Connect with us

Türk Tarihi

Tarihi Hikayeler: 4 Penbe İncili Kaftan

Published

on

Penbe İncili Kaftan

 Büyük kubbeli serin divan bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincabi bahar ziyaları, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan ihtiyar sadrazamın sönük gözleri, gayet uzak, gayet karanlık şeyler düşünüyor gibi, mevcut olmayan noktalara dalıyordu.

Cesur bir adam lâzım, paşalar. . . ” dedi , “biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara gark ederek gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine müsaade ettik. Şüphesiz o da mukabele etmeye kalkacak.”

Şüphesiz.”

Hiç şüphesiz.”

Mutlaka. . .”

Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi fikrinde olduğunu anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi. “O hâlde bizden elçi gidecek adamın çok cesur olması lâzım! Öyle bir adam ki ölümden korkmasın. Devletin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin. . .

Evet!

Hay, hay.”

Çok doğru…

Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı.

Haydi öyleyse. . . Bir cesur adam bulun” dedi, “hacegândan, enderundan, divandan benim aklıma böyle gözü pek bir adam gelmiyor. Siz de düşünün bakalım.

“…”

“…”

“…”

Sofu, sulhperver, sakin padişahın koca devletine sessiz, küçük bir dimağ olan divan düşünmeye başladı.

***

Bu elçi, yedi sene sonra [1514] takdirin “Yavuz!” namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safevi‘ye gönderilecekti! Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan ziyade kitapta geçiren Beyazıd-ı Veli‘nin tabiatı son derece halimdi. Yalnız şiiri, hikmeti, tasavvufu sever, muharebeden, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının sükûnunu bozmamayı en büyük vazifeleri sanırlardı. Bununla beraber hudutlarda yine kavganın arkası alınamıyordu. Bosna, Eflâk, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini takip ediyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro fetholunuyordu. Sanki İstanbul fatihinin azmiyle dehası -tahta geçer geçmez babasının heykelini “Gölgesi yere düşüyor. . .” diye kırdırıp sevaba girmeye kalkan-zahit halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, ezeli bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe gaile gaile üstüne çıkıyordu! Hele Şark. . . kan içinde, ateş içinde, zulüm içinde kıvranıyordu.

Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının enkazı üstünde Şah İsmail serserisi bir saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyük babası Cüneyt’in intikamını aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına, soluna saldırıyordu. Kendine iltica eden taraftarları bile çağırdığı ziyafette yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, mağlup ettiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bu gaddar şah dünyada hakikaten eşi görülmemiş bir zalimdi. Beyazıt divanının edip, sakin, haluk, dindar vezirleri, onun vahşetlerini hatırlamaya tahammül edemezlerdi. Bu zalim bir gün mutlaka bizim hududumuza da tecavüz edecek, şark eyaletlerini zapta kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye hâkimi Alaüddevle‘den nikâhla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi. İsmail uğradığı bu red hakaretinden hiddetlendi; intikam için padişahın toprağından geçti. Müdafaasız Zülkadriye arazisine girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle’nin oğluyla iki torunu eline esir düştü. Şah İsmail bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle bir vahşet şarkta yeni duyuluyordu. Cenk istemeyen padişah Ankara‘ya Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, zalim olduğu kadar kurnazdı… Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O vakit Trabzon valisi bulunan Şehzade Yavuz, babası gibi sabredememiş, Tebriz hududunu geçmiş, Bayburt‘a, Erzincan‘a kadar her tarafı talan etmiş, hatta şahın kardeşi İbrahim‘i esir almıştı. İsmail’in elçisi şimdi bu tecavüzden de şikâyet ediyor, Osmanlı toprağına son akınlarının, padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle aleyhine olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu zalim, gaddar türediye gönderilecek münasip bir elçi bulunamıyordu. Çünkü kendini Osmanlı hakanıyla bir tutan, hatta bütün şarkta cihangirliği kuran bu serseri karşısında devleti temsil edecek adama karşı şüphesiz birçok münasebetsizlikler edecek; münasebetsizliklerine mukabele edeni ihtimal kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik kaba bir vahşetle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri, bir mezar taşı gibi hareketsiz duran, kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü.

Ben tam bu elçiliğe münasip bir adam biliyorum” dedi, “babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memuriyeti kabul etmez.

Kim?

Muhsin Çelebi.”

Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu: “Burada mı oturuyor?

Evet.”

Ne iş yapıyor?

Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ülfet etmez. İkbal istemez.

Niye?

Bilmem ama belki, ‘zevali var’ diye.”

Tuhaf. . .”

Fakat çok cesurdur. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok defa gaza etmiştir. Yüzünde kılıç yaraları vardır.”

Bize elçi olmaz mı?

Bilmem.”

Bir kere kendisini görsek…”

Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?

Nasıl gelmez?

Gelmez işte. . . Dünyaya minneti yoktur. Şahla geda, nazarında birdir.”

“Devletini sevmez mi?

Sever sanırım.”

O hâlde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.”

Tecrübe buyurun efendim.”

Sadrazam o akşam kethüdasını Muhsin Çelebi’nin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devlete, millete dair bir maslahat için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka tereddüt etmeyip gelmesini yazıyordu.

* * *

Sabah namazından sonra sarayının selâmlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük, loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama Muhsin Çelebi’nin geldiğini haber verdiler.

Getirin buraya. . .” dedi. İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının tekâpusuna, secdesine alışan sadrazam, bir an, eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin daima öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı altından içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu.

Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adam ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi gayet tabii bir sesle sordu.

Beni istetmişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?”

Şey…”

Buyurunuz efendim.”

Buyur oğlum, şöyle bir otur da. . .”

Muhsin Çelebi çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden gayet tabii bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu.

Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kâğıtlara bakarak içinden “Ne biçim adam? Acaba deli mi?” diyordu. Hâlbuki. . . hayır. Bu çelebi gayet akıllı bir insandı! Merde, namerde muhtaç olmayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandıra ile büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Fukaraya, zayıflara, gariplere bakar, sofrasında hiç misafir eksik olmazdı. Dindardı. Ama mutaassıp değildi. Din, millet, padişah aşkını kalbinde duyanlardandı. Devletinin büyüklüğünü, kutsiliğini anlardı. Yegâne mefkûresi “Allah’tan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak“tı… İlmi, kemali herkesçe malumdu. İbni Kemal ondan bahsederken “Beni okutur…” derdi. Şairdi. Lâkin ömründe daha bir kaside yazmamıştı. Hatta böyle methiyeleri okumazdı bile. . . Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan ikbal yollarından daha hiç birine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mina çiçekli, cenneti andıran nurani yolların nihayetinde daima “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun nazarında çok yüksek, çok büyüktü. İnsan arzın üzerinde Allah’ın bir halefiydi. Allah insana kendi ahlâkını vermek istemişti. İnsan her mevcudun fevkinde idi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe tabasbus pek yakışırdı; ama insana. . . Muhsin Çelebi her türlü zilleti hazmederek ikbal tepelerine iki büklüm tırmanan maskara harislerden, izzet-i nefissiz kölelerden, zâhifeler gibi yerlerde sürünen mülevves esirlerden nefret ederdi. Hatta bunları görmemek için merdümgiriz olmuştu. Yalnız muharebe zamanları Gureba Bölüklerine kumandanlık için meydana çıkardı. Huzurda serbest, tabii oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı.

Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?

Ben mi?

Evet.”

Ne münasebet?

Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da. . .”

Ben şimdiye kadar devlet mansıbına girmedim.”

Niçin girmedin?

Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu. Gülümsedi.

Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem” dedi, “hâlbuki zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü tabasbusla, riyayla, tekâpuyla çıktıklarından, etraflarına daima hep bu zelil mazilerinin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimleri, himaye ettikleri, hep deni riyakârlar, ahlâksız müdâhinler, namussuz maskaralar, haysiyetsiz dalkavuklardır! Mert, doğru, izzet-i nefis sahibi, hür, vicdanın sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen garez olur, mahvına çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, paşam?

“…”

Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Hiddetlenemiyordu. Ama hiddetlendiği zamanlarda olduğu gibi yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyi iken bile karşısında akranlarından kimse böyle dümdüz laf söyleyememişti. Tekrar “Acaba deli mi?” diye düşündü. Deli değilse… bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, “nizam-ı âleme” muhalif değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden, “Şunun başını vurdursam…” dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: “İşte sen de tabasbus, riya, tekâpu yollarından yükselenler gibi serbest, düz bir lafı çekemiyorsun! Sen de karşında mert bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, zilletinin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!” Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Tekrar Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… Al yanakları… Yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu. . . Biraz büyücek, eğri burnu. . . ince sarığı… tıpkı, Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhuna akseden sesini, gururunun karanlığı ile boğmadı. “Tam bizim aradığımız adam işte. . . ” dedi. Bu kadar pervasız bir adam devletine, milletine yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğunu hafifçe salladı: “Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz.”

Muhsin Çelebi sordu : “Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan intihap etmiyorsunuz?”

Sen Şah İsmail denen habisin kim olduğunu biliyor musun?

Biliyorum.”

Devletini seviyor musun?

Seviyorum.”

Hâkim sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı.

Pekâlâ öyleyse. . . ” dedi, “bu habis ‘elçiye zeval yok’ kaidesini kabul etmez. Bizimle rekabet davasındadır. Er meydanında hakkımızda yapamadıklarını bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. İhtimal işkenceyle idam eder. Çünkü Allah’tan korkusu yoktur. Hâlbuki elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam lazım ki hakaret görünce başından korkmasın. . . Bu hakaret i aynıyla o habise iade etsin. . .Devletini seversen sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!

Muhsin Çelebi hiç düşünmedi. “Ettim efendim, fakat bir şartla. . .” dedi.

Ne gibi?

Mademki bu bir fedakârlıktır, fedakârlık ücretle olmaz. Hasbi olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, hakikatte şahsi bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, mansıp, ücret falan istemem. Fahri olarak bu hizmeti görürüm. Şartım budur!

Fakat oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi gayet ağır giyinmişti. Atları, hademeleri mükemmeldi. Bizim elçimizin atları, hademeleri, esvabı daha muhteşem, daha ağır olmak icap eder. . . Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.

Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı. “Hayır” dedi, “hazineden bir pul almam. İcap ederse muhteşem takımlı atları, süslü hademeleri ben kendi paramla düzeceğim. Hatta. . . ” Sadrazam gözlerini açtı.

“…Hatta sırtıma Şah İsmail ‘in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.”

Ne giyeceksin?

Sırmakeş Toroğlu’ndaki dibası Hint’ten, harcı Venedik’ten gelme ‘Pembe İncili Kaftan’ı alacağım. . . ”

Ne. . . O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum?”

Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay evvel tamamlanan, üzeri en nadir pembe incilerle işlemeli bu kaftanın namını İstanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler padişaha hediye etmek için Toroğlu’na müracaat ettikçe o, fiyatını arttırıyordu. Muhsin Çelebi bu meşhur kaftanı nasıl alacağını anlattı.

Çiftliğimle mandıramı, evimi rehine vereceğim; tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım. İki bin altın atlarla hademelere sarf edeceğim. Geriye kalan sekiz bin altına da bu kaftanı alacağım.

Sadrazam bu hareketi makul bulmadı: “Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir debdebe aletidir. Mallarını elinden çıkaracaksın. Fakir düşeceksin.

Hayır. Sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun. . . Devletten hep alınmaz ya. . . Biraz da verilir!

“… ”

Muhsin Çelebi ile konuştukça sadrazamın hayreti büyüyordu. Kalbi rahatladı. İşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek tam bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin haysiyetinden ziyade alacağı ihsanı düşünecek, hakkında reva görülen her hakareti kabul edecekti. Sadrazam Muhsin Çelebi’yi yemeğe de alıkoymak istedi. Muvaffak olamadı, giderken onu ta sofaya kadar teşyi etti.

* * *

…Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını, hademelerini düzdü. Bunların hepsi hakikaten emsali görülmedik derecede muhteşemdi. Dönüşte yedi bin liraya iade etmek şartıyla Toroğlu’ndan meşhur Pembe İncili Kaftan‘ı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın namesini koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin debdebesi, daratı, hele incili kaftanının şöhreti bütün Anadolu’dan geçerek Şah İsmail’in diyarına taşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesine büyük bir ihtişamla girdi. Bu küçük payitahtın süse, dârâta, renge, ziynete meftun halkı İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdılar. Şehir, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail “pembe inci“yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı nefsinde derin bir garez duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden evvel tahtının arkasına cellâtlarını hazırlattırdı. Tahtının önündeki diba şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda muharipleri duruyorlardı.

…Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan serbest adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her vakitki gibi yukarıda, göğsü her vakitki gibi ileride idi. Koynundan çıkardığı name-i hümayunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstünde -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sırmalarla, tuğlarla, sancaklarla bağlanmış gibi- garip bir yırtıcı kuş sükûnuyla tüneyen şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah gazabından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Nameyi aldı. Muhsin Çelebi tahtın önünden çekilince şöyle bir etrafına baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden “Beni mecburen ayakta, hürmet vaziyetinde tutmak istiyorlar galiba. . . ” dedi. Bir an düşündü. Bu hakarete nasıl mukabele etmeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili Kaftan‘ı çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri, kumandanları aptallaşmışlar, hayretle bakıyorlardı. Sonra bu kıymettar kaftanın üzerine bağdaş kurdu.

İnce dev, ejderha resimleri nakşolunmuş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sedasıyla “Namesini verdiğim büyük padişahım Oğuz Kara Han neslindendir” diye haykırdı, “dünya yaratıldığından beri onun ecdadından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ecdadı hilkatten itibaren hükümdar olan bir padişahın elçisi hiçbir ecnebi padişah karşısında divan durmaz. Çünkü kendi padişahı kadar dünyada asil bir padişah yoktur. Çünkü…

Muhsin Çelebi kaba Türkçe nutkunu bağırdıkça Farisi bilmeyen şah kızarıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı name, tir tir titriyordu. Tahtının arkasındaki cellâtlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Mukarripler, vezirler, cellâtlar, muharipler hükümdarlarının sabrına, tahammülüne şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince müsaade falan istemedi, kalktı, kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail donmuş, taş kesilmişti. Çaldıran’da kırılacak gururu bugün, bu tek Türk’ün ateş nazarları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi hayretten donan nedimlerine “Şunun kaftanını veriniz” dedi.

Muhariplerden biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti: “Buyurun. Kaftanınızı unutuyorsunuz.”

Muhsin Çelebi durdu, güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle “Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok. . . Hem bir Türk yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz. . . Bunu bilmiyor musunuz?” dedi.

* * *

…Geçtiği yollardan gece gündüz dörtnala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hademelerine dedi ki: “Evlâtlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki esvapları, belinizdeki murassa hançerleri size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helâl ediyor musunuz?

Ediyoruz.”

Ediyoruz.”

Ananızın ak sütü gibi.”

Cevabını alınca onları başından savdı. Geniş bir nefes aldı. Evine uğramadan deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Nameyi şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın müsaadesine tenezzül etmeden habersizce kalkıp İstanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam onun vazifesini hakkıyla ifa edeceğinden son derece emindi. Yollara, derebeylerine, aşiretlere dair bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman “Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı?” dedi.

Hayır, getirmedim.”

Acemistan’da mı sattın?

“Hayır, satmadım.”

Çaldırdın mı?

Hayır.”

Ya, ne yaptın?

Hiç!

“… ”

Sadrazam ısrar etti, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla iftihar edecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar’a döndü. Ertesi günü yedi bin altına geri almak için kendisini bulan Sırmakeş Toroğlu’na da kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul’da hiç kimse meşhur pembe incili kaftanın” nasıl, nerede, niçin” bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz sarayındaki macera tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Fakat eski zengin Muhsin Çelebi bu kaftan için girdiği borçları verip çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla murassa takımını satıp Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar pazarında   sebzevatçılık etti. Pek fakir, pek acı, pek mahrum bir hayat geçirdi. Ama “yine” ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlığa dair gevezelikler yaparak boşu boşuna pohpohlandı!

[Ömer Seyfettin, “Penbe İncili Kaftan”, Yeni Mecmua, Cilt:1, Sayı:17, 1 Teşrinisani [Kasım]1917, Hilal Matbaası, İstanbul, 1917, s. 333-337]

Continue Reading
Click to comment

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Özel Günler ve Anlamları

Enver Paşa’nın Şehadeti (4 Ağustos 1922)

Published

on

Giriş

Bolşeviklerin Kafkasya üzerinde etkili olmaya başlamasıyla Enver Paşa [1] önce Moskova’ya oradan da Bolşevikler ile anlaşarak Güney Kafkasya’ya geçmek istemiştir. Berlin’den Moskova’ya gidebilmek için Nisan 1919- Ağustos 1920 tarihleri arasından tam dört defa yola çıkan Enver Paşa, her defasında engellerle karşılaşmış ve ancak dördüncü denemesinde Moskova’ya ulaşabilmiştir. Enver Paşa, Moskova’dan, Bolşevik ihtilalciler olan Radek ve Zinovyev ile Bakü’ye geçmiş, burada Birinci Doğu Halkları Kurultayı’na katılmıştır. Bu dönemde Bolşeviklerin yardımı ile Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarını kazanabileceğine inanan Enver Paşa, hayal kırıklığına uğramış, Bolşeviklerden umduğunu bulamamıştır.

Bu arada Anadolu’da Sakarya Meydan Muharebesi’ni [23 Ağustos-13 Eylül 1921] kazanan Mustafa Kemal’in Milli Mücadeledeki liderliği tartışmasız duruma gelmiştir. Bu safhadan sonra Anadolu’da ikilik çıkarmak istemeyen ve kendisi için de bir başarı şansı görmeyen Enver Paşa, yanında Teşkilat-ı Mahsusa’nın eski liderlerinden Kuşcubaşı Hacı Sami ve bir kısım eski ittihatçılarla Bakü’den Buhara’ya geçmiştir. Amacı Türkistan bağımsızlık hareketini yürüten Basmacılara destek vermektir. Bu amacına ulaşmak için Rus Bolşeviklerle mücadeleye girişmiştir. 4 Ağustos 1922’de Belcuvan bölgesindeki Abıderya Köyü yakınlarındaki Çegan Tepesi’nde Bolşevik Ruslara karşı giriştiği bir çatışmada şehit olmuştur.

Enver Paşa’nın; İstanbul’u terk ettiği 1–2 Kasım 1918’den, Ruslar tarafından şehit edildiği 4 Ağustos 1922’e kadarki dönemde Kafkaslar üzerinden Anadolu’ya geçerek Anadolu’yu işgalden kurtarmak amacında olduğunu, gelişmeleri değerlendirerek Anadolu’da devam eden Türk İstiklal Mücadelesi’ne zarar vermek istemediği söylenebilir. Enver Paşa’nın bu amacı, hem yurt dışında muhtelif zamanlarda Mustafa Kemal’e yazdığı mektuplarından hem de dönemin Osmanlı basınından anlaşılabilir. Ankara Hükümeti ve Mustafa Kemal, Enver Paşa’yı ve yurt dışındaki diğer ittihatçı liderleri Anadolu’ya sokmamaya kararlıdır.

Enver Paşa’nın hayatı boyunca siyasî ve askerî faaliyetlerinde iki amacının olduğu görülmektedir. Birincisi Osmanlı Devleti’ni çöküşten kurtarmak, ikincisi ise sömürge altındaki Türkistan Türklerinin bağımsızlıklarına kavuşmasını sağlamaktır. Enver Paşa, bu iki amaca ulaşmak için Türkçü ve İslâmcı politikalar takip etmiştir.

Türkistan’ın bağımsızlığı için Ruslarla mücadelesi sırasında Çegan Tepesi’nde 4 Ağustos 1922‘de şehadet şerbetini içen Enver Paşa’yı ve arkadaşlarını minnet ve rahmetle anarım.

Enver Paşa’nın şehadetinin 103. yıldönümü münasebetiyle “Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652” künyeli eserde yer alan “ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR” başlıklı metin,  Türk devlet ve hükümdarlık anlayışı, devlet adamlarının nitelikleri, “devlet adamlığı kumaşı”ndan nasiplenme gibi kavramların anlaşılması, taşınması, uygulanması gibi konularda “millî bilinç” kazanmak; bunun için de öncelikle “tarih bilinci”ne sahip olmak gerekliliğine katkıda bulunmak amacıyla sunulmuştur.

***

ENVER PAŞA DRAMININ SON PERDESİ KAPANIYOR

1922 Temmuzunun sonunda, Doğu Buhara hareketlerinin neticesi, artık belli olmuştu. Doğu Buhara, daha önce de kaydettiğimiz gibi, artık fiilen işgal edilmişti. Duşenbe ve Baysun üzerlerinden güneye ve yanında kalan son maiyetiyle çekilen Enver Paşanın, Buhara-Afgan sınırını teşkil eden Penç nehrini bir noktada aşarak Afganistan’a geçememesi, Külap, Balcevan istikametinde Pamir dağlarına doğru doğuya dalışı, onların kurtulma imkânlarını da karartıyordu. Zaten karşı kuvvetlerin, daha ilk günlerden aldıkları emir, Enver Paşanın, yabancı bir ülkeye kaçmasını önlemekti. Bu suretle karşı tarafın bu hedefini, Enver Paşa, kendi hareketiyle, bir nevi kolaylaş­ tırmış oluyordu.

Artık çarpışmalar da fiilen kesilmişti. Enver Paşa, Abıderya kö­yünde, son karargâhını kurmuştu. Temmuz ayı bu sırada sona erdi.

***

Şimdi, 4 ağustos 1922 tarihindeyiz. Kurban Bayramının birinci günüdür. Gerçi köyde bayram namazı, bir tarih yanlışlığı ile bir gün önce kılınmıştı. Ama Kurban Bayramının ikinci günü de, hazin, ümitsiz, fakat duygulu kutlamalara sahne olur. Enver Paşa, maiyetinde kalanların, evin önüne toplanmasını ve onların bayramını kutlayacağım söyler. Toplanılır. Kalan askerlerine dualarını, tebriklerini bildirecek ve kendilerine birer miktar para verecektir. Asker başlarına ise, kendilerinin de bildikleri gibi, onlara sunacak bir şeyi olmadığını söyleyecek ve bu müşterek mücadelelerin hatırası olarak kendilerine, kendi mühür ve imzasıyle birer belge, hatta rütbeler verecektir.

Balcevan Beyi Devletment Bey de Enver Paşaya, altın ve gümüş işlemeli bir çapan yahut ipekli cübbe ile bir sarık hediye etmiştir. Hülasa herkes bu hüzünlü Kurban I3ayramının havası içindedir. Çünkü bilinir ki bu günler, artık son beraberlik günleridir. Arkadan ve çevreden ise düşman ilerler. Doğudaki Pamirler yol vermez karlı dağlardır. Bir gün önce kesilen kurbanların toprağa akan kanları, hala tazedir.

İşte tam bu tören sırasındadır ki doğuda, vadinin Dere-i Hakiyan kısmı ile Çegan tepesi istikametinden silah sesleri gelir. Bu bir baskındır ve tören yerindeki kalabalık, baskıncıların makineli tüfek ateşleri altında eriyebilir.

İşte o anda Enver Paşa, hemen atına atlar. Dört beşi Osmanlı Türklerinden olmak üzere 25 kadar atlı, hemen onu takip ederler. Doğu ÇEgan tepesine yönelinir. Çegan, Abıderya Suyunun kuzey sırtlarına düşer. Altta, Dere-i Hakiyan vadisi uzanır. Çegan, Balcevan’a (yahut Belh-i Ccvan) 15 kilometre kadar doğudadır. Tepede mevzilenmiş ve makindi tüfekleri bulunan bir düşman müfrezesine karşı aşağıdan, vadiden ve ancak atlar üstündc çekilmiş kılıçlarla, azlık bir nevi fedai süvari grubunun saldırıya geçişinin sonu bellidir. Ama Enver Paşa en öndedir. Atını yıldırım gibi sürer. Kılıcıyle havayı yararak koşar. Yanındakiler de ondan geri kalmazlar.

Bir Kumandanın, bir Başkumandanın bir baskın müfrezesine karşı en önde ve atla, kılıçla karşı çıkışı askeri savaş usullerine sığ­maz. Ama burada artık askerlik değil, yolun sonu, son hamle ve beklenen sonu arayış konuşacaktır. Bu son ise ölüm ve şehadettir. . .

Onun içindir ki bu saldırıda hesap, mantık ve nefsini koruma endişesi yoktur. Burada dile gelen. 1908 Haziranında Selaniğin Vardar kapısından tek başına Makedonya dağlarına çıkarken:

Bir gün bana da bir kurşun isabet edecek ve cesedim, bir çukura atılacaktır.”

diyebilen adamın, kaderiyle son ve toptan hesaplaşmasıdır. 1908 Haziranında açılan defterin, artık dürülüşüdür…

Çünkü şimdi, bütün yollar kapalıdır ve 1908’dc Makedonya dağlarında başlayan serüven, artık Himalaya dağlarının kuzey silsilelerini teşkil eden Pamir eteklerinde, yiğitçe sona erecektir.

Öyle de olur. Çegan tepesinde ve Kulikov kumandasında ateş saçan mitralyözlerin üzerine, yalın kılıçlarla hücum eden bu 25 kadar süvarinin akıl almaz saldırısı, karşı tarafta, hatta şaşkınlık da yaratır. Bu kılıçların altında yaralananlar, teslim olanlar bile olur. Öndeki mitralyöz susturulmuştur bile. Ama ateş kesilmez ki. Daha arkadaki ikinci mitralyöz, ateşini, huzmesini en önde ilerleyenlerin üzerinde yoğunlaştırır. Bunların en önünde de, Enver Paşa vardır. Böylece, çağdaş Mitralyöz, Ortaçağın ünlü silahı olan Kılıcı yener. Enver Paşa vurulur. Atından düşer. Onunla beraber diğerleri de yerlere serilirler. Paşanın kır atı Derviş, bütün bu tür sahnelerde olduğu gibi, efendisinin başucundadır. Ama mitralyözün şeritleri ateşlerini kusmaya devam ederler. Derviş de önce ön iki ayağı üzerine çöker. Sonra yana devrilir. O da nefesini vermiştir.

Çegan tepesine arkadan kalabalık yardımcılar gelemez. Abıderya panik içindedir. Ama Doğu Buhara Beylerinin en vasıflısı, en sadık olanı ve en yiğidi olan Balcevan Beyi Devletment, köye biraz geç yetişmiştir. Paşasının Çegan’a saldırdığını öğrenince, hemen atına atlar. Son sahneye yetişir. Ve Devletment Beyin de cesedi, bu tepede, Paşasının biraz berisinde toprağa serilir.

Başlangıcını kim bilir hangi günlerden ve belki de ta Makedonya dağlarından aldığımız Enver Paşa Dramının son perdesi, işte böyle kapanır.

Çağı, çağın akımlarını, realiteler ve şartlarla imkânlar arasındaki bağıntıları, hiç şüphe yok ki, gereği gibi değerlendirememişti. Formasyonu, bu ölçülere göre değildi. Ders kitapları dışında kitaplar okumanın yasak olduğu, harp ve kurmay okullarından çıkmış, ayağını ordu saflarına atar atmaz da kendini, Makedonya’nın çete savaşları içinde bulmuştu. Ondan sonra okumaya, genel dünya görüşlerini tamamlamaya, elbette ki fırsat bulamadı.

1908 ihtilalinde yıldızlaşınca kendini, askerlikle beraber siyaset işlerine de verdi. Harpler, harpleri kovaladı. Daha 34 yaşındayken, bir Dünya Harbine karışan İmparatorluğun Tek Adam’ı, en ağır sorumlusu ve İmparatorluğun, kader tayin edici son mücadelesinin Başı ve İdarecisiydi.

Makedonya dağlarında serüveni, yiğitçe başlamıştı. Orta Asya’nın Pamir dağları eteklerinde de, yiğitçe bitti. Başka türlü bir ülkenin, başka türlü bir neslin, başka türlü bir insanıydı. Talihine ve nefsine ölçüsüz inanışını, onun neslinin ve kendine benzer insanların, ruh vasıflarına vermelidir.

Enver Paşayı ve serüvenini, akıl ve mantık kriterleri ile değil, bu ruh vasıflarının ve kendilerini yetiştiren şartlarla, kendilerini verdikleri hayal ve ümitlerin ölçüleri ile muhakeme etmek, şüphe yok ki en doğrusudur.

***

Pamir Eteklerindeki Mezar

Çegan tepesindeki Kızılordu baskıncıları, geniş bir hareket için hazırlıklı değildiler. Atlarına atlayıp onlara kılıçları ile saldıran Enver Paşa ve 25 kadar süvarisi için de bu saldırı, bir zafer vaat edemezdi.

Nitekim karşı taraf mitralyözlerini işletince, mühacimler hızla eridi. Geriye dönebilen bir veya birkaç kişiden karargâha, ancak Paşanın ve arkadaşlarının şehadeti haberi geldi.

Ama Karargâh da panik içindeydi. Bayram töreni için gelenlerin her biri bir tarafa dağılmıştı. Bu sebeple, Çegan tepesine doğru takibe geçilemedi. İşin bir talihsizliği de, orada şehit olanların cesetlerinin, düşman elinde kalmasıydı. Bu büyük teessür yarattı. Ama ne Çegan altındaki Dere-i Hakiyan vadisine, ne de Çegan tepesine gidilemedi. Derin bir matem havası, Abıderya karargâhı ile çevreleri sardı.

Karşı tarafa gelince? Onlar, kendilerine kalan baskın sahasını dolaştılar. Ölüler yerlere serilmişlerdi. Ama bunların içinde biri, kı­yafeti ile dikkati çekiyordu. Ayaklarında, bağlı Alman botları vardı. Külotu yerliler gibi değildi. Göğsünde dürbünü, başında yerlileri andırmayan kalpağı, Osmanlı Subaylarınınkini andıran göğüsten ilikli haki ceketi onları şüphelendirdi. Göğsünden bir Kur’an çıkmıştı. Kı­lıcı başka türlüydü ve cebinde, henüz tamamlanmamış bir mektupla, bazı evrak vardı.

O zaman müfreze Kumandanı Kulikof, bu eşyanın alınmasını emretti. Bunları muayene için Taşkent’e gönderecekti. Meçhul süvari, yedi yara almıştı. Atından düşünce, hafif sağa doğru yatmıştı. 40 yaşlarında kadardı ve yerlilere benzemiyordu.

Enver Paşanın cesedi soyuldu. Ama kanlı çamaşırları üstünde bırakıldı. Ve cesetlerle savaş alanı olduğu gibi terkedildi. Bolşevik müfrezesi çekildi. Böylece Enver Paşanın cesedi, iki gün, Dere-i Hakiyan üzerinde, Çegan topraklarında kaldı. Fakat iki gün sonra, dağlardan inen bir köy imamı, Enver Paşanın cesedini tanıdı. Koşarak Abıderya’dakilere haber verdi. Enver Paşanın cesedinin bulunuşu ve düşman elinde kalıp götürülmeyişi de, çevrede bir nevi teselli uyandırdı. Hemen bir süvari grubu, oralara koştular, Enver Paşanın, Devletment Beyin ve diğer şehitlerin naaşları Karargâha getirildi.

Paşanın naaşının bulunuşu etrafa yayılınca, Abıderya karargâhı ve köyü, binlerce insanın akınına uğradı. Kurban Bayramını oradaki yanlışlık dolayısıyle dördüncü ve gerçekte üçüncü günüydü.

Enver Paşayı ve şehitleri, Abıderya Suyu kenarında ve vadisindeki Abıderya köyünde, bir pınarın başındaki ceviz ağacının altına gömdüler. Enver Paşa artık toprağa verilmişti. Makedonya dağlarında Hürriyet Kahramanı Enver Beyle açılan perde, Orta Asya’nın, Pamir eteklerindeki Abıderya köyünde kapanmış ve dram bitmişti…

Taşkent’e gönderilen eşya incelenince, bunların Enver Paşaya ait olduğu, tabii kolaylıkla tespit edildi. Şimdi onun botları, elbisesi, kılıcı, Kur’an’ı ve dürbünü ile diğer parçalar, Moskova’da, Askeri Müze’de, bir vitrin işgal ederler. . .

Paşanın arkadaşlarından Miralay (Albay) Ali Rıza Bey, Enver Paşanın Naibi (Vekili) olarak son vazifeleri tamamladı. Bu arada ilk ve en önemli vazife, tabii, bir Ölüm veya Şehadet Protokolü ile olayı tespit etmek, tarihe mal etmekti. Burada biz, bu Şehadet Protokolü­ nün fotokopisini de veriyoruz. [2]

***

Enver Paşa’nın Naaşı Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilerek 4 Ağustos 1996’da İstanbul Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Defnedilmiştir

“Enver Paşa’nın naaşı 3 Ağustos 1996 tarihinde Tacikistan’dan Türkiye’ye getirilerek bir gün sonra Türkiye’nin Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in katıldığı birinci sınıf askeri törenle Abide-i Hürriyet Tepesi’nde Mahmut Şevket Paşa, Talat Paşa ve Bahattin Şakir gibi eski mücadele arkadaşlarının yanında toprağa verilmiştir. Bu törene birçok üst düzey devlet görevlisi ve Enver Paşa’nın yakınları (torunları Arzu Enver Sadıkoğlu, Neşe Mayatepek ve Nilüfer Ünlü gibi) katılmıştır.

Süleyman Demirel törende yaptığı konuşmada Enver Paşa hakkında şunları dile getirmiştir: “Enver Paşa hatasıyla sevabıyla yakın tarihimizin önemli bir simasıdır. Tarihin geçmişte kalan olayları yargılayıp doğru kararlara varacağından şüphemiz yoktur. Enver Paşa gerçek bir vatansever, milliyetçi idealist çok dürüst bir askerdir. Enver Paşa Türk halkının gözünde bir kahramandır. Milletimizin bu duygusuna gösterdiğimiz saygının bir nişanesi olarak Tacikistan’daki kardeşlerimiz tarafından mezarı bir evliya türbesi gibi ziyaret edilen Enver Paşa’yı oradan alıp bu tarihi mekâna, Hürriyet-i Ebediye Tepesine kendi arkadaşlarının yanına getirmiş bulunuyoruz. Böylece Enver Paşa’nın vatan hasreti ve sürgün süresi son bulmaktadır.” Törene Devlet Bakanı sıfatıyla katılan Abdullah Gül ise Enver Paşa’nın yakın tarihimizde önemli rol oynamış bir Türk askeri olduğunu belirterek bu konuda şunları söylemiştir: “Ömrü boyunca çok önemli olaylara ve kararlara şahit olmuş Enver Paşa’nın naaşını Tacikistan’dan İstanbul’a nakletmiş bulunuyoruz. 74’üncü ölüm yıl dönümüne yetişmesi için bütün kurumlarımız gayret göstermiştir. Asya’da bütün Müslüman ve Türk yurtlarını birleştirip, bu ülkü uğruna savaşırken binlerce kardeşimizle şehit olmuş bir komutanımızdır.” [3]

DİPNOTLAR

[1] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/detay/666/Enver-Pa%C5%9Fa-(1882-1922)

[2] Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa, Cilt III 1914-1922, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985, s. 647-652

[3] Fahri Türk, “Enver Paşa’nın Naaşının Tacikistan’dan Türkiye’ye Getirilişinin Türk Basınında Yansımaları”,  Akademik Bakış, Cilt 9, Sayı 17 Kış 2015, s. 74-75

Continue Reading

Özel Günler ve Anlamları

KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI

Published

on

(20 Temmuz 1974 1. Harekât-14-16 Ağustos 1974 2. Harekât)

[Kıbrıs Barış Harekâtına karar veren Başbakan Bülent Ecevit ve Başbakan Yardımcısı Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ı, harekâtı gerçekleştiren asker ve mücahit şehitlerimizi,  Kıbrıs Türk Mücadelesinin lideri Dr. Fazıl Küçük ve Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı da minnet ve rahmetle anarım.

Gazilerimizin sağlık, mutluluk ve huzurlarının daim olmasını dilerim.

51. Yılında Barış Harekâtı ve Kıbrıs Türklerinin Barış ve Özgürlük Bayramı kutlu olsun! ]

1. Tarihsel Arka Plan

Kıbrıs Adası’nın Konumu ve Önemi:

Doğu Akdeniz’de, Anadolu’nun güneyinde stratejik bir adadır. Osmanlı İmparatorluğu tarafından Venedik’ten Limasol (2 Temmuz 1570), Tuzla (3 Temmuz 1570), Girne 9 Temmuz 1570), Lefkoşe (9 Eylül1570) ve nihayet Magosa (6 Ağustos 1571) birbiri arkasından fethedildi.  Kıbrıs adası, 1571’den 1878’e kadar Osmanlı hâkimiyetindeydi. 1878’de İngiltere’ye devredildi, 1914’te İngiltere tarafından ilhak edildi.

Adanın nüfusu büyük çoğunlukla Rum Ortodoks ve azınlık olarak Türk Müslüman topluluklarından meydana geliyordu.

Tarihsel coğrafya açısından Kıbrıs, Anadolu, Suriye ve Mısır’a hâkimiyet sağlayan deniz yollarının merkezindedir. Bu jeopolitik konum, ileride yaşanacak çatışmanın temel sebeplerinden biridir.

Tarihsel Sosyoloji Perspektifi:

Ada halkı Osmanlı döneminde “millet sistemi” kapsamında barış içinde yaşamıştır. İngiliz sömürge döneminde milliyetçilik fikirleri yayılmıştır. Rum toplumunda Enosis (Yunanistan’a bağlanma) ideali yükselmiştir. Türk toplumu ise buna karşı Taksim (adanın ikiye bölünmesi) fikrini savunmaya başlamıştır.
Bu süreç, toplumsal kimliklerin keskinleşmesine ve iki toplum arasında güvensizlik ve şiddet sarmalının gelişmesine zemin hazırlamıştır.

2. Harekât Öncesi Gelişmeler

1950’ler ve 1960’lar:

1950’li yılların ortalarından itibaren Kıbrıs’ta Rum milliyetçiliği ve Enosis fikrini, silahlı bir örgüt olan EOKA tarafından şiddet yoluyla gerçekleştirme çabaları başladı. EOKA Rum örgütü (lideri Georgios Grivas) İngilizlere karşı silahlı mücadeleye girişti.

Bu süreçte Türk toplumu, can güvenliği ve siyasal hakları için örgütlenme ihtiyacı hissetti. 1958’de Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) adlı savunma örgütünü kurdu.

11 Şubat 1959 Zürih ve 19 Şubat 1959 Londra antlaşmaları neticesinde 1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti kuruldu. Garantör ülkeler: Türkiye, Yunanistan, İngiltere. Cumhurbaşkanı Makarios, yardımcısı Türk lider Fazıl Küçük oldu.

Anayasal düzen, 1963’ten itibaren Rumlar tarafından zorlanmaya başlandı. Türklere yönelik saldırılar başladı (Kanlı Noel). 21-26 Aralık 1963’te Lefkoşa’da başlayan ve Kıbrıs’ın birçok yerine yayılan saldırılar, Kıbrıs Türk halkına karşı gerçekleştirilen organize şiddet dalgalarının en dramatik örneğidir. Bu olaylar, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki toplumlu yapısının fiilen çökmesine ve adanın ilerleyen yıllardaki bölünmesine zemin hazırlamıştır.

1974’e Giden Yol:

Yunanistan’daki cunta yönetimi (Cunta lideri Dimitrios Ioannidis) Enosis’i gerçekleştirmek için Makarios’a karşı darbe düzenledi (15 Temmuz 1974).

Darbe sonrası, Makarios yerine Nikos Sampson getirildi. Bu durum, Kıbrıs’taki Türk toplumunu tamamen yok olma tehdidiyle karşı karşıya bıraktı.

3. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın Seyri (Anı)

20 Temmuz 1974 – 1. Harekât:

Türkiye, garantörlük hakkını kullanarak askeri müdahaleye başladı. Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan idi.
Askerî harekâtın temel amacı:

Kıbrıslı Türklerin can güvenliğini sağlamak,

Ada’daki anayasal düzeni yeniden tesis etmek.

Ateşkes ve Görüşmeler:

22 Temmuz’da ateşkes ilan edildi. Cenevre görüşmeleri başladı ancak Yunan cuntasının ve Kıbrıslı Rumların taviz vermemesi sebebiyle ikinci harekât gündeme geldi.

14–16 Ağustos 1974 – 2. Harekât:

Türk ordusu adanın yaklaşık %37’sini kontrol altına aldı. Girne – Lefkoşa hattı kuzeyde Türklerin kontrolüne geçti.

4. Harekât Sonrası ve Sonuçlar

Kıbrıs Türk Federe Devleti (1975):

13 Şubat 1975’te Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. 15 Kasım 1983’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ilan edildi.

Uluslararası Tepkiler:

BM, Türkiye’yi işgalci olarak nitelendiren kararlar aldı. Ancak Türkiye, garantörlük hakkına ve Kıbrıs Türk halkının meşru savunmasına atıf yaptı.
ABD, İngiltere ve Avrupa ülkeleri Türkiye’ye karşı ambargo ve yaptırımlar uyguladı (özellikle ABD silah ambargosu).

Sosyal ve Kültürel Sonuçlar:

Ada iki toplumlu olarak kesin biçimde ayrıştı.

Güney’de Rumlar, kuzeyde Türkler kaldı; nüfus mübadelesi yapıldı.

Kıbrıs Türkleri, Türkiye ile daha yoğun kültürel ve ekonomik bağ kurdu.

Ekonomik Sonuçlar:

Kıbrıs Türk ekonomisi başlangıçta zorlandı ancak Türkiye’nin yardımlarıyla yeniden inşa edildi.

Güney’de turizm ve ticaret devam ederken, kuzeyde yeni ekonomik modeller geliştirildi.

Tarihsel Sosyoloji Perspektifi:

Kimlik temelli ayrışma kalıcı hale geldi.

İki toplumun sosyolojik yapısı da değişti; kuzeyde Anadolu’dan göçler, güneyde AB uyum/bütünleşme süreçleri başladı.

5. Taraflar ve Kilit Kişiler

TarafLiderlerRolü
TürkiyeBülent Ecevit, Necmettin ErbakanGarantör ülke, askeri harekâtı yönetti
Kıbrıs TürkleriRauf Denktaş, Fazıl KüçükToplum liderleri, direnişi örgütledi
Yunanistan CuntasıDimitrios IoannidisDarbeyi yönetti, Enosis’i destekledi
Kıbrıs RumlarıMakarios (devrildi), Nikos SampsonRum toplumunun liderleri
İngiltereGarantör ülke, tarafsız kaldıÜslerini korudu, doğrudan müdahale etmedi

6. Sebep ve Sonuçlar Tablosu

SebeplerSonuçlar
Enosis ideali, Rum milliyetçiliğiKıbrıs Cumhuriyeti’nin fiilen bölünmesi
Yunan cuntasının darbesiTürkiye’nin garantörlük hakkını kullanması
Türk toplumuna yönelik saldırılarKuzey’de Türk varlığının güvence altına alınması
Uluslararası güçlerin pasifliğiBM’de çözümsüz süreçlerin başlaması

7. Siyasi, Sosyal, Kültürel ve Ekonomik Boyutlar

Siyasi:
Harekât, Türkiye’nin dış politikasında önemli bir dönüm noktasıdır. Kıbrıs’ta iki kesimli fiili durum yaratılmış, federal çözüm müzakereleri 50 yıldır sürmektedir.

Sosyal:
Kıbrıs Türk toplumu kendi yönetim yapısını oluşturmuş, Rumlarla sosyal temas azalmış, iki toplum birbirinden izole yaşamaya başlamıştır.

Kültürel:
Kuzey’de Türkiye kültürü baskın hale gelirken, Rum tarafı Avrupa kültürüyle bütünleşmiştir. Ortak Kıbrıs kültürü parçalanmıştır.

Ekonomik:

Ambargolar sebebiyle kuzeyde ekonomik sıkıntılar yaşanmış ancak Türkiye’nin desteğiyle tarım, eğitim ve hizmet sektörlerinde gelişmeler olmuştur.

8. Tarihsel Coğrafya Açısından

Kıbrıs’ın kuzeyi (Lefkoşa-Girne-Mağusa hattı) Türkiye’ye yakın, askeri açıdan stratejik ve deniz yollarını kontrol eden bir bölgedir. Güneyi (Limasol-Larnaka) daha çok turizm ve ticaret merkezidir. Bu coğrafi yapı, bölünmenin kalıcılığını etkilemiştir.

9. Tarihsel Sosyoloji Açısından

Kıbrıs meselesine, etnik kimliklerin çatışması, sömürge sonrası devletlerin kırılganlığı ve garantörlük sisteminin zayıflığı üzerinden bakılabilir.
Adada iki toplumun bir arada yaşamasının önündeki engeller:

Ortak tarih bilincinin olmaması,

Siyasal liderlerin milliyetçi söylemleri,

Uluslararası aktörlerin çıkar çatışmalarıdır.

Sonuç:

Kıbrıs Barış Harekâtı sadece askeri bir operasyon değil, aynı zamanda bir toplumun varlığını koruma mücadelesi, bir uluslararası hukuk meselesi ve bir jeopolitik kırılma noktasıdır.

Continue Reading

Türk Tarihi

                 İstanbul’un Fethinin Kutlanması

Published

on

29 Mayıs 2025, bugün İstanbul’un 29 Mayıs 1453’te fethinin 572. yıldönümüdür. Türk-İslam Âlemi’ne kutlu olsun. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğuna son verip yeni bir çağ açan bir ecdada sahip olmak ayrı bir mutluluk kaynağıdır.

Başta Fatih Sultan Mehmet olmak üzere Türk milleti, vatanı ve devletine hizmet etmiş devlet adamlarımızı, ilgili kurum ve kuruluş mensuplarını rahmet ve minnetle anarım.

Osmanlı’da İstanbul’un Fethi’nin kutlama törenleri, 1910 yılından itibaren yapılmıştır. 1914 yılında çok muhteşem bir kutlama töreni gerçekleştirilmiştir. Ancak İstanbul’un Fethi, günümüzde olduğu gibi Miladi 29 Mayıs’ta değil, Rumi 29 Mayıs’ta kutlanmıştır. Bu durumda törenlerin gerçekleştirildiği tarih Rumi 29 Mayıs günü, Miladi olarak 11 Haziran’a denk gelmektedir. Daha açık bir ifadeyle, İstanbul’un fethi kutlama törenleri, 11 Haziran’da yapılmıştır. [1]

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde fethin yıldönümü kutlama törenlerine, 29 Mayıs 1953 günü İstanbul’un Fethi’nin 500. yıldönümünde, Topkapı surları dışında, Ulubatlı Hasan’ın şehit düştüğü burcun karşısında, Fatih’in otağını kurduğu yerde, Vali ve Belediye Başkanı Fahrettin Kerim Gökay’ın konuşmasıyla başlanmıştır.

Törenlerde, Cumhurbaşkanı Celal Bayar yoktur. Bayar, tam da o gün, İzmir’e NATO Karargâhını ziyarete gitmiş ve orada bulunan Türk Birliği’ni denetlemiştir. İstanbul’un Fethi’nin kutlama törenine kısa bir mesaj göndermekle yetinmiştir.

Başbakan Adnan Menderes ise İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth’in taç giyme törenlerine gitme hazırlığı içinde olduğundan kutlama törenine gelmemiştir. Menderes, törenler bittikten sonra İstanbul’a gelmiş ve buradan Londra’ya hareket etmiştir. [2]

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Cumhurbaşkanı ve Başbakan seviyesinde, böylesine önemli bir kutlama törenine katılmayışının altında ise Türk-Yunan dostluğunun zedelenmemesi görüşünün yattığı ileri sürülebilir/düşünülebilir…

Türk tarihi bir bütündür. Bu bütünlük; “Türk vatandaşlarının milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerde, milli varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu, birbirinin hak ve hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla bağlılık” ilkeleri ve anlayışı çerçevesinde yaşanmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu anlayışla İstanbul’un Fethi kutlanırken İstanbul’un nasıl fethedildiği, İtilaf devletlerince İstanbul’un 13 Kasım 1918’de fiilen ve 16 Mart 1920’de resmen niçin ve nasıl işgal edildiği [3], İstanbul’un 6 Ekim 1923’de İtilaf devletlerinin işgalinden nasıl kurtulduğu/ikinci defa fethedildiği [4] birlikte/tarihi bütünlük anlayışı ile incelenmeli ve değerlendirilmelidir.

DİPNOTLAR

[1] Tanin gazetesi, 12 Haziran 1914, No: 1995, “Büyük Bir Devr-i Senevi: İstanbul’un Zaptı“, s.1, sütun: 3-5; 13 Haziran 1914, No: 1996, “Büyük Fatih’in Türbesi Huzurunda”,  s.1, sütun: 4-6, s.  2, sütun: 1-3; Vahdettin ENGİN, “İstanbul’da Müstesna Bir Gün”, Popüler Tarih, Sayı: 33 (Mayıs 2003), s. 65-67

[2] Ertan ÜNAL, “1953’te Neler Yaşandı?”, Popüler Tarih, Sayı: 33 (Mayıs 2003), s. 68-73

[3] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/istanbulun-isgali/

[4] https://ataturkansiklopedisi.gov.tr/bilgi/istanbulun-kurtulusu/

Continue Reading

En Çok Okunanlar