Türk Bilgeliği
TARİHİ HİKÂYELER: 3 TOPUZ

Published
3 yıl agoon
By
drkemalkocak
TOPUZ
Karaman’ın koyunu,
Sonra çıkar oyunu…
Atasözü
Küçük payitahtın karışık sokakları bugün çok kalabalıktı. Tıpkı ilkbaharda bir bayram gibi… Bütün kadınlar bol beyaz yeni sırma yelekli pazar esvaplarını giymişler, beyaz poturlu dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek coşuyorlardı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk… nihayetsiz bir “hurra” zinciri, bağırarak, sallanarak kalabalığın içinden geçiyor, canlı bir girdap dalgası halinde, döne döne, sarayın meydanında birikiyordu. Kiliselerin çanları uğulduyordu. Saray kapısının önünde cesur Boyar [Rusya, Transilvanya ve Tuna taraflarında bir bölüm soylu] atları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan tolgasının siperini geri itti. Atının ağır üzengileri üstünde biraz kalktı. İleriye baktı. Yanındaki birinci zabitine “Daha görünmüyorlar…” dedi.
“Geç kaldılar.”
“Evet.”
“Niçin acaba?”
“Mankafa Türkler işte… Teşrifattan, merasimden ne anlarlar?”
“Hem de ‘Bizans’a layıkız!’ derler.”
“Nerede o incelik?”
“Nerede?..”
Önlerinde birdenbire genişleyen sık bir “hurra” halkası ikisini de susturdu. Gemlerini kastılar. Atlarını biraz çektiler. Kumandan, istiklalini kazanan halkın bu deli, bu sarhoş sevincine bakıyor… keyifleniyordu. Yarım baygın kızlar şen delikanlıların kucaklarında, gaydaların ahengine ayak uyduruyorlar, “yaşasın prens, yaşasın prens!” nakaratını haykırarak yeni hükümdarlarının şerefine testileri deviriyorlar, oynuyorlar, sıçrıyorlardı… Son Eflak tacını giyen papazı Tergoviç’te bozan Mehmet Bey, bir sene vardı ki kendisini sancak beyi ilân etmişti. Ama Eflaklılar, bu hâkime boyun eğmemiş, Zips kontu Zapolya’dan imdat istemişlerdi. İşte bu tehlikeli ittifaktan ürken Mehmet Bey çarçabuk onların haklarını, imtiyazlarını, istiklâllerini vermişti. Açık mavi, bulutsuz ufukta yükselen güneşin aydınlığı kahraman Boyar atlarının uzun mızraklarını yaldızlıyordu. Kumandan, zırhlı göğsünü kabartan tatlı bir teessürle bir halka, bir askerine bakıyor, mahmuzlarıyla dokunarak atını şahlandırıyordu. Birinci zabit, onun gibi iri, yakışıklı değildi. Kara kuru bir şey… Uzun saçları kırdı. Köse yüzü hem zayıf, hem buruşuktu. Neşeli kumandan hora tepenler geçince yine atını ileri sürdü.
“Kansız bir zafer kazandık!” dedi. Siyah atının yelesini okşayan zabit “Kansız zafer olmaz!” diye başını salladı.
“Niçin olmasın?”
“Benim Türklere emniyetim yok…”
“Kuşkulanmaya da hacet yok! Biz daha resmen ihtilâle kalkmadan onlar haber gönderdiler. ‘Gidiniz, bir şey tayin ediniz’ dediler. Biz zaten prensimizi tahtına çıkarmıştık. Şimdi işte bize bir de ‘cemile’ yapıyorlar.”
‘”Berat, sancak, davul, topuz’ göndermek bir ‘cemile’ mi?”
“Ya ne?”
“Tabiiyet alâmetleri…”
Coşkun kumandan görünmeyen bir surata tokat atacakmış gibi elini yukarı kaldırdı.
Hiddetli bir tehalükle “Asla!” diye bağırdı. “Biz artık müstakiliz! Berat, istiklâlimizi tasdik etmektir. Sancak, davul, topuz… da padişahın prensimize hediyeleri…”
“… ”
Zabit cevap vermedi. Kumandan kadar içmediği için Türklerin hakikatini hâlâ hatırlayabiliyordu. Elini kalçasına dayadı. Atının siyah yelesine daldı gitti. Kiliselerin çanları beyninde ötüyordu. Halkın gürültüsü taşmış, bir tufan gibi sarayın saçaklarına çarpıyor, muhafız neferlerin yüksek atlarını huylandırıyor, tepindiriyordu. Oynayanların içinde zorla kendine yol açan bir atlı kumandanı selâmladı.
“Elçi, maiyetiyle beraber menzilinden çıktı” dedi.
“Pekâlâ… Maiyeti kaç kişi var?”
“Üç yüz atlı!”
Kumandanın solundan neferin sözünü işiten zabit “Üç yüz atlı mı?” diye sapsarı kesildi.
“Evet…”
Bugünkü teşrifata memur olan kumandan güldü: “Gidi Türkler… Sıkıya geldi mi nasıl küçülürler. Hani eski gururları? Şimdi dünya değişti. Rumeli’nde kuvvetleri yok. İşte prensimize büyük bir imparator muamelesi yapıyorlar!”
Birinci zabit daha beter sarararak sordu: “Neden anladınız?”
“Elçilerin derecesi maiyetinin adediyle mütenasiptir. İşte bak, padişahın hediyelerini, beratını üç yüz atlıyla bir elçi getiriyor!”
“Elçi bunları yalnız getirseydi daha iyi olurdu.”
“Niçin?”
“İşte öyle…”
“Ama biz kabul etmezdik.”
“Neden?”
“Çünkü şanımızla mütenasip olmazdı. Bir emir, lütuf, bir ihsan gibi… Hâlbuki böyle maiyetinde üç yüz atlı bulunan bir elçi… ne demektir biliyor musun?”
“Ne demektir?”
“Padişah bizim prense, ‘Benimle müsavisin!’ demek istiyor.”
“Keşke müsavi olmasaydı… da bu üç yüz atlı Eflâk’a girmeseydi!”
“Sen bunamışsın Dimko…”
Birinci zabit acı acı gülümsedi. Tüysüz yüzünü ekşitti. Atının yelesinden kaldırdığı dalgın sönük gözleriyle kumandanına baktı. “Ben bunamışım ha…” dedi.
“Koca Eflâk’ın içinde üç yüz atlıdan kuşkulanıyorsun. Bunlar elçi maiyeti. İşlemeli mızraklarına, süslü esvaplarına, altın haşalarına, sırma eyerlerine aldanma… Göze parlaklıklarıyla çarparlar ama ellerinden bir şey gelmez.”
“Bunlar Türk değil mi?”
“Türk… Ne olacak?”
“Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser…”
“Sen korkaksın! Bir avuç atlı, üç yüz kişi koca bir devletin içinde ne yapabilir?”
“… ”
Kumandan sarayın önündeki atlılarına, onların etrafında sıkışık nizamda duran dalkılıç piyadelerine bir göz gezdirdi. Sonra atını oynatarak zabite döndü.
“Yalnız şu meydanda dört binden fazla askerimiz var!” dedi, “Türkler teşrifatta bir kabalık yaparlarsa hepsini tükürükle boğarız.”
* * *
Gaydalar sustu. Meydanın gürültüsü birdenbire durdu. Hora zincirleri dağıldı. Ortadan geniş bir yol açıldı. Padişahın gönderdiği Türk, ak bir atın üstünde, yüksek kavuğu ile geliyor, uzun kaftanının etekleri iki tarafında çırpınıyordu. Arkasından tırıs süren sırma takımlı, murassa kılıçlı maiyeti, yeni gördükleri bu halka gülerek bakıyorlardı. Saraya elli altmış adım kalınca muhafızların meşhur kumandanı al atını yine şahlandırarak ileri sürdü. Elçinin ta önüne geldi. Selâmladı. Öyle durdu. Yanına koşan yayan tercümanına söyletti.
“Burada attan ineceksiniz. Prensimizin sarayına yürüyerek gideceksiniz.”
Mütevazı Türk, “Pekâlâ…” dedi.
Atından indi. Geniş omuzlu, orta boylu, düşük bıyıklı, esmer bir adamdı. Parlak ipek kaftanının altından görünen sırma kenarlı nefti esvaplarının, murassa kemerinin ihtişamı kalın vücuduna pek uymuyordu. Tavrında ince bir çelebilik değil, durgun bir askerlik vardı. Kalabalık meydan üç yüz Türk’le ağzı ağzına dolmuş gibiydi. Teşrifatçı kumandan kabararak tercümanla bir teklif daha etti: “Maiyetin burada kalacak. Huzura yalnız gireceksin.”
Türk, tercümana sordu : “Padişahtan getirdiğim şeyleri ben nasıl yalnız taşıyayım?” Tercüman, kumandana anlattı. Aldığı cevabı Türkçe tekrarladı.
“Maiyetinden üç nefer alacaksın. Onlar da yaya olarak arkadan huzura hediyeleri sokacaklar.”
“Pekâlâ…”
“Haydi.”
…
Kumandan atını şahlandırarak “hurra, hurra…” diye kendisini alkışlayan keyifli halka boyun kırarak kabarıyordu. Bu ne zaferdi! İşte koca bir Türk elçisi arkasından yaya geliyordu. Sarayın kapısına gelince attan atladı. Tercüman vasıtasıyla nasıl arkasından huzura gireceklerini, nasıl selâm vereceklerini, nasıl divan duracaklarını elçiyle “meşin kılıflı bir davul, kırmızı torbaya konmuş bir sancak, ağır bir topuz” taşıyan üç askere anlattı. Kılıcını çekti. Taş basamakları bir hamlede çıktı. Büyük dehlizi geçti. Yeni mabeyinin adamları Türk elçisini görmek için kapılara üşüşüyorlardı. Elçi büyük kavuğunu sallaya sallaya yürüyordu! Adımları hem seyrek, hem ağırdı. Etrafında kendine bakanlara gülümsüyor, selâmlar veriyordu. İri siyah gözleri pek şen, pek parlaktı. Sağ kaşı yukarı kalkıktı. Kavuğunun kenarına dokunuyordu.
Kumandan taç salonuna gelince durdu. Döndü. Türklerin kıyafetinde teşrifata mugayir bir şey var mı gibi dikkatle hepsini bir süzdü. Sonra eliyle elçinin pek öne eğilmiş kavuğunu düzeltti. Biraz geri itti. Prensin huzurunda nasıl eğileceklerini işaretle anlattı. Sonra iki tarafında yalın kılıç nöbetçiler duran yüksek kapı perdesini açtı. Önden girdi. Tahtta oturan prense ilerledi. Yerlere kadar eğildi. Geri çekildi. Dışarı çıktı. Elçiyle üç Türk ortada kaldılar. Yüksek tahtın etrafına bütün Boyar reisleri, meşhur muharipler, voyvodalar dizilmişlerdi. Hepsi ayakta duruyorlardı. Açık pencerelerden giren çiğ bir aydınlık bu ağır saray sükûnuna karışıyor, kalabalık salona tenha bir mabet hali veriyordu. Elçi koynundan çıkardığı beratı öptü. Başına koydu. Sonra yere bakarak ilerledi. Tahtta murassa bir heykel gibi kımıldamayan prense uzattı. Prensin sağ elinde altın bir asa vardı. Sol eliyle aldığı bu kâğıda gayet ehemmiyetsiz bir şeymiş gibi baktı. Sonra solundaki mavi sorguçlu genç mabeyincisine verdi. Elçi yine gözleri yerde, geri geri gitti. Ortadaki neferin omzundan topuzu aldı. Bu gayet ağır, altın yaldızlı, sarı parlak kabzalı bir aletti. Yere bakarak yürüyor, gülümsüyordu. Bütün gözler harekâtını takip ediyordu. Tahtın önüne geldi. Ansızın… gözle görülmeyecek bir çabuklukla havaya kaldırdığı bu müthiş topuzu prensin elmaslı tacına öyle bir indirdi ki…
… Salonun içinde kimse kımıldayamadı. Hepsi olduğu yerde dondu. Taş kesildi. Akabinde kaftanının altından büyük bir kılıç sıyıran elçi, Ulahça “İşte gördünüz ya… İstiklâl sevdasına düşen asi cezasını buldu!” diye haykırdı. Gözleri alevlenmiş, boyu birdenbire bir dev kadar büyümüş, kavuğu sivrilmiş, düşük bıyıkları kabarmıştı. Bayar reisleri, zırhlı muharipler, kahraman voyvodalar cansız gibi kımıldanamıyorlar, tahtında kafası ezilmiş ölü hükümdarlarına baka baka titriyorlardı. Elçi salonun ortasındaki askerlerine döndü.
“Hasan” dedi, “git kapıdan davul çal. Mustafa! Sen de Ulahça nara at. Meydandaki askerler hemen silâhlarını bırakıp teslim olsunlar.”
Sonra sancağı tutana da “Haydi çabuk, koş, meydana sancağı dik! ” emrini verdi.
“Baş üstüne.”
“Baş üstüne…” diye üçü de koşarak dışarı çıktı.
Saray halkı karanlık duvarlara yapılmış parlak, muhteşem yaldızlı resimler gibi sessiz, sakin, cansız duruyorlardı. Hâlâ içlerinden kimse kımıldanamıyordu.
Mum rengi çehrelerin şaşkın gözleri karşısında bu tek Türk, kaftanının uzun eteklerini omuzlarına attı. Kılıcını kınına koydu. Uzandı, ezdiği başın üstünde duran kanlı topuzu aldı. Yere bıraktı. Sonra tahttaki ölüyü aşağı çekti. Onun yerine oturdu.
Gayet fasih bir Ulahçayla “Haydi, padişah namına bana itaat edin!” dedi.
… Sebebi bilinmez bir korkunun şaşırtıcı heyecanıyla dilleri tutulmuş kurt kürklü zengin Boyar reisleri, büyük kılıçlı cesur muharipler, çelik zırhlı voyvodalar iki dakika evvelki hükümdarlarının daha soğumayan na’şını çiğneyerek, bir anda, bir darbeyle bütün Eflâk’ı zapt ediveren bu korkunç Türk’ün elini öpüyorlar, yüzüne bakamıyorlardı.
* * *
Sarayın dışındaki muhafızlar da içerdekiler gibi şaşırdılar. Korkudan kımıldayamadılar. Silâhlarını yerlere atıp teslim oldular. Yalnız iki kişinin, davul çalana, “Teşrifatı bozuyorsunuz!” diye kılıç kaldıran sarhoş kumandanla, doludizgin kaçmak isteyen birinci zabitin kelleleri uçuruldu! İşte bu kadar…
[Ömer Seyfettin, “Topuz”, Yeni Mecmua, Cilt:1, Sayı:25, 27 Kânunuevvel [Aralık]1917, Hilal Matbaası, İstanbul, 1917, s. 494-496]
You may like

Kutadgu Bilig, Siyasetnâme, Koçi Bey Risalesi ve Devlet Adamlarına Öğütler’de Karşılaştırmalı Bir İnceleme
Özet
Bu çalışma, Türk-İslâm siyaset düşüncesinin dört temel metnini—Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i (1069-1070), Nizâmü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’si (1091), Koçi Bey Risalesi (1631) ve Defterdar Sarı Mehmet Paşa’nın Devlet Adamlarına Öğütler’i (1767)—“ehliyet ve liyakat” kavramı üzerinden karşılaştırmaktadır. İncelemede, devletin bekasının her dönemde liyakatli kadrolara bağlandığı, ancak kavramın içeriğinin tarihi bağlama göre değiştiği ortaya konulmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Ehliyet, Liyakat, Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig, Nizamü’l-Mülk, Siyasetname, Koçi Bey Risalesi, Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Osmanlı maliyesi
Giriş
Devlet yönetiminde ehliyet ve liyakat, Türk-İslâm siyaset düşüncesinde süreklilik arz eden temel ilkelerden biridir. Erken dönemden itibaren yöneticilerin erdem, bilgi ve adaletle mücehhez kılınması/donatılması gerektiği vurgulanmış; zamanla kurumların bozulması ve mali krizler karşısında bu ilke yeniden gündeme getirilmiştir. Bu çalışmada, Kutadgu Bilig’de normatif ideal, Siyasetnâme’de kurumsal tecrübe, Koçi Bey Risalesi’nde kriz teşhisi ve Devlet Adamlarına Öğütler’de mali disiplin ekseninde ortaya konulan liyakat anlayışları karşılaştırmalı olarak ele alınmıştır.
Gelişme

1. Kutadgu Bilig’de Erdem Merkezli Liyakat
Yusuf Has Hâcib, erdemli ve bilge yöneticiyi devletin temeli olarak görmektedir. Ona göre:
“Bilgisiz kişi iş başına geçerse, iş bozulur, halk perişan olur.” [1]
Dolayısıyla liyakat, daha çok ahlâkî erdem ve bilgelik üzerinden tanımlanmaktadır. Yöneticilik ancak adalet, akıl ve ölçü sahibi kimselere verilmelidir.
2. Siyasetnâme’de Kurum Tecrübesi ve Liyakat
Nizâmü’l-Mülk, Selçuklu pratiği üzerinden liyakati kurum bağlamında ele almaktadır:
“Hükümdar, iş bilmez kişiye memuriyet verirse, o iş harap olur.” [2]
Siyasetnâme’de kadılar, valiler, komutanlar gibi görevler için tecrübe ve dürüstlük vurgulanmaktadır. Rüşvet ve kayırmacılığın devleti çökerteceği sıkça dile getirilmektedir. Burada liyakat, ahlâk kadar kurum işleyişi ve idari tecrübe ile bağlantılıdır.

3. Koçi Bey Risalesi’nde Kriz ve Liyakat Kaybı
Koçi Bey, XVII. yüzyıl Osmanlı krizini, özellikle tımar ve ocak düzeninin bozulmasını ehliyet kaybıyla açıklamaktadır:
“Evvelce tımar ve zeametler iş ehline verilirdi; şimdi para veren ehliyetsizlere tevcih olunur oldu. Bu sebepden asker bozuldu.” [3]
Çözüm olarak “kanun-ı kadîm”e dönüş ve ehil kişilerin iş başına getirilmesi teklif edilmektedir. Burada liyakat, doğrudan askeri-idari düzenin yeniden tesisi ile eş anlamlıdır.

4. Defterdar Sarı Mehmet Paşa’da Mali Disiplin ve Liyakat
Sarı Mehmet Paşa, Osmanlı’nın mali krizini liyakatsizlikle ilişkilendirmektedir:
“Bir iş, ehil olmayanın eline geçerse, defterler bozulur, hazine boşalır, halkın malı telef olur.” [4]
Ayrıca rüşvetle iş göreni, kul hakkı yiyen ve devleti çökerten kişi olarak nitelemektedir. [5] Bu yaklaşım, liyakati özellikle mali doğruluk, dürüstlük ve hesap verebilirlik üzerinden tanımlar.
5. Karşılaştırmalı Tablo
Ölçüt | Kutadgu Bilig (11. yy) | Siyasetname (11. yy sonu) | Koçi Bey Risalesi (17. yy başı) | Devlet Adamlarına Öğütler (17. yy sonu) |
Bağlam | Kurucu siyaset felsefesi | Selçuklu idare pratiği | Osmanlı kriz dönemi ıslahnâme | Mali kriz ıslah risalesi |
Liyakatin Temeli | Erdem, akıl, adalet | Tecrübe, dürüstlük | Kanun-ı kadîm, askeri-idari ehliyet | Mali doğruluk, dürüstlük, hesap verebilirlik |
Sorun Tespiti | Bilgisiz kişinin iş başına gelmesi | İş bilmez memur, rüşvet | Rüşvetle mansıp tevcihi, tımar bozulması | Defterlerin bozulması, rüşvet, israf |
Çözüm | İş ehline verilmelidir | Liyakatli kadro, rüşvet yasağı | Eski usule dönüş, ehil atamalar | Ehil memur, şeffaf kayıt, mali disiplin |
Beka Anlayışı | Halk refahı ↔ devletin uzun ömrü | Nizam ↔ devletin devamı | Disiplin ↔ devletin yeniden dirilişi | Mali denge ↔ devletin bekası |

Sonuç
Kutadgu Bilig’de liyakat, ahlâkî ve erdem merkezli bir normatif ideal olarak ifade edilirken, Siyasetnâme’de kurum tecrübesi, Koçi Bey Risalesi’nde kriz karşısında kanun-ı kadîme dönüş ve Devlet Adamlarına Öğütler’de mali doğruluk üzerinden tanımlanmıştır. Farklı bağlamlara rağmen dört metin de ortak bir görüşte birleşmektedir: Devletin bekası, işlerin ehline verilmesine bağlıdır.
DİPNOTLAR
- Yusuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig, Çeviren: Reşit Rahmeti Arat, Türk Dil Kurumu Yayınları, Ankara, 1947, Beyit 2018.
- Nizâmü’l-Mülk, Siyâsetnâme, Hazırlayan: Mehmet Altay Köymen, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1990, 10. bab.
- Koçi Bey, Koçi Bey Risalesi, Hazırlayan: Ali Kemali Aksüt, Türk Tarih Kurumu Yayınları, İstanbul, 1994, s. 42.
- Sarı Mehmed Paşa, Nesâyihü’l-Vüzerâ ve’l-Ümerâ (Devlet Adamlarına Öğütler), Hazırlayan: Mehmet Arslan, Kitabevi, İstanbul, 1996, s. 115.
- Defterdar Sarı Mehmet Paşa, Devlet Adamlarına Öğütler, Derleyen ve Çeviren: Hüseyin Ragıp Uğural, Kültür Bakanlığı Yayınları, İzmir, 1990, s. 124.
Türk İstiklâl Mücadelesi
Gençliğe Hitabe’nin Dil, Tarih ve Coğrafya ile İlişkisi

Published
2 hafta agoon
Ekim 1, 2025By
drkemalkocak
Özet
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927’de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ikinci kurultayında okuduğu Gençliğe Hitabe, Cumhuriyet’in temel değerlerini gelecek nesillere aktaran bir “milli vasiyet” niteliğindedir. Bu çalışmada, Hitabe’nin dil, tarih ve coğrafya boyutları üzerinden incelenmesi amaçlanmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Atatürk, Gençliğe Hitabe, Dil, Tarih, Coğrafya, Kolektif Hafıza, Milli Kimlik

Giriş
Gençliğe Hitabe, Türk milli kimliğinin inşasında dil, tarih ve coğrafyanın nasıl bir bütünlük oluşturduğunu gözler önüne seren temel bir belgedir. Atatürk’ün hitabesi, geçmişin acı tecrübelerinden hareketle geleceğe dair bir bilinç ve görev yüklemesi yapmaktadır. [1]
I. Dil ve Gençliğe Hitabe
1.1. Dilin Sadeleşmesi
Cumhuriyet’in ilk yıllarında dil, milli kimliğin en önemli unsuru kabul edilmiştir. Osmanlı’nın Arapça-Farsça karışımı karmaşık dilinden uzaklaşılarak, herkesin anlayabileceği sade bir Türkçe benimsenmiştir. [2]
1.2. Retorik ve Söylem
“Ey Türk gençliği!” ifadesi, Türkçe’nin en yalın ve en güçlü hitap biçimidir. Emir kipleriyle kurulan cümleler — “müdafaa edeceksin”, “düşünmeyeceksin” — dilin buyurucu gücünü ortaya koymaktadır. Bu söylem, yalnızca gençlere değil, bütün millete yönelik bir bilinç uyandırmayı amaçlamaktadır. [3]
1.3. Dilin Kolektif Hafızaya Etkisi
Türkçe’nin sade kullanımı, metni kuşaklar boyu aktarılabilir hale getirmiştir. Böylece dil, toplum hafızasının canlı kalmasını sağlayan bir araç olmuştur. [4]
II. Tarih ve Gençliğe Hitabe
2.1. Tarihi Arka Plan
Hitabenin temelinde Mondros Mütarekesi (30.10.1918), Sevr Antlaşması (10.08.1920) ve Türk İstiklal Harbi (19.05.1919–11.10.1922) deneyimleri vardır.[5] Atatürk, bu tarihi tecrübeleri, gelecekte benzer tehditlerin yaşanabileceğine dair bir uyarı olarak kullanmıştır.
2.2. Tarihten Çıkarılan Dersler
- İç Tehditler: “Dâhilî bedhahlar” ifadesi, işgal yıllarındaki işbirlikçi unsurları çağrıştırır. [6]
- Dış Tehditler: “İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler” sözü, emperyalist müdahalelerin sürekliliğine işaret eder.[7]
- Milli Mücadele Hafızası: “İmkân ve şeraitin çok namüsait olduğu bir zamanda” bağımsızlığın kazanılması, milli hafızanın temel derslerinden biridir.[8]
2.3. Tarihin Geleceğe Taşınması
Hitabe, yalnızca geçmişi hatırlatmaz; aynı zamanda geleceğe yönelik bir görev ve sorumluluk bırakır. Bu yönüyle tarih, milli bilincin daima canlı tutulmasını sağlayan bir rehber görevi üstlenir.[9]
III. Coğrafya ve Gençliğe Hitabe
3.1. Türkiye’nin Stratejik Konumu
Türkiye, üç kıtanın kesişim noktasında yer alması sebebiyle tarih boyunca istilalara maruz kalmıştır. Bu konum, milli hafızada sürekli bir teyakkuz hali yaratmıştır.[10]
3.2. Vatan Toprağı ve Kutsallık
“İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen” ifadesi, yalnızca siyasi rejimi değil, aynı zamanda vatan toprağını da koruma sorumluluğunu yükler. [11]
3.3. İç ve Dış Tehlikeler
“Memleketin dâhilinde” vurgusu, hem dış tehditleri hem de içteki parçalanma risklerini kapsamaktadır. Bu durum, coğrafyanın milli kimlikle özdeşleşmesini sağlamıştır. [12]
IV. Dil, Tarih ve Coğrafyanın Kolektif Hafıza ile İlişkisi
4.1. Unsurların Birleşimi
- Dil: Birleştirici unsur.
- Tarih: Uyarıcı hafıza.
- Coğrafya: Aidiyetin mekânı.
4.2. Milli Kimlik ve Süreklilik
Gençliğe Hitabe, dil, tarih ve coğrafyayı bir araya getirerek milli kimliği gelecek kuşaklara taşımayı amaçlamaktadır.
Sonuç
Gençliğe Hitabe, dilin birleştirici gücü, tarihin öğretici yönü ve coğrafyanın kutsallığıyla Türk milli bilincini pekiştiren bir metindir. Atatürk, bu hitabeyle gelecek nesillere yalnızca bir öğüt değil, aynı zamanda bir görev ve sorumluluk da bırakmıştır.
Dipnotlar
[1] Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt: II 1920-1927, M. E. B. Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1969, s. 897-898
[2] Nihad Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 1972, s. 15–18.
[3] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[4] Berna Moran, Türk Dili ve Edebiyatı Üzerine Makaleler, İletişim Yayınları, İstanbul, 1990, s. 42.
[5] Sina Akşin, Kurtuluş Savaşı Kronolojisi, İmge Kitabevi, Ankara, 1992, s. 27–34.
[6] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[7] Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, çev. Metin Kıratlı, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1961, s. 202.
[8] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 898.
[9] Erik J. Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 145.
[10] Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ (1300–1600), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 13–15.
[11] Kemal Atatürk, Nutuk, s. 897.
[12] Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, s. 147.
Türk Tarihi
Kutadgu Bilig’te Siyasi, Sosyal, Ekonomik ve Kültürel Yapı ve İşleyişi

Published
2 hafta agoon
Eylül 30, 2025By
drkemalkocak
Özet

Balasagunlu Yusuf Has Hâcib’in 1069-1070’te kaleme aldığı ve Karahanlı hükümdarı Tafgaç Buğra Kara Hakan’a takdim ettiği Kutadgu Bilig, yalnızca bir siyasetname değil; aynı zamanda Karahanlılar dönemi Türk-İslam toplumunun siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yapısını yansıtan bir düşünce eseridir. Bu çalışmada eserin sunduğu siyasal kurumlar, birey-toplum ilişkileri, ekonomik düzen ve kültürel değerler çok boyutlu bir analiz çerçevesinde incelenmiştir. Alegorik karakterler (Kün Togdı, Ay Toldı, Ögdülmiş, Odgurmış) üzerinden şekillenen adalet, saadet, akıl ve kanaat kavramları, devletin işleyişinde kurumlaşmayı ve ahlâkî bütünlüğü temsil etmektedir. Bu yaklaşım, yalnızca Karahanlı toplumu için değil, Selçuklu ve Osmanlı gibi sonraki Türk-İslam devletleri için de yol gösterici olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Kutadgu Bilig, siyaset felsefesi, Türk-İslam devleti, sosyal yapı, ekonomi, kültür.
Giriş

Kutadgu Bilig, Türkistan Türk geleneğinin “töre” anlayışı ile İslamiyet’in siyasi ve ahlâkî değerlerini birleştiren ilk büyük eserlerden biridir. 1069–1070 yıllarında yazılarak Karahanlı hükümdarına sunulan eser, devletin yönetim ilkelerini, toplum düzenini ve bireyin görevlerini alegorik bir üslupla anlatmaktadır. Bu yönüyle eser, hem Karahanlıların siyasi yapısını hem de Türk-İslam dünyasının kurumlaşma sürecini anlamak açısından birincil kaynak niteliğindedir.
1. Siyasi Yapı ve İşleyiş
Hükümdarlık ve kut anlayışı: Devletin başında Tanrı tarafından kut bahşedilmiş hükümdar bulunur. Ancak bu güç, töre ve adalet ilkeleriyle sınırlandırılmıştır.
Kurumlaşma: Saray teşkilatı, vezirlik, divan, ordu ve bürokrasi, devletin işleyişini sağlayan kurumlar olarak düzenlenmiştir.
Adalet ilkesi: Kün Togdı karakteri aracılığıyla adalet, devletin en temel unsuru olarak sunulmuştur.
Meşruiyet: Yönetici, hem dünyevî düzenin hem de ahlâkî bütünlüğün koruyucusudur.
2. Sosyal Yapı ve İşleyiş
Sosyal tabakalaşma: Saray görevlileri, ulema, tüccar, köylü ve halk arasında göreve (çalışma, paylaşma, yardımlaşma, dayanışma) dayalı bir iş bölümü vardır.
Dayanışma: Toplumun ayakta kalması için yardımlaşma esastır.
Aile ve birey: Aile, toplum düzeninin çekirdeği olarak görülmektedir. Birey, hem devlete hem de topluma karşı sorumluluk taşımaktadır.
Eğitim ve bilgelik: Ögdülmiş karakteri, toplumda akıl ve hikmetin önemini vurgulamakta; bilgelik sosyal düzenin rehberi kabul edilmektedir.
3. Ekonomik Yapı ve İşleyiş
Refahın önemi: Ay Toldı, saadet ve refahı temsil etmektedir. Devletin devamlılığı için halkın ekonomik refahı şarttır.
Üretim: Çalışkanlık bireysel bir erdem değil, toplumsal bir mecburiyettir. Tembellik devlet düzenini bozan bir unsur olarak görülmektedir.
Tarım ve hayvancılık: Karahanlı toplumu, konar-göçer ve yerleşik yapısıyla hem tarıma hem hayvancılığa dayalı bir ekonomiye sahiptir.
Vergi adaleti: Vergilerin adaletli toplanması, devlet ile halk arasındaki ilişkinin en kritik unsurlarındandır.
4. Kültürel Yapı ve İşleyiş
Türk-İslam sentezi: Töre ile İslam hukuku birleştirilmiş, böylece kültürel bir bütünlük sağlanmıştır.
Ahlâk ve maneviyat: Odgurmış karakteri, kanaat ve maneviyatın toplum hayatında ne denli önemli olduğunu gösterir.
Bilgelik ve edep: Toplumun ahlâkî değerleri, bireyin davranışları ve devletin işleyişiyle doğrudan ilişkilidir.
Sözlü-yazılı kültür geçişi: Kutadgu Bilig, sözlü öğüt geleneğini yazılı siyaset felsefesine dönüştürmüştür.
Sonuç
Kutadgu Bilig, Karahanlılar döneminde devlet, toplum ve birey arasındaki ilişkileri çok boyutlu bir şekilde ele alan bir siyaset felsefesi eseridir. Siyasî kurumlar adalet ve töreye dayandırılmış; toplum hayatı, yardımlaşma, aile düzeni ve bilgelikle desteklenmiş; ekonomi refah ve üretim temeline oturtulmuş; kültür ise Türk töresi ile İslam ahlâkının sentezi üzerinden kurgulanmıştır. Bu bütünleyici yaklaşım, yalnızca Karahanlı toplumunu değil, Selçuklu ve Osmanlı gibi sonraki Türk-İslam devletlerini de derinden etkilemiştir.
Kaynakça
İbrahim Kafesoğlu, Kutadgu Bilig ve Kültür Tarihimizdeki Yeri, Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1980.
Mehmet Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2004.
Reşat Genç, Karahanlı Devlet Teşkilatı (XI. Yüzyıl) (Türk Hâkimiyet Anlayışı ve Karahanlılar), Kültür Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1981.
Reşit Rahmeti Arat, Kutadgu Bilig I: Metin, TDK Yayınları, Ankara, 1947.
Reşit Rahmeti Arat,Kutadgu Bilig II: Çeviri, TDK Yayınları, Ankara, 1959.
Saadettin Yağmur Gömeç, “Türk-İslam Siyaset Düşüncesi ve Kutadgu Bilig”, Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi, 2007.
Sadri Maksudi Arsal, “Kutadgu Bilig”, Türk Tarihi Dergisi Dün/Bugün/Yarın, Sayı: 84 (Ocak 2004), s. 66-76.
En Çok Okunanlar
- Türkler ve Zaferleri3 yıl ago
Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile Mülakat [Görüşme] (1)
- Maarifimizde İstikamet3 yıl ago
AİLE KUCAĞINDA VATAN TERBİYESİ
- Türk Tarihi3 yıl ago
6 EKİM İSTANBUL’UN KURTULUŞ GÜNÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
LOZAN BARIŞ ANTLAŞMASI
- Tarihi Toplantılar3 yıl ago
İSTİKLÂL MARŞI’NIN YAZILIŞI ve MİLLÎ MARŞ OLARAK KABULÜ
- Türk İstiklâl Mücadelesi3 yıl ago
Mustafa Kemal Paşa’nın Sivas Kongresi’ni Açış Konuşması (4 Eylül 1919)
- Türk Tarihi3 yıl ago
CABER KALESİ [TÜRK MEZARI (MEZAR-I TÜRK)]
- Türk Tarihi3 yıl ago
KIZI FERİDE HANIMEFENDİ İLE DAMADI MUHİDDİN AKÇOR, İSTİKLÂL MARŞI ŞAİRİMİZİ ANLATIYOR…