krizi,
    • bürokratik çöküş,

    gibi yapısal sorunları işgale zemin hazırlamıştır.

    Eleştirel tarih yöntemi bu noktada “işgal”i yalnızca dış müdahale değil, iç zayıflığın sonucu olarak da ele alır.

    2. 13 Kasım 1918: İtilaf Devletleri Donanmasının İstanbul’a Girişi

    2.1. Donanmanın Kompozisyonu

    İngiliz arşivlerine göre Boğaz’a giren filo:

    • 22 İngiliz
    • 12 Fransız
    • 17 İtalyan
    • 4 Yunan
    • Yardımcı gemiler

    toplam 55–61 gemi arasında değişmektedir.

    Bu güç gösterisi yalnızca askerî değil, psikolojik bir şok stratejisidir.

    2.2. Tanıklıklar: Mustafa Kemal ve İstanbul Halkı

    Mustafa Kemal’in Haydarpaşa’da gördüğü manzara karşısında söylediği:

    “Geldikleri gibi giderler.”

    ifadesi, askeri liderlik psikolojisi açısından bir “direniş çerçevesi” inşa etmiştir.

    Halide Edib ise bu günü “şehrin ruhunun esir alındığı gün” olarak tanımlar.

    2.3. Şehir Sosyolojisi Açısından İşgalin Tasviri

    İşgal günü:

    • Galata Köprüsü’nde toplanan kalabalığın sessizliği
    • Tophane rıhtımına indirilen birlikler
    • İstanbul polisinin pasifize oluşu
    • Pera’daki gayrimüslim cemaatlerin temkinli kutlamaları

    gibi unsurlar şehir sosyolojisinin “eşzamanlı çoklu duygular” barındıran yapısını ortaya koyar.

    3. Vaka Analizleri: İşgalin Çok Boyutlu Etkileri

    Vaka 1: Osmanlı Yönetim Aygıtının Çöküşü ve Tevfik Paşa’nın Görevlendirilmesi

    Tevfik Paşa’nın getirilmesi İngilizlerin “ılımlı, denetim altına alınabilir hükümet” arayışıyla uyumludur.

    Bu, klasik sömürge stratejisinin bir türüdür: Yerel yönetimi tamamen devirmeden etkisiz kılmak.

    Vaka 2: Polis Teşkilatının Yeniden Düzenlenmesi

    İngiliz subayları polis merkezlerinde denetim noktaları kurmuş, atamalara müdahale etmiş, “güvenilir” görülen isimleri öne çıkarmıştır.

    Bu durum fiilî işgalin “hiyerarşi kırma stratejisi”dir.

    Vaka 3: Basının Kontrol Altına Alınması

    Peyam-ı Sabah gibi gazeteler İngiliz yanlısı çizgiye evrilmiş; İleri ve Yeni Gün gibi gazeteler baskı altına alınmıştır.

    Bu, modern anlamda enformasyon savaşının erken bir örneğidir.

    4. Fiilî İşgal – Resmî İşgal Ayrımı: Tarih Yazımı Eleştirisi

    Türk tarih yazımında “öğretim kolaylığı” gerekçesiyle İstanbul’un yalnızca 16 Mart 1920’de işgal edildiği aktarılır. Ancak:

    • egemenlik kaybı,
    • idari müdahale,
    • askerî sınırlama,
    • polis ve basın kontrolü,

    ölçütleri dikkate alındığında 13 Kasım 1918 tam nitelikli bir fiilî işgaldir.

    Eleştirel tarih yazımı, devletlerin “resmî söylem”leri ile arşiv gerçekleri arasındaki farkı açığa çıkarır.

    5. İşgalin Psikolojik ve Toplumsal Etkileri

    5.1. Moral Çöküş ve Mill Kimliğin Yeniden İnşası

    İşgal, İstanbul halkında:

    • yenilmişlik,
    • belirsizlik,
    • öfke,
    • utanç,
    • milliyetçi uyanış

    gibi duyguları aynı anda tetiklemiştir.

    5.2. Aydınlar Üzerindeki Etkiler

    Ahmet Emin Yalman, Halide Edib, Celal Nuri gibi yazarların günlüklerinde:

    • “Öfke”
    • “Aşağılanma”
    • “Direniş gerekliliği”

    temaları baskındır.

    5.3. Millî Mücadele’nin Psikolojik Kaynağı

    Mustafa Kemal’in 1918–1919 arasında İstanbul’da yaptığı temaslar, işgal psikolojisinden doğan direniş enerjisini Anadolu’ya taşıyan bir “fikri köprü” oluşturmaktadır.

    Sonuç: 13 Kasım 1918’in Tarihi Konumlandırılması

    Bu makalenin kapsamlı analizi göstermiştir ki:

    • İstanbul’un işgali diplomatik, askerî, psikolojik ve idari boyutları olan çok katmanlı bir harekettir.
    • 13 Kasım 1918, 16 Mart 1920’den bağımsız düşünülemez; ancak bu ilk tarih egemenlik kaybının başlangıcıdır.
    • Bu olay, milli kimliği yeniden kuran bir “travmatik başlangıç anı”dır.
    • Millî Mücadele’nin ruhu, bu işgal gününde şekillenmiştir.

    Kaynakça

    Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar I, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1977, s. 54-57

    Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü I, TTK Yayınları, TTK Basımevi, Ankara, 1993, s. 24-26

    Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele I (Mutlakıyete Dönüş 1918-1919), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2004, s. 79-114

    Bilge Criss, İşgal Altında İstanbul 1918-1923, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008.

    Zekeriya Türkmen, “İstanbul’un İşgali ve İşgal Dönemindeki Uygulamalar (13 Kasım1918-16 Mart 1920)”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt: XVIII, Temmuz 2002, Sayı: 53, s. 319-372

    Abdurrahman Bozkurt, “İstanbul’un İşgali”, Atatürk Ansiklopedisi

    https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/690/%C4%B0stanbul’un-%C4%B0%C5%9Fgali

    Continue Reading

    Türk Tarihi

    Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918)

    Published

    on

    Osmanlı Devleti’nin Çöküşü ve Türk İstiklal Mücadelesinin Başlangıç Noktası

    Özet

    I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Osmanlı Devleti, askerî ve ekonomik açıdan tükenmiş bir hâle gelmiştir. İttifak Devletleri’nin savaşı kaybetmesi üzerine Osmanlı Hükûmeti, ateşkes istemek mecburiyetinde kalmıştır. Bu doğrultuda Osmanlı Devleti adına Bahriye Nazırı Rauf (Orbay) başkanlığındaki heyet, İtilaf Devletleri’ni temsilen İngiliz Amiral Arthur Calthorpe ile 30 Ekim 1918 tarihinde Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda görüşerek mütarekeyi imzalamıştır.

    Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkmasının ardından siyasi, askerî ve ekonomik bakımdan egemenliğini fiilen sona erdirmiştir. Bu mütareke yalnızca bir ateşkes değil, aynı zamanda Anadolu’nun işgale açık hâle getirildiği bir teslimiyet belgesidir. Bu çalışmada, mütarekenin imzalanma süreci, başlıca maddeleri, sonuçları ve Türk millî direnişine zemin hazırlayan etkilerini vaka analizleriyle incelenmektedir.

    Anahtar Kelimeler: Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı, İşgaller, Millî Mücadele

    Giriş

    I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Osmanlı Devleti askerî ve ekonomik açıdan çöküş sürecine girmiştir. Savaşın başlarında Almanya’nın desteğine güvenen Osmanlı yönetimi, 1918 yılına gelindiğinde Filistin-Suriye Cephesi’nin çökmesiBulgaristan’ın savaştan çekilmesi ve Alman ordularının yenilgiye uğraması üzerine mütareke talebinde bulunmak mecburiyetinde kalmıştır.

    Osmanlı Devleti, savaşın sürdürülemeyeceğini anlayarak İngiltere ile doğrudan temas kurmuştur. Bu durumda Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, İngilizlerle yapılacak bir ateşkesin, muhtemel işgalleri önleyebileceği umudunu taşımaktadır. Osmanlı delegasyonu, Bahriye Nazırı Rauf (Orbay) başkanlığında Hüseyin Rauf BeyReşat Hikmet Bey ve Sadullah Bey’den teşekkül etmektedir. Mütareke, Osmanlı heyeti ile İngiltere’yi temsilen Amiral Arthur Calthorpe arasında Limni Adası’ndaki Agamemnon zırhlısında 30 Ekim 1918’de imzalanmıştır.

    Mütarekenin Maddeleri

    Mondros Mütarekesi 25 maddeden ibaret olup, görünürde bir “ateşkes” metni olmasına rağmen Osmanlı egemenliğini fiilen ortadan kaldıran hükümler içermektedir.

    1- Çanakkale ve Karadeniz Boğazlarının çevresi ve Karadeniz’e geçişin temini için buraları müttefikler tarafından işgal edilecektir.

    2- Osmanlı sularındaki bütün torpil yerleri gösterilecek ve bunları taramak veya yok etmek için yardım istendiği zaman gerekli kolaylık sağlanacaktır.

    3- Karadeniz’deki torpil mevzileri hakkında bilgi verilecektir.

    4- İtilâf harp esirleri ile Ermeni esirleri ve mevkuf Ermeniler, İstanbul’a getirilecek ve kayıtsız şartsız İtilâf kuvvetlerine teslim olunacaktır.

    5- Hudutların emniyeti ve iç asayişin temini için lüzumlu askerden maadasının derhal terhisi (bu asker miktarı Türkiye’nin görüşü alındıktan sonra müttefikler tarafından kararlaştırılacaktır.)

    6- Osmanlı karasularında zabıta ve buna benzer hususlar için kullanılacak küçük gemiler müstesna olmak üzere Türk ordularında bulunan bütün harp sefineleri teslim olunacak ve Osmanlı limanlarında mevkuf bulundurulacaktır.

    7- Müttefikler, emniyetlerini tehdit edecek bir durum ortaya çıkarsa herhangi bir stratejik noktayı işgal edebileceklerdir.

    8- Bugün Türk işgali altında bulunan liman ve demiryolu mahallerinden İtilâf Devletleri kuvvetleri yararlanacaktır. Osmanlı gemileri de ticaret ve terhis hususlarında aynı şartlardan yararlanacaktır.

    9- Bütün Türk limanlarında ve tersanelerinde İtilâf Devletleri’ne ait gemilerin tamirine kolaylık gösterilecektir.

    10- Toros Tünelleri Müttefikler tarafından işgal edilecektir.

    11- İran’ın Kuzeybatı kısmındaki Osmanlı kuvvetlerinin derhal harpten evvelki hudut gerisine çekilmesi hususunda evvelce verilen emir yerine getirilecektir. Maveray-ı Kafkas’ın evvelce Türk kuvvetleri tarafından kısmen tahliyesi emredildiğinden kısm-ı mütebakisi müttefikler tarafından mahalli vaziyet tetkik edildikten sonra talep durumunda tahliye edilecektir.

    12- Hükümet muhaberatı müstesna olmak üzere bütün telsiz ve telgraflar İtilâf Devletleri memurları tarafından kontrol edilecektir.

    13- Bahri, askeri ve ticari malzemelerin tahripleri durdurulacaktır.

    14- Memleketin ihtiyacı temin olunduktan sonra, İtilâf Devletleri’nin kömür ve diğer ihtiyaçlarının Türkiye kaynaklarından sağlanması için kolaylık gösterilecektir.

    15- Bütün demiryollarına İtilâf Devletleri kontrol subayları memur edilecektir. Bu meyanda bugün, Osmanlı Hükümeti’nin kontrolünde bulunan Maveray-ı Kafkas demiryolları aksamı dâhildir. Ahalinin ihtiyacının tatmini nazar-ı dikkate alınacaktır. Bu maddeye Batum’un işgali dâhildir. Osmanlı Devleti Bakü’nün işgaline itiraz etmeyecektir.

    16- Hicaz, Asir, Yemen, Suriye ve Irak’ta bulunan garnizonlar en yakın İtilâf Devleti kumandanına teslim olacaktır. Kilikya’daki kuvvetlerden asayişi sağlaması için yeterli miktardan fazlası 5. madde gereğince geri çekilecektir.

    17- Trablus ve Bingazi’de bulunan Osmanlı subayları en yakın İtalyan garnizonuna teslim olacaktır.

    18- Mısrata da dâhil olmak üzere Trablus ve Bingazi’de işgal edilen limanlar en yakın İtilâf garnizonuna teslim olacaktır.

    19- Almanya ve Avusturya’nın deniz, kara, sivil memurlarının ve tebaasının bir ay zarfında, uzak yerlerde bulunanlar da bir aydan sonraki mümkün olan en kısa zamanda Osmanlı memleketlerini terk edeceklerdir.

    20- 5. madde gereğince terhis edilecek Osmanlı kuvvetlerinin teçhizatı hakkında verilecek talimata riayet olunacaktır.

    21- Müttefiklerin menfaatlerini korumak için İaşe Nezareti nezdinde İtilâf Devletleri temsilcileri hazır bulunacak ve kendilerine gerektiğinde bütün bilgiler verilecektir.

    22- Türk harp esirleri İtilâf kuvvetleri nezdinde muhafaza edilecektir.

    23- Türk Hükümeti, Merkezi Devletler ile münasebetini kesecektir.

    24- İtilâf Devletleri, Vilayat-ı Sitte (altı vilayet) de karışıklık çıkarsa, bu vilayetlerin herhangi bir kısmını işgal etme hakkına haizdirler.

    25- Müttefiklerle Osmanlı Hükümeti arasında muhasamat 1918 senesinin 31 Ekim’inde tatil edilecektir.

    Bu hükümler, Osmanlı Devleti’nin askeri ve idari yapısının İtilaf Devletleri kontrolüne geçmesi anlamına gelmektedir.

    Vaka Analizi: İşgallerin Başlangıcı (1918–1919)

    Mütarekenin 7. maddesi, “güvenliği tehdit eden bölgelerin işgal edilebileceği” hükmüyle İtilaf Devletleri’ne sınırsız yetki tanımıştı. Bu maddeye dayanarak:

    • 3 Kasım 1918’de İngilizler Musul’u,
    • 13 Kasım 1918’de İtilaf donanması İstanbul’u,
    • 15 Mayıs 1919’da Yunan ordusu İzmir’i işgal etti.

    Bu işgaller, mütarekenin “barış”tan çok “teslimiyet” anlamına geldiğini açıkça göstermiştir.

    Sonuçlar

    1. Osmanlı Devleti fiilen sona ermiştir. Devletin askerî ve siyasî egemenliği ortadan kalkmıştır.
    2. Boğazlar üzerindeki Türk egemenliği bitmiştir. İstanbul’un güvenliği tehlikeye girmiştir.
    3. İtilaf Devletleri Anadolu’yu işgale başlamış, ülkenin bütünlüğü fiilen bozulmuştur.
    4. Halkta direnme bilinci doğmuştur. Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri, bu işgallere tepki olarak kurulmuştur.
    5. Mustafa Kemal Paşa, bu şartlar altında Anadolu’ya geçerek millî direnişi örgütlemeye başlamıştır.

    Tarihi ve Siyasi Değerlendirme

    Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti için siyasi bağımsızlığın kaybedilmesi, Türk milleti içinse millî bilincin uyanması anlamına gelmektedir. Mütareke hükümleri, kısa sürede Sevr Antlaşması’na dönüşmüş; ancak Anadolu’da doğan Kuvâ-yi Milliye hareketi bu teslimiyet sürecini tersine çevirmiştir.

    Bu bağlamda Mondros, yalnızca bir “son” değil, aynı zamanda bir “başlangıç noktası”dır. Türk tarihinin en karanlık dönemlerinden biri, yeni bir devletin doğuşuna zemin hazırlamıştır.

    Sonuç

    30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin siyasî varlığını fiilen sona erdirirken, Türk milletinin bağımsızlık mücadelesini başlatan kıvılcım olmuştur. Bu süreç, Türk milletinin kendi kaderini belirleme hakkını savunduğu bir dönüm noktasıdır.

    Mütareke ile birlikte Anadolu, işgal ordularının sahnesine dönüşmüş; fakat aynı topraklarda Millî Mücadele’nin liderleri doğmuştur. Bu sebeple Mondros, Türk tarihinin hem “çöküş hem de yeniden doğuş belgesi” olarak değerlendirilebilir.

    Kaynakça

    Akşin, Sina. Kısa Türkiye Tarihi. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2017.

    Armaoğlu, Fahir. 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1914–1995). Ankara: Alkım Yayınevi, 2014.

    Karal, Enver Ziya. Osmanlı Tarihi, Cilt IX: Birinci Dünya Savaşı ve Mondros Mütarekesi. Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1996.

    Orbay, Rauf. Cehennem Değirmeni: Siyasi Hatıralarım. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2010.

    Sonyel, Salahi R. Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, Cilt I (1918–1923). Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2005.

    Zürcher, Erik Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İstanbul: İletişim Yayınları, 2018.

    https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/353/Mondros-M%C3%BCtarekesi, Erişim: 31.10.2025

    Continue Reading

    En Çok Okunanlar